S O Y L U E D E B İ Y A T

m.sadık aslankara


‘HASAN HÜSEYİN DERLER ADIMA’ (M. Sadık Aslankara)

 

 

 

Hasan Hüseyin (1927-26 Şubat 1984) seksen yaşında... Öldüğü yılki yaşına bakarsak yaşıtım benim... Oysa yaşarken ağabeydi, çocuk denecek yaşta tanımıştım onu, yirmilerin başlarında... 

 

 

                  

 

Ayak üzeri dinlediğim bir iki sözdü pek pek, bulunduğu ortamda heyecanlı konuşmalarını izlemekti, uzaktan da olsa selamlaşmaktı. Hatta günün birinde Gürün'de otobüsümüzün mola verdiği benzin istasyonunda, lokantada karşılaşmıştık, rakı içiyorlardı, iki kişilerdi, dostu, yakını olmalıydı, ben de katılmış, mola süresince yanlarında oturmuştum, bir turne öncülüğünden dönüyordu m anımsadığımca.

 

Ama son on yılında oldukça yakınlarında bulunduğum u sanıyorum Hasan Hüseyin'in. İşte bu süre içinde onu çok daha yakından tanıdığımı söyleyebiliri ...

 

 

Bir kez bu şiirlerin usça yazılmış değil, ruhça dokunmuş şiirler olduğunu gözlemledim birebir. Nitekim onun şiirleri yazılı değil de kazılı şiirlermiş gibi gelir bana. Önceleri de sezmiyor değildim elbette bunu, ne ki son on yılda tanıklıktan öte gözlemcisi oldum onun şiirlerine karılmış bu yaşam anlayışının. 

 

Zaten "İşte başım işte şiirlerim Hasan Hüseyin derler adıma" dizesindeki düşünsel yoğunluğun poetikasıyla, şiir evreniyle örtüştüğünü görmemek için kör olmak gerekir herhalde.

 

Ödünsüz duruşlarına, bundan kaynaklanan hırçınlık kertesindeki sert tutumIarına karşın nasıl nazik, içten biriydi, alçakgönüllüydü, yufka yürekliydi, benim ağabeyimdi, tanımayanlar nereden bilecek şimdi bunu?

 

Kim kaldı geride? Oktay Akbalca söylersek önce devrimciler bozulmadı mı?

 

 

 

 

'ADAM'LIK KAVGASI…

 

Birinde Bayındır Sokağı'ndaki Hitit Kitabevi'ndeydik, Adalet Ağaoğlu'lar İstanbul'a taşınmamışlardı henüz, sergenden bir kitabını satın alıp imzalaması için Hasan Hüseyin'e uzatmıştı Ağaoğlu. Adalet Hanım'ın bu onurlandırıcı davranışı karşısında şairin mahcubiyetini, ne yapacağını bilemeyenlerin yansıttığı şaşkınlığını unutamıyorum bir türlü.

 

1968-1993 arasındaki profesyonel tiyatro yaşamım yer yer kesintiye uğramıştır. Çeyrek yüzyıl i bulan profesyonellik döneminin, aralıklarla da olsa yedi sekiz yılını bir kıyıda geçirdiğimi söyleyebilirim. İşte böylesi dönemlerin birinde ailemin koyduğu sermayeyle birkaç yıl için ticaret de yapmış oldum. Denizliliyim ya, çarşaf havlu alıp sattım. Kızılay'da "Hanımeli" adını koyduğumuz bir küçük dükkanım da vardı hatta.

 

Hasan Hüseyin de uğrardı buraya; çay içer, söyleşirdik. İki olayı unutamam. Birinde, koltuğunun altında Bilgi'den çıkan tüm kitapları, içeri girmiş sonra da tek tek imzalamıştı bunları ... Ama diğeri olağanüstü duyarlıkla örülü bir tutumunu yansıtıyor onun! Havanın kararmaya başladığı saatlerdi. Sessizce süzülmüştü içeri, bir bayan, ürünlere bakıp tek tek inceliyor, sonra başkasını çıkartıyor, deyiş yerindeyse oyalanıyordu. Hasan Hüseyin, hangi fırsatta araya girmişti anımsayamıyorum, ama kendisine dönen bayana, "Hanımefendi, burada böyle göründüğüne bakmayın, sanatçı bu adam" deyivermişti beni göstererek. Utanmış, bakışlarımı kadından kaçırmaya çalışmıştım. Ama bununla kalmadı Hasan Hüseyin, o gün onca karşı çıkmama, sıkı biçimde ayak dirememe karşın neredeyse bir "bohçalık" dokuma ayırdı, üstelik tümünün parasını bir çırpıda ödeyip öyle ayrıldı Hanımeli'den. Hiçbir olmazlanışım işe yaramamıştı. Üstelik gözlerinde yaş vardı, ağlıyordu Hasan Hüseyin.

 

Söylemem gerekir, Hasan Hüseyin'in ağlamasına ilk kez rastlıyor değildim.

 

ABD Büyükelçiliği'nin karşısında, bulvar üzerindeydi çalıştığı gazete ya da dergi. Belki Yeni Halkçı'ydı, yine de güvenemiyorum belleğime. Orada Hızarcı adlı oyununu okumuştu bana bir saati aşkın süre boyunca fısıl fısıl, öteki çalışanları rahatsız etmek istemediğini yansıtan incelikle, ama ağlayarak. Ne güzel oyundu o öyle, Erdoğan Akduman'ın kurduğu Öncü Sahne tarafından Necatibey Caddesi'ndeki Derya Sineması'nda provaya alındı ya, sahnelenemedi yine de, seyircisine ulaştırılamadan kaldı böylece Hızarcı. Tiyatrolarımızın bu oyuna el atmasını nasıl da istiyorum, anlatamam.

 

Kendi tiyatrolarımda bu oyunu sahneleyemezdim, en başta kadro olanağım elvermezdi buna. Ancak Aşıcı Baba adlı öyküsünü oyunlaştırıp çocuk oyunu olarak sunmaya karar vermiştim sahnede, söylemiştim de kendisine. Ne ki-ölüm girdi araya, uzanamadım, elim gitmedi bir türlü andığım yapıta.

 

Sonra o uğursuz 11 Temmuz 1978 günü... Bedrettin Cömert'in öldürüıüşü... Haberi duyar duymaz bir iki arkadaş Hasan Hüseyin'in evine çıkmıştık hemen. Nasıl perişandı, nasıl yürek paralayıcı bir çaresizlik içindeydi, sözcüklere dökmek zor bunu. Bir yandan ağlıyor, bu arada durmadan "Bir şeyler yapmalıyım" diyordu döne döne, bir ara Meclis'in önündeki direğe zincirle bağlanmaktan falan da söz etti hatta.

 

Yanılmıyorsam eğer, Bedrettin Cömert'in öldürülmesi, sonun başlangıcı oldu onda.

 

Hasan Hüseyin, elde fener "adam" arayan biriydi çünkü hep!

 

 

Oysa önce devrimciler bozuldu ama, değil mi?...                       

 

Devrimci Şiire duyulan isteksizlik, çaktırmamaya çalışılan sırt dönüş devrimci şiirin zayıflığından değil çünkü, bu şiiri alabildiğine kutsayıp sonra da yücelttikleri yerde öylece bırakakalmış devrimcilerin kofluğundan...

 

Bunu şiir olarak değil, devrim önermeleri bağlamında algılayan güruhun sığlığından...

 

 

 

 

'GÖK MAVİSİ BİR TÜRKÜ'

 

Hasan Hüseyin'in yaşamına dönük anlara, kıyısından köşesinden olsun tanıklık yapabilmek için Azime Korkmazgil'in Gök Mavisi Bir Türkü (Ceylan, 1.Kitap, ikinci basım 2000; 2. Kitap, 2003) adlı yaşamöyküsü romanını okumak zorunlu bana göre.

 

Başarılı bir yaşamöyküsü romanı andığım iki ciltlik koca kitap. Bunun ilk kitabını, Türküleri Yakanlar (Prospero, 1995) adıyla okumuştum ya, üzerinden epeyi zaman geçmişti. Yakınlarda yeniden okudum, elimden bırakamadım kitapları.

 

Dildeki incelikten kaynaklanıyor değil Azime Korkmazgil'in başarısı yalnızca, hayır Hasan Hüseyin'in yaşamına dönük getirilen verilerdeki bereketten de değil, bana sorarsanız Gök Mavisi Bir Türkü, kendi yaşamına dönük açılımı, bunu işlerken yansıttığı soyutlayım, dönüştürüm düzeyiyle dikkati çekmeli daha çok.

 

Ama elbette Hasan Hüseyin'in yaşam öyküsüne özgülenmiş bir roman yine de yapıt. Kaldı ki ona sesleniyor zaten yazar.

 

Romanı 3 Haziran 1963'le başlatıyor Azime Korkmazgil. Uşak'ta öğretmendir, Nazım Hikmet'in ölüm haberini dinler radyo istasyonlarının birinden, ama dinlemiş midir, kulağında mı uğuldamıştır haber belli değildir. Uşak'ta iki çocuğuyla bungun bir geceyi sürdürmektedir o sıra. İlerleyen sayfalarda Hasan Hüseyin'in de kendisi gibi bungun bir gece yaşadığını öğreniriz, bunu dostlarından dinlemiştir o da, Hasan Hüseyin'in anlatımı olarak değiL.

 

Iki gün sonra, 5 Haziran'da Ankara'dadır Azime Korkmazgil, şiirlerini okuyup hayranlık duyduğu şairle tanışmak için. İşe bakın ki Hasan Hüseyin de Nazım'ın ölüm haberinden sonra çekip gitmiştir Ankara'dan...

 

"3 Haziran'dan hemen sonraymış gidişin, önceki gün yani! İlk gece evinde, unutulmaz bir sarhoşluk yaşamışsın, radyonu duvara çarpıp parçalamışsın. Çok sonra bir gün Abdullah Nefes de anlatacaktı ki; sabahında uyumadan gelmişsin Akis'e, çalışmayıp volta atmışsın odalarda. Ağlamışsın, duvarları, masaları, havaları yumruklamışsın... " (2000, 31)

 

Güzelim denemelerinden birinde "Şairin Yaşamı" üzerine şu satırları kaleme almıştı Melih Cevdet Anday:

 

" ... Modern sanat yapıtlarını yaratıcılarından ayrı düşünemiyoruz. Yaratıcısı belli sanat yapıtı, modern bir olaydır. “Zanaat" ile sanat arasındaki ayrım böyle ortaya çıktı. Bir ayakkabı alsam, yapıcısını hiç merak etmiyorum. Ama bir sanat yapıtı karşısında isem, 'Bu kimin?' sorusunu

 

sormaktan kendimi alamıyorum.! Çünkü sanatın tanrısal bir iş olduğu inancı çok gerilerde kalmıştır; şimdiki merakımız, yaratıcılığın nasıl oluştuğuna yöneliktir.!

 

... Yaşamla sanat arasında çok yakın ilişkiler bulunduğuna inanan meraklı ( ... ) daha da çoğunu arar, bekler ..." "... Üzülmeye gerek yok; biz büyük yaratıcılar için, nasıl olsa, kafamızda belli yaşamöyküleri kurmuyor muyuz!" (Cumhuriyet, 22.11 .1996)

 

Hasan Hüseyin de şiirinden değil hep yaşamından vurulmamış mıdır?

 

Ah, ne yazık, devrimciler bozuldu önce...

 

 

 

 

 

'İŞTE BAŞIM İŞTE SİİRLERİM' 

 

Hasan Hüseyin, "Kendimi Tanıtırım" başlıklı (Oğlak, Bilgi, yedinci basım,1998, 131) şiirinde, "Hasan Hüseyin derler adıma" dizesinin önüne yerleştirmiştir "Işte başım işte şiirlerim" dizesini...

 

Enikonu bir meydan okumadır bu. Pir Sultan'ın "Biz de bu yayladan şaha gideriz" deyişini anımsatır bir çalım. Hekimoğlu türküsünü anımsamak da olası. Başınca şiirleri ya da şiirlerinin başınca değerli olduğunu vurgular şair böylece...

 

 

Behçet Necatigil, Hasan Hüseyin'le kendisi yaşarken yayımlanan Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü'nde (Varlık, dokuzuncu basım, 1978) onun verimini, "kendisini günümüzün en güçlü şairlerinden biri yapan şiirler" olarak niteliyor. 

 

"Güçlü şair"den neyi anlamak gerekir? Bir şair, gücünü şiirinden alıyorsa eğer, sırt dönülebilir mi ona? Soğukkanlı düşünüldüğünde böylesi bir sırt dönme hakkından söz edilebilir mi? Öyle ya şair, herhangi düşünceye, inanca, örgüte şuna buna dayanarak değil de şiirinin gücüyle kanıtlamıştır kendini. Necatigil'in bu değerlendirmesi üzerinde neden kimsecikler durmuyor dersiniz?

 

 

                

 

Ahmet Yıldız'ın bir yazısını okumuştum:

 

"Hasan Hüseyin Okunuyor mu?" (Kertenkeleler ve Edebiyat, Papirüs, ikinci basım, 2004, 116). Yıldız, andığım yazıyı şöyle tamamlıyordu:

 

"Hasan Hüseyin'in, bugün, Türk Edebiyatı'nda adı sanı duyulmamaktadır. Dergilerde, tartışmalarda yoktur, ama elbette bütün sanatçılar gibi vardır birilerinin dağarcığında." (118)

 

Bayındır 2'nin Ziya Gökalp Caddesi'yle kesişen köşesinde ayak üzeri söyleyiverdikleri Hasan Hüseyin'in... "Ölmekten korkmuyorum, ama kefenin bir kıyısından bakabilmeyi çok isterdim, kim ne diyor, ne yapıyor görebilmek için."

 

 

Bugün yok sayma, adını anmama bir siyasa bağlamında Nazım Hikmet, Rıfat Ilgaz, Şükran Kurdakul, Enver Gökçe, Ahmed Arif vb. için de sürdürülmüyor mu? Yarın yukarıda andıklarım, anmadıklarımdan daha gençlere de gelecek sıra, bugünün devrimci şiirini örüntüleyen şairler de küllendirilmeye çalışılacak! Çünkü yapılmaya çalışılan sözüm ona saltık bir şiirden yanaymış gibi gözüküp, devrimci şairlerin bu şiir estetiğine taban tabana ters gelecek verimleyişler sunduğunu söyleyerek yıkmak devrimci şiiri! 

 

 

Nasılsa at gözlüğü takmış bir sürü var ortalıkta, bundan ötürü değil mi kolaycılığın zaferi? 

 

Devrimci şiire duyulan isteksizlik, çaktırılmamaya çalışılan sırt dönüş devrimci şiirin zayıflığından değil çünkü, bu şiiri alabildiğine kutsayıp sonra da yücelttikleri yerde öylece bırakakalmış devrimcilerin kofluğundan ... Bunu şiir olarak değil, devrim önermeleri bağlamında algılayan güruhun sığlığından...

 

Evet, önce Kemalciler, Marksçılar, devrimciler bozuldu... Sonra her şey...

 

 

 

 

M. Sadık Aslankara

 

(Cumhuriyet Kitap, sayı 891)

 

 

 

   

 

 


 
bugün 463 ziyaretçi (680 klik) burdaydı!
geri git ileri git hakkımda


online
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol