S O Y L U E D E B İ Y A T
halim şafak-5
GEÇMİŞ, “SİVİL ŞİİR” ve ECE AYHAN (Halim Şafak)
Geçmiş, insanın hayatında hatırlamak istediği kadar unutmaya çalıştığı bir olgudur. İnsan geçmişiyle hep unutma/hatırlama temelinde ilişki kurar. Kuşkusuz insanı biçimlendiren de bu unutma/ hatırlamadır. Bu bağlamda insanı söz konusu geçmiş ilişkisinden dolayı geçmişiyle yargılamak kolaydır. Ne var ki, aynı geçmiş insanın bugündeki konumunu anlamamızı sağlar. Ama, insanı değerlendirmek de geçmiş, bugün ve gelecek temelli bir bakış açısıyla mümkündür.
Geçmişi hatırda tutma isteği onu eskitme düşüncesini de içerir.İnsan geçmişi üstünden yenilenme talep eder. Bu bağlamda yadsıma geçmişi ortadan kaldırmış olmaz ve onun geçmiş olarak yaşanmışlığını unutturmaz. Üstelik de geçmiş insanın terk etmediği hatta bir ucundan yaşamayı sürdürdüğüdür. Bugünde yaşamasını sağlayan da geçmiş/bugün ikilemidir. İkilem de insan hayatında bugüne ve geleceğe eklenmenin yoludur.
Sözünü ettiğim ikilemi tutarsızlık olarak anlamak mümkündür. Bu şiir yazanın huzursuzluğunun asıl kaynağıdır. Bugüne ve geçmişe yönelik tepkisinin nedenidir. Kolaycı, sıradan ve verili bir bakış açısıyla bütün bunlar şiir yazanı mahkum etmek için yeterlidir. Şiir pratiğinin geçmişine baktığımızda bu anlamda bir sürü örnek bulabiliriz. Şimdilerde de Ece Ayhan bu örneklere eklenmeye çalışılıyor. Zeki Coşkun’un ve Eski dergisinin Ece Ayhan’a yönelik tavrı buna yeterli bir örnektir. Bunun geçmişte de, şimdi de hiç de etik bir tavır olmadığını/olamayacağını belirterek sürdürelim.
İnsanın geçmişi tek başına yine insana ilişkin değerlendirmeler için yeterli olmaz. Bu noktada insanı geçmişi, bugünü ve belirginleştirdiği gelecek tasarımı içinde ele almak gerekir. Bir bakıma şiir yazanın şiire bakışı için de benzer bir durum söz konusu edilebilir. Kaldı ki, şiir yazana ve şiirine ilişkin nesnel değerlendirmeler yapmamızı sağlayacak olan da yazılan şiirin geçmiş, bugün ve göstermeye çalıştığı gelecektir. Gelecek diye sunulan ise daha çok bugüne ilişkin bir tasarımdır. Çünkü şiir gelecekten çok geçmiş ve bugünle yoğun olarak ilgilidir.
Şiir değerlendirmesi de öncesinde sonrasında yazandan bütünlük talep eder. Bütünselliği diretir. Ancak bu bütünsellikle yazılan ve yazılmakta olan şiire ilişkin çıkarımlarda bulunmak mümkündür. Bilinir ki şiir ustalık kadar profesyonelliği sonuna kadar reddeder. Çünkü şiir insana ilişkinliğinden dolayı kusurludur. Şiir insana ilişkin kusurlarından kurtarıldığı anda şiir olmaktan çıkacağı gibi başka bir şey haline gelir. Buysa şiirin irdelenmesinin, yorumlanmasının, tartışılmasının hatta “okunmasının” asıl nedenlerinden biridir. Sanıyorum şiirin ihtiyaç kabul ettiği eleştiri de tam da burada anlamını bulmaktadır.
Zeki Coşkun’un Radikal’deki yazısı (Radikal, 19.7.2002) ve Eski dergisinin Dağarcık sayfasının altına düşülen not tam da başta belirtmeye çalıştığımı göstermektedir. (Eylül 2002)Eski dergisi Ece Ayhan’ın “ hangi resmi görevden, hangi hukuki nedenle el çektirildikten sonra” sivilliği ve marjinalliği “hakkettiği” sorusundan hareketle Ayhan’ın geçmişini bir olumsuzluk olarak görürken Zeki Coşkun “Ece Ayhan, meslek kariyerine kaymakam olarak başlıyor. Devlet! O çok uğraştığımız devlette başlıyor. Ayrılması, iradi değil zorunludur. Sağlık sorunları olduğunda (1974) devlet devrede; İsviçre’ye tedaviye gönderiliyor. Nihayet son dönemi yine doğrudan başbakanın devreye girmesiyle bakımevinde. Beyazların sofrasında karaşınlık olur mu, ‘bir düşünün abiler’.” diyerek benzer bir noktada duruyor.
Birincisi başta Eski dergisinin çıkartanları olmak üzere çoğu insana işinden dolayı benzer bir soruya muhatap etmek mümkündür. Sözgelimi Eski dergisinde yazanların ya da ürünleri yayımlananların bugün ve düne kadar devletin hangi kurumunda çalıştıkları bir soru olarak öne sürülebilir. Kuşkusuz söz konusu soru Kavram Karmaşa ya da başka bir dergi için de sorulabilir
Böyle bir sorunun yanıtını aradığımızda ise yazanların ezici çoğunluğunun devlete ve özel sektöre ait kurum ve kuruluşlarda ya da kendi işinde çalıştığını görürüz. Kuşkusuz işin bu yanı bir çelişki, ikilem olarak anlanabilir, tutarsızlık olarak görülebilir. Öte yandan herkesin maişetini temin etmek gibi bir sorununun olduğunu kimse inkar etmiyor!
Zeki Coşkun’un ya da Eski dergisinin çalışma ya da üretkenliği Raoul Vaneigem gibi “her zaman yaratma arzusunun düşmanı” olarak gördüğünü ise hiç sanmıyorum! (Gençler İçin Hayat Bilgisi El Kitabı, Ayrıntı,1996) Yine, Vaneigem’in belirttiği gibi en azından öyle fazla kalabalık olmasalar da kimileri kendilerini gerçekleştirmek için bir işte çalışıyor değil. (agy) Çalışmayanların ise birilerinin en azından dostlarının ya da yakınlarının katkısıyla yaşamaya çalıştığını belirtmeye bile gerek yok. Bunlardan İlhan Şevket Aykut’un hayatını Zeki Coşkun iyi bilir!
Yazdıklarıyla geçimini sağlayanlar ise sanat-edebiyat dünyasında oldukça azdır. Eğer kimin nerde, nasıl hangi işte çalıştığını tartışacaksak buna itirazım yok. Tartışırız. Ama Cemal Süreya’yı ya da başka birini baş tacı edenlerin de yanıtlanması gereken sorular üretmekten de geri durmayız. Yine, bu satırların yazarının baytar’lığı da rahatlıkla bu tartışmanın içine dahil edilebilir.
Sorun insanın hem işinde, hem de hayatında düşünceleri ve bakış açısı doğrultusunda azami ölçüde davranıp davranmadığı, kendini işiyle gerçekleştirip gerçekleştirmediğidir. Gündelik hayatı bu anlamda dönüştürüp dönüştürmediğidir. Eğer bir tartışma yapılacaksa buradan başlanması daha etik ve en azından bana göre doğru olur. Zeki Coşkun’un ya da Eski dergisinin bu noktada etik bir bakış açısının olup olmadığı sorusunun yanıtını ise kendilerine bırakıyorum!
Yeniden başa dönersek… Ece Ayhan’ın uzun yıllar önce kısa süren ya da kısa sürmek zorunda kalan kaymakamlığı Ayhan’ın sonraki hayatı üstüne değerlendirme yapmamız için yeterli de olmaz. Ece Ayhan’ın ya da başka birisinin tedavisini devletin üstlenmesini de neden anlayamayalım. Coşkun’a göre birinin ölüsünün belediye tarafından kaldırılıp kimsesizler mezarlığına gömülmesi de muhakkak tartışma konusudur!
Bana kalırsa devlet değil de her hangi birisi Ayhan’ın tedavisini yaptırmış olsaydı da Coşkun’un bakış açısı pek değişmezdi. Uzun yıllardır Ayhan’ın çalışmadığını teliflerle ve dostlarının, yakınlarının desteğiyle yaşamaya çalıştığını biliyoruz. İlhan Şevket Aykut da benzer durumdaydı. Buysa Ayhan’ın ya da Aykut’un hayatının ve kendilerinin aykırılığını görmemiz için yeterlidir. Dostları yardım etmiş olmasaydı bile bu iki insan bir biçimde yaşamayı becerirdi.
Öte yandan cinselliğe ilişkin eğilim ve yönelimlerin de başka bir şey olduğunu ısrarla belirtmek istiyorum. Kaldı ki, Erdoğan Alkan’ın yazdıklarına bakılırsa Ece Ayhan’a ilişkin suçlamanın maddi temelleri oldukça zayıftır. (Varlık, Ağustos 2002) Bunun da bir önemi yok. Ayhan’ın yazdıklarında başından beri eşcinsel öğelerin varlığını herkes biliyor. En azından okur olarak ben biliyorum. Eski dergi çevresi bunu görmemiş olabilir. Bu da doğaldır.
Cinselliğin içerimleri tabii tartışılsın. Tartışılıyor da. Kendi adıma Ayhan’ın cinselliği hayatında belirtildiği üzere yaşadıysa, Ayhan böyle bir eğilime ya da tercihe sahipse bunu da yine hayatına ve o hayata bakış açısına yormak gerekir. Hatta bu noktadaki eğilimlerini yazdıklarıyla ve hayatıyla ortaya koyduğu için tavrını olumlamak gerekir.
Tabii, bunun için bir takım bağlamlara sahip olmak gerekiyor. İnsan üstündeki egemenlikçi bakış açılarıyla insanın arasına mesafe koymamız, en azından insanın iç güdülerinin gemlenmesine bir itirazımız olup olmadığını belirtmemiz gerekiyor. Eğer bu noktada bir itirazımız yoksa tartışacağımız bir şey de yok demektir. Bu bağlamda Ece Ayhan’ı tartışmanın Zeki Coşkun’un, Eski’nin ve daha başkalarının sorunu olduğunu sanmıyorum. Üstelik ortaya konulanın nesnel ve tutarlı bir ilintilendirme olmadığı da apaçık ortadadır.
Şiir devlet karşısında insanın doğasıdır. İnsan doğası ise meşruiyeti reddeder. İnsan doğası meşruiyetin çerçevesi içine girdiği anda doğal olmaktan çıkar. Meşruiyet açıkça belirtmek gerekirse önceden ve dışımızda belirlenmiş olanın sınırları içinde kalmak demektir.
Kuşkusuz yazılan şiirin yayımlanması, dergilerde yer alması, kitaplaşması bir yere kadar büyük ölçüde meşruiyet talebi olarak alınabilir. En azından edebiyat kurumu bu yolla şiirden ve yazandan bağımsız ya da onu kendi tavrına ekleyerek bu meşruiyeti talep eder. Ne var ki, kitabın kapağında ya da yayımlanan şiirin altında yazanın adı soyadı yer almasına rağmen yazılmasıyla birlikte şiirin yazanla ilişkisi yalnızca okur düzeyinde kalır. Ne olursa olsun yazanından büyük ölçüde kurtulur.
Bu yolla şiirin yazanıyla kurulmasına çalışılan ilişki yazılanın ve yazanın verililiğini sağlıyor gibi görünse de özünde bunun böyle olmadığını düşünüyorum. Hiçbir çaba şiirin verililiğini sağlamış olmaz. Belirlenmiş sanat-edebiyat dünyası yazana ve okuyana böyle bir yanılsamayı yaşatır. Kaldı ki, neredeyse başından beri tekten örnekler dışında şiir kitaplarının baskısının 500-1000 arasında olduğunu ve benzer bir durumun şiir dergileri içinde büyük ölçüde geçerli olduğunu düşünürsek şiirin her dönem bir azınlık sanatı olarak kaldığını iddia etmemiz mümkündür. Bu bile şiirin gayri meşruluğunu somutlaştırmamız için yeterlidir. Bitmedi; çoğunluk için azınlık her zaman gayri meşrudur.
Peki, Ece Ayhan’ın baştan beri ısrarla üstünde durduğu ve savunduğu “sivil şiir ” ayrımını bir olgu olarak bu tartışmanın neresine koyabiliriz? Buna gelelim… Öncelikle söz konusu olguyu “sivil şiir” olarak tanımlamak doğru mu bundan kuşkuluyum. Sivil bildiğimiz kadarıyla resmi’nin karşıtı olarak ortaya çıktı. Kimi yerde de biraz daha özelleşerek askerin dışındaki insanlar için kullanılıyor. Belki, buna ortaya çıktı demekte de gerekmeyebilir. Bir bakıma ortaya çıkarıldı demek daha doğru olur. Sivilliğin resmiliğin karşıtı olarak konması büyük ölçüde bir belirlenmiş bir ayrımı içeriyor diye düşünüyorum. Benim itirazım da burada başlıyor. Çünkü bunu doğrudan şiire ilişkin bir bağlam, adlandırma ve ayrım olarak görmüyorum.Şiirin ya da sanat- edebiyatın diliyle örtüştüğünü sanmıyorum. Sivil başka bir disipline ilişkin bir tanımlama ya da kavramdır. Ece Ayhan da bu kavramı başka bir disiplinden ödünç almıştır.
Ama hepimiz bunun şiire ilişkin olmadığını biliriz. Kuşkusuz Ece Ayhan da bunu biliyordu. Hatta Turgut Uyar’a ilişkin bir değerlendirmesinde Uyar’ın yazdığı şiiri “Aykırı şiir akımı içinde ve ortasında” düşünmek gerektiğini belirtiyordu.(Ludingirra, Güz 97sayı 3) Ayhan, Uyar’ın yazdığı şiire ilişkin “aykırı şiir” tanımlamasını yaparken bu ayrımı “sivil şiir”den ayrı bir şey olarak düşünmüş olamaz.
“sivil şiir” ve “aykırı şiir” tanımını “verili şiir”in dışında başka bir şiir olarak görmemiz mümkündür. Ayhan’ın “sivil”lik olgusunun yazdıklarına bakıldığında şiirle ve şiir yazanla sınırlanmadığını görüyoruz. Bir bakıma gündelik hayatın içinde Ayhan’ın bakış açısına göre (ki, doğru bir bakış açısıdır.) aykırı duran herkes “sivil”dir. Bu sanat-edebiyattan, politikaya kadar geniş bir alanı çerçevesi içine alan bir sivillik anlayışıdır.
Üstelik Ayhan sivilliği büyük ölçüde aykırılıktan çok muhaliflik ve karşılık olarak anlamaktadır. Bu bağlamda itiraz hakkımı saklı tutmak kaydıyla sivilliğin Ece Ayhan’a ilişkin bir terminolojinin en önemli sözcüklerinden/kavramlarından biri olarak gördüğümü, Ayhan’ın çizdiği çerçeveye bağlı olarak doğruluk payı taşıyan bir kavram olduğunu belirtirim. Ben ya da bir başkasının da rahatlıkla onun sivillik dediği şeyi aykırılık, muhaliflik, asilik, karşılık olarak anlaması mümkündür.
Ayrıca burada sivil şiir kavramının karşısına resmi şiir gibisinden başka bir kavramı koymak doğru olur mu bunu pek bilmiyorum. Burada resmi şiirden verili şiirin kastedilmediği de sanıyorum bellidir. Kaldı ki, verili şiiri böyle bir ilişkilendirmeye tabi tutmak büyük ölçüde haksızlık olur. Ayrıca şiiri bir azınlık sanatı olarak gördüğümüze göre verili şiirin de bu bağlamda resmi çerçevenin dışında duracağı iddia edilebilir.
Ayhan’ın tanımlamasına karşılığımsa şiire ilişkin yazıp söylediklerine karşı olduğum anlamına hiç gelmiyor. Burada yalnızca tanımlamaya olan itirazımı belirtmiş oluyorum. Ayhan’ın tavrı kanımca şiirin edebiyat kurumu içinde oluşturulan durumuna tepkidir. Buysa yapıtlarının edebiyat kurumunu belirleyen yayınevlerinden çıkmasına rağmen böyledir. Kuşkusuz bunun bir çelişki olduğu iddia edilebilir. Üstelik gerçekten çelişkidir. Ne var ki, yazanından bağımsızlaşan şiirin dolaşımda aldığı hâl şiir yazanı da ilgilendiren başka bir tartışma konusu ve olgudur. Konuyla ilgili gibi görünüyorsa da büyük ölçüde dışındadır, en azından kıyısındadır.Üstelik yazılan şiirlerin dergilerde ve kitaplarda yayımlanması, yer alması şiir yazanından kurtulmadığı sürece bu konudaki tartışmaları bir yere vardırmaz.
Şunu sormak gerekir: şiir mümkün müdür? Açıkça bir yanıt vereceksek mümkündür. Bu mümkünlükten ise şiirin kendi yapısındaki iktidar ve otorite karşıtlığını anlamalıyız. Ayhan’ın şiiri ve yazısı bu anlamda iktidara ve otoriteye karşılığıyla bu mümkünlüğü somutlamış olur. Verili şiirin içinde geziniyor gibi görünen iktidar ve otorite hevesi ise yazanın şiirine yapıştırdığı her an düşmeye hazır bir yamadır. Üstelik yazılanın şiir olması bile iktidarı ve otoriteyi yazanın şiir yoluyla karşısına alması demektir.
Kaldı ki, şiiri şiir yapan asıl ve başat özellik dünyayı tersten okumasıdır. Tersten okumadan tek anlamamız gereken de bu karşılıktır. Olmuş olanı olmamış gibi göstermek ya da başka bir olmuşa eklemek budur. Buysa yalnızca şiire özgü bir özelliktir. Şiir yazanın hiçbir çabası bu şiirin özelliğini ortadan kaldırmaz. Dünya şiirine ve yazılan şiire baktığımızda da bunu görürüz. Hamaset kokan “manzumlar” ise şiirden medet uman şiir dışı olgulardır.
Şiir, devlet karşısında Ece Ayhan’ın sözcüğüyle belirtelim tabiat’ı oluşturur. Ayhan’ın şiiri de devlet ve tabiat’ın ilişkisiyle temellenir. Kuşkusuz bunu ilişki yerine devlet ve tabiat’ın çarpışması olarak anlayabiliriz. Devlet’in tabiat’la ilişkisi ise eşitsizlik temelindedir. Başka bir deyişle devlet’in belirlediği ve dayattığı bir ilişki biçimidir. Devlet yani iktidarlar tabiat’ı kendince yeniden oluşturma adına yeniden biçimlendirerek onun doğallığını ortadan kaldırır kendine tabi kılar. Bu, tabii hiçbir biçimde tabiat’ın devlet’le çarpışmasını ortadan kaldırmış ya da sona erdirmiş olmaz. Devlet’in kendisi başlı başına bir çarpışma nedenidir. Şiiri de o çarpışma oluşturur.
Bu bağlamda Ece Ayhan’ın “sivil şiir” tanımlamasından anlayacak olduğumuz da belirginleşmiş olur. Başka bir deyişle şiirin kendisinden devlete ve iktidara karşı olanı anlarız. Şiir açısından bunun dışında başka bir biçim ne yazık ki mümkün değildir ama şiir, şiir yazanın eline geçtiğinde yine şiir yazanın oluşturduğu ya da dahil olduğu iktidar ve otoriteye eklenen eşitsizlik ilişkileriyle bu asıl özelliğinden kurtulduğu başka bir şey haline geldiği gibisinden bir yanılsama yaşatılır. Oysa böyle bir durumda burdan ötede tartışacak olduğumuzsa artık şiir değil o yanılsama olacaktır.
Kuşkusuz Ece Ayhan’a “sivil şiir” gibi bir ayrım yapmaya zorlayan da bu olgudur. Buysa şiirin yapısıyla uyuşmayan bir ayrımı zorunlu kılar. Bu da Ayhan’ın belirginleştirdiği “sivil şiir” ayrımıyla somutlanır. İktidar ya da devlet talep eden bir şiir pratiği ve şiir yazanın tavrı karşısında Ayhan’ın ki şiirle ve şiir yazanın etik tavrıyla uyumlu bir şiirin varlığını yüksek sesle duyurma çabasıdır. Bunun şiirde yetersiz de olsa karşılık bulduğunu iddia ediyorum.
Sanatsal bir pratik olarak şiir içinde iktidarı, otoriteyi ve devleti tartışma konusu edebildiğimize ve en azından şiir yazanların bir bölümü hayatında ve yazdığı şiirde iktidarı ve onun oluşturduğu eşitsizlik ilişkilerini reddettiğine ve hiç olmazsa bu reddi duyurmaya, yüksek sesle telaffuz etmeye çalıştığına göre bunu şiir ve şiir yazan açısından bir kazanım olarak görmek gerekir.
Ece Ayhan’ın şiir ve yazılarından asıl çıkartmamız gereken yorum da bu olmalıdır. Bu bağlamda yukarıda örneklemeye çalıştığım kimi çabalarsa yazanın otoriter bakış açısını belirginleştirmiş olmaktan başka bir anlama gelmez. İktidar talep edenin Ece Ayhan’ın hayatına, yazdıklarına ve yazdıkları içinde öne çıkan muhalif, iktidar karşıtı tavrına ilişkin düşmanlığı ise olsa olsa iktidar talebidir!
Son olarak: Tüzüklerle çarpışarak büyüyen şiir, devlet dersinde ölen/öldürülen/intihar eden şairler hepimizin dahil olduğu bir fotoğrafın arabından hınzırca gülümsüyor !
Halim Şafak