|
Mehmet Taner’in şiirine şu önyargı nedeniyle, bundan yaklaşık bir yıl öncesine kadar ilgi duymadım. Önyargımın gizli nedenini bilemiyorum ama açık nedeni şairin çok fazla yarışmaya katılmış bir ödülsever görünmesiydi bana. Ne yalan söyleyeyim, ödüllü şiirler öteden beri bende “tse” damgalı malları hatırlatıyor. Malların bir standardı olmasına karşı değilim ama, şiirin mallaşmasında ve sonunda şeyleşmesinde ödüllerin payının büyük olduğunu düşünüyorum. İşte o yargıyla bol ödüllü Taner’in şiirinde de bir özgünlük bulacağım umudu oluşmadı bende... Ne zaman ki, arkadaşım Akif Kurtuluş’tan, ona da Mehmet Taner’in anlattığı Cemal Süreya üzerine bir küçük öykü duydum; önyargım orta yerden yarıldı.
Taner’in anlatımına göre, Cemal Süreya’ya birisi Fazıl Hüsnü’ye ilişkin şu böbürlenmede bulunmuş:
“Onun yazdıkları da şiir mi, ben onunki gibi bir çırpıda kırk tane yazarım.”
Cemal Süreya’nın yanıtı şu: “Ben de kırk yazarım ama o kırk bir yazıyor.”
Buradaki taşıran damlanın, “kırk bir” olduğunu söylememe gerek yok. (*) Ama şunu belirtmeliyim: Öykünün taşıyıcısı olan Taner’e ilgimin doğduğu ân, önyargımı kırdığım ân bu öyküyü duyduğum ândır. Ödüllü de olsa, “taşıran dalma” bilgisine sahip olduğu için bu öyküyü taşıyan bir şairin şiirleri nasıldır acaba?
Küflü Şimşek’i böylece edindim. Şaşırtıcı bir “taşıran damla” bilgisiyle karşılaştım, tüm şiirlerde. Üstelik “Gölgede, kendine susmuş/Kapalı/Bir tavır taşması” biçiminde.
Bildiğimiz biçimlerde taşmayan, kendisinden başka hiçbir dünyaya tufan vaadetmeyen, ama imgeyi kaotik bir patlamayla, bir şavkla ve şevkle doğuran şiir. (Ödüller yüzünden bakmadığım şiir, bana neler yapıyor? Bazen ödüllerin iyi şiiri bulduğu bilgisi değil bu, kimi şiirlerin şairin ödülseverliğine rağmen iyi olması. Ayrıca sonradan öğrendim ki, bu ödüllerin birçoğu “rıza” ile değil, “kaza” ile başa gelmiş.)
Mehmet Taner’i şiirleriyle birlikte düşündüğümde, ödülleri unutabildiğim gibi, tüketmeye, şana, şöhrete, kendini göstermeye ahdetmiş bir “vandal yürek”li yerine, bunların tam tersini imleyen, dünyanın dayattığı göstergelerden esirgedikçe kendini, uzak durdukça, dahası eksildikçe çoğalacağına inanmış bir “tavır” ile karşılaştım. Bu tavır bir eda değil, bir jest değil, içerilmiş, poetik bir bilinç, bir tutum. Et ise kemiğine kavuşmuş, kemikse etine sarılmış, organik bir tavır. Şiirin tümü, bir de “etik duruşuyla şair”e bakmak amaçlı okunduğunda, insana dair tüm durumların mümkünü içerisinde bir “farkındalık durumu” görülecektir.
Sözcüklerle kurulmuş bir “farkındalık durumu”... Yani tekinsiz bir mekandayız. “Ben/Bu şiirim/Buraya geldim./... / Ben, bu şiirim, buraya geldim, kaydım da.” Başlangıçtan bu yana sözün neye çözüm olduğunu düşünüyor insanlar? Bilgi neyi bildirdi ve gösterdi bize? Arzuladığımız, öyle olmasını istediğimiz için çalışan kesinlik duygusu dışında, kanıtımız nedir gerçekten? Batının bilgisinde arzunun zehirleyici etkisine karşı bilişsel bir savunma vardı. Nefsi, arzunun zehirinden koruyacak olan bilgi değil miydi? Koruyabildi mi? Doğunun bilgisinde arzu zaten dünyevi oluşuyla bir zehirdi, ruhun esaslı zehiriydi. İnsan, benini ötekileştirdikçe, aşkınlaştırdıkça mutluluğu ve erdemi bulabilirdi. Bu, merkezden kaçma, nefisten kaçma bilgisiydi. Nefsi acıyla terbiye etmeydi. Bu terbiye ne işe yaradı, kulluk kölelik üretmekten başka?
Dünya gerçekten Doğu ve Batı mı, Kuzey ve Güney mi? Kaldı mı kutupları olan bir dünya?
Buğday tanesine Yasini Şerif’i sığdıranlar ülkesinde yaşıyoruz; yazının kerametini bu yoğunlukta görenlerin ülkesinde. Her bir şiirinde dünyayı yeniden kurup yerleştirmeye niyet etmiş, yaşantıların imgelerini, bugüne kadar kazanılmış bütün biçimler içinden geçirerek yeniden kuran bir şiir okuyorum. Bunca söz birikimine karşı, “eksi sonsuzluk” duygusunu sınaya sınaya yazmayı tutum edinmiş bir şaire de şaşarak okuyorum şiirleri. Otuz yıl boyunca, Otuz Yıl Savaşları gibi yaşadığı hayatını, tüm hayatların içinden usulca geçiren, o yaşantıları kimi arkaik (küflü) sözlerle dövüp hırpaladıkça parlatan, tüm tarihin, Ortadoğu’nun, Türkçenin, kimi özel coğrafyaların içinden kaçırarak ilerleyen bir şairin seyirindeki bilgeliği izliyorum; bu ruhun neşesini görüyorum. O ruhun tüm kırılmış halleri çok kesitli bir prizmadan yüzüne şavkıyor okuyanın. Öyle ki insanı buğday tanesi üzerindeki Yasini Şerif’in hükmü kadar kesin bir bilgiye kandırabilir güzellikte kimileri.
Şair de kendisine inanmak için bulmuş gibidir şiirini.
Korkmadan sormayı öğrendim: Ya Kuran’ın hükmü kesinse, yeni bir şiire başlama gücünü kim nasıl bulabilir? Ya Tufan’dan kalmışsak, önceki tarihimizi bilmedikçe neyin kıymeti olabilir? Bunların bir kıymeti olduğunu, evreni, yaşantıları, dünyayı, bir ânı, belirli bir günü yazarken, olguları “belirli” kılmanın şiirdeki beyhudeliğini bilerek, zamanın katmanları gibi üst üste binen imgelerle kuruyor ve böylece, önündeki ve ardındaki yakın zamanı yenen bir şiiri buluyor Mehmet Taner. “Adacıkları sızlatan yeni ezgiyi buluyor” kıyılara bir daha sala sala, döve döve yaşantıları.
Sesinde alışılmadık bir yankı var. Büyük, kavruk, içten içe dövünen bir yankı. Dağılan, sessizliği belirdikçe, gövdesi silindikçe gölgesi çoğalan bir şiir. Yankısı içe doğru gelişen bir şiirin önündeyiz. “Kendi içine de havuz/ (cepler) /açan şiir.” Havuz yerine boşluklar, kara delikler de demek mümkün. Belki o boşluktaki yankıdır bu sesler. O yankının içinde kaynaşan bütün seslere kulak verebilir miyiz? “Ey batmış acılar, ey sönmüş ova, ey kahkaha kuyusu” (Karabasan).
Denemeliyiz. Denerken bize ipucu olabilecek birtakım sorular geliyor aklıma. Örneğin öç duygusunu, adalet arayışını yitirmiş, ya da öcün saçmalığını düşünmeye başlamış Hamlet’in sesi nasıldır? Olmak dese olmamak fazla, olmamak dese olmak, belki. Bir tehlike belirir ama, Danimarka krallığında değil, ruhunda. Dönüş’te olduğu gibi: “Bana şimdi n’oldu/ Yüzüme söylüyorlar sevilmediğimi/ Sürgün yetmezmiş gibi, çekilenler yetmezmiş gibi/ -Ne yabanıl şeysin. Senin yanında olmaktansa/ Sırtlanla dolaşmak iyi!”
Hamlet’te ve Taner’de değişmeyen, sabit kalan hep şu replik olacak galiba:
- Ne düşünüyorsunuz efendimiz?
- Sözcükler, sözcükler, sözcükler...
Kıyım duygusunu özkıyımla değiştirmiş Raskolnikov, nasıl bir iç konuşma sürdürür kendi kendine? “kum tanesi, kum tanesi/ benim sesimi gördün mü, başsız bir ata binmişti/başsız bir kalabalığa binmişti/ölü gibi sinmiş, ölüler’e sinmişti.” (Bir İntihar Üzerine “Söz”).
Dağda isyan nedenini unutmuş, ıpıssız kalmış bir efe, ? Bu halde bir İnce Memed, Çakırcalı... En’el Hak sözündeki “En’el” olanın vurgusundan tad almayan bir sufî... Ya da tanrısına heyecanı kalmamış bir sufî, nasıl ses verirdi?
Sanatın varlık nedeninin hiç de söylenenlerle ölçülecek türde olmadığını anlayan bir bilgenin, ironiyi kulllanma biçimi, ironisinin şiirsel biçimi neye benzer?
Güneşin sağlam bir merkez olduğu dönemlerden kalma Aydınlanma bilgileriyle büyüdük. Güneşin sıvılaştığı bir çağı da gördük (Yetinmiyorum acıyla/Sıvı güneş). Bu çağda aydınlanma bilgisinin kimin işine yaradığını merak ettiğimizde bulduğumuz ve hatta merak etmesek de zaten maruz kalmış olduğumuz “gerçeklik” duygusunun altında ne yapacağız? Ağlayacak mıyız? Ya da özneyi bütün bu yapıbozumların içinde bir nesne sayıp onun bozulmasından oluşmuş, o bozulmanın kimyasından doğmuş bir ifade mi bulacağız? Var mı?
Küflü Şimşek’teki ironiden söz etmeye çalışıyorum. Şiirlerdeki seslerde, bildik seslerin izleri var, ama bu izler o bildik seslerle aynı değiller. Bilineni imlerken bozuyor bu sesler ve düzen için uydurulmuş o sarkacın ritmine ters düşüyor. Bu kez sarkacı daha yükseğe asıp daha geniş salınmasını sağlamak neye çözüm olabiliyor? Yani kaotik olana sözlerle biçim verme, kaosun böylece yeniden kurulması, “yeryüzüne atılmış olma” sıkıntısına nasıl bir estetik kazandırıyor? Umutsuz sözler. Ama bir arayışın umudunu taşıyan çabayı da görmeliyiz, bunca şiirsel gayrette, çalışkanlıkta. Bu gayreti, çalışkanlığı, behyudelik duygusunun içinde karşıt olarak bulunan bir tutunma bilgisi, bir tür telafi diye adlandırmak istiyorum.
Şöyle ki: Otantik olana bir daha dönülmeyeceğini biliyoruz; bunu bilmek yapay olanı mutlaklaştıracak mıdır, yoksa, küflü de olsa şimşeğin sesiyle yeniden üreperebilecek miyiz, çocukluğumuzdaki gibi?
Her ne olursa olsun, yaşamı büyük başlıklarla ortaya koymasa da, sonsuzdan sonsuza salınan bir şiir alanında olduğunuzu hissettiriyor Küflü Şimşek, zorlamadan, zorlanmadan. Her işaretini anlamak gerekmedi benim için, buna karşın iyi davranıyor bana. Bu şiir daha önce hiç duymadığım, herhangi bir akıma yakıştırmayı uygun bulmadığım özgünlüğünü, hiç duymadığım ritmini veriyor cömertçe. Hiç duymadığım tam karşılamıyor, ama iyi ki karşılamıyor; bir “hüdayinabit” şiir değil. Kökleri derinde bir şiir. Ama kendisi de kök-sap olabilmiş bir şiir. Yıllardır duyduğum melodilerin birden tazelenmesi, “yepyeni duygusu” vermesi şaşırtıyor. Şu “Kumsal”a bakın (243); “Akdenizli bir yeniyetme” diye başlıyor. Bu noktalı dizeden sonra gelen dizelerde, güneşin hallerini, bu yeniyetmenin yüzündeki ifadeler üzerinden izliyoruz; güneş altında kurulmuş mitolojilerin yakıcı yalan duygusunu, Kaaf kuşu’nu, tek sözcükle değişime uğrayan Troya’yı, oradan Lorca’yı, Lorca’nın o malum anındaki sıcacık bir duyguyu, kısacık şiirde, büyük bir genişlemeyle ve ân tazeliğinde buluşturmak, üstelik bunu bir yüzün güneşle oyunu sırasında betimlemek, bana hayranlık duygusunun ürpertisini veriyor; kastettiğim bu ürperti işte. Bütün bunlar bir ân, birilerinin kurşuna dizilmediğine inanıldığı bir zaman diliminde yaşanıyor şiirde ve zihnimde.
Benim için Küflü Şimşek’i alışılagelmiş şiir serüvenlerinden ayıran bir düşünce var. Bu şiirin şiirlere katılmak için değil, bugüne kadar gelen şiire bir bakım kazandırmak için, bakım da değil, bir bakış kazandırmak için var olduğu düşüncesi, okudukça artık bir kanıya dönüştü. Şairin, insanın kazandığı bütün zihin, yaşantı, biçim, ses, ritm oyunları içinden geçmeyi yeğlemiş bir seyyah olduğunu söylemek hiç de zor değil. Bu yaratılmış şair, kendini yaratan, süreği olan şiire borçlu, o yüzden yaratan bir şair. Bu anlayışın zihinsel bir dayanağı, öznenin kendini tanımlayışının bu anlayışta bir rolü olmalı.
Kant’ı yorumlayan Deleuze’nin bir sözü zihnimde Küflü Şimşek’i okurken canlandı ve bir karşılık buldu. “Özne kurucudur, özne belirişin değil, belirenin değil, belirenin ona belirlediği koşulların kurucusudur.”(Kant Üzerine Dersler, sf. 21. Öteki Yayınları 2000, çeviri Ulus Baker). Hem yaratılan hem yaratandır insan; koşulların yaratığı özne. Şair de yaratılmış öznedir, kendisini belirleyen koşulları belirleyen olarak da yaratıcı özne.
Deleuze’nin Kant estetiği yorumundan yararlanarak sürdürüyorum:
Bu sözün Küflü Şimşek açısından iki ağırlığı var: Öznenin kurucu özelliğini somut biçimde hissettiren bir şiir olması, birincisi. (Öznenin saklandığı çok az şiir var). İkincisi ise, Taner şiirinin geniş bir biçimler galerisinden geçerek yeni bir biçimsel varlık kazanması. Bu tutumun birincisiyle bağlantılı ikincil bir anlamı var. Bu anlam da biçimlere sığmayan şeyler üzerine bir anlayış:
Biçimlere sığmayan bir şey var mıdır? İnsan onu zihinsel tasarımı içine katmışsa biçimlenmemesi olanaksızdır. Biçim insanın nesnelere kazadırdığı anlam aracıdır. Şeyleri zihnin bir nesnesi, bir aracı, bir oyunu, zihnin bir edimi olarak içselleştirmek için biçimler buluruz. Evrende anlam alanımıza girmiş herşeyin insan tarafından yaratılmış bir biçimi vardır. Görünür bir biçimdir bu. Görmemiz ya da görme biçimimiz ise, insanları belirleyen koşullara göre değişir. Sınıfsal, kültürel, ideolojik ve bireysel tecrübelerden oluşan bilincine göre. Sonuçta değişmeyen, insanın biçim kazadırmadığı hiç birşeyi tanımadığıdır. İnsan, biçimleri kendi yapımı olarak sever ya da reddeder. Bu alan bir değer oluşturma alanıdır. Mehmet Taner ise, şiir adına bulunmuş bütün biçimleri seven bir şair. Ancak, hiçbir bilgiyi, hiçbir sözcüğü, hazır bulduğu biçimde aktarmadığı gibi, şiir biçimlerini bozmayı, rubai ile şathiyeyi, müstezat ile gazeli, serbest şiirin özgür biçimleri içinde kullanmayı yeğliyor. (Onun “saçma” bilgisine, ironi anlayışına uygun, kahkahayı içe doğru bükmesine imkan veren biçim ise şathiye.) Bir biçimi kendi zihinsel formuna uydurmak için bozuyor, onu kendi deneyimleri içinde tanınabilir kılıyor ve bu biçimi kendisi bulmuş gibi ustaca kullanıyor. Ama asla buluşunda ısrar yok, kalıp keyifle konaklayım hevesi yok. Bir yerde kalmayı değil, o yerden gitmeyi seviyor. “Kardeşler, ben şehrinizi pek beğendim/Aynalarınızı, içlerindeki umudu, yolları pek beğendim/Ama üstelemeyin daha fazla ne olur/Kardeşler, bırakın ben gideyim.” (Düş Kırgını, üçüncü bölüm).
Bu tutum bir şey içinde eğlenmek olduğu gibi, bir şey ile eğlenmek, dünyaya gelmiş olmanın, dahası dünyaya atılmış olmanın katlanılabilir kılınması için bulunmuş bir oyundur belki. Ergin Günçe’nin de bulduğu ve hazla oynadığı gibi bir oyun. Huizinga’nın kullandığı anlamda oyun... Oynayarak biçim kazadırmadığı şeyleri zaten algı alanına bile sokmuyor Taner. Belirsizliğin şiiri olsa da, belirsiz bir şiir değil. Belirsiz olmayışın bedelini ödeyerek yazılmış fazlasız şiir. Kendinde belirsizlik sevmeyen bir şiir. Şair, algı dünyasına giren her şeyi, ruhunun ve o şeyin gerektirdiği bütünlük duygusuyla sarıyor. Sorumluluğu orada başlıyor, acısı da. İroni bilgisi, sardığı nesneyi dışlamaksazın, onu okşarcasına bir şakalaşma düzeyinde tutuyor. Kahkahası boğumlu bir gülme duygusu. Acıyı boğma isteği. (Ulleyk çiçeğine düşkünlük de bu nedenle olsa gerek.) Dolayısıyla içi oldukça neşeli bu şiiri gülerken görebilirsiniz ama, zalimlere mahsus o çiğ kahkahaları aşmış, aklın cenderesinden kurtulmuş, içe doğru genişleyen, dışardan belli belirsizmiş gibi görünen bir kahkaha bu. Bu da bir eksiltmedir. Kahkahayı eksiltme. Acıyı da eksiltebilme hakkı edinebilmek içindir bu. Eğer kahkahaya ya da çığlığa bir ritm bulunmamışsa bunlar da pek çirkinler arasındadır. Bütün sorun bir ritm bulma, ritm kazandırma sorunudur, zihne hücum eden yaşantılar gürültüsü içinde. Duyumsanan kaosu ehlileştirme, onun içinde yaşayabilme, yaşarken kendini var edebilme çabası. Bu kadar gri olmasının nedeni de budur şiirin. Başat renk gri, sis gibi gri. Gri parçalanmak üzere vardır. Bazen tek renge bile dönüşebilir. Siyaha örneğin. Ama gri parçalanmalı, kaos, şiirde kendini yalnızca şiir biçiminde temsil edebilecek bir ritme kavuşmalıdır.
Şu sözleri ben de Küflü Şimşek için söylemek isterim: “Ritmle kaos arasındaki belirsizlik muazzamdı. Paul Klee’nin çok ünlü bir metnine bakın –ritm kaostan nasıl çıkıyor; gri nokta kendi üzerinden nasıl sıçrıyor ve kaosun içinde bir ritmi düzenliyor: İşlevi hem kaos hem de bir ritmin varolma zamanı olan gri noktanın, dinamik olarak kendi üzerinden nasıl sıçradığına, kaosu nasıl düzenlediğine ve ritme olanak sağladığına bakın. Cezanne bir manzaraya asla bakılamayacağını anlatıyordu. Bir şeye bakıyor –o mutlak kaos. Cezanne diyor ki bu yeryüzünün kaynaması, sarsılıp yıkılması gibi. O anda artık tabloyla aynı şeyimdir ben –bunu söyleyen Cezanne- artık biz de yanar döner kaosun bir parçasıyız...” (Kant Üzerine Dört Ders, sf. 90-91). Hatırlayalım: “Ben, bu şiirim, buraya geldim, kaydım da.”
Kaosun bir parçası olduğunu duyumsayan Taner, kaosu insan yaratığı bir zihin ve duyum durumu olduğunu gören ve duyan şair, ne yapabilir? Üstelik dünyada belli bir mekanda ve belli bir zamanda bunu biliyorsa... Kader, keder, irade, çınlamalar, nidalar, “ey benim!”li söyleyişler, “gelmiş bulunmak” ile “kalmış olmak” arasında varoluş gerginliği... Uzun ince bir yol, nasıl geçilecek?
Geçilen bütün yollardan geriye doğru ve ileriye doğru bir büyük sarkaç kurması, şiiri daha yükseğe yerleştirmesi, bu yükseğe çıkabilmek için de onu ağırlıklarından kurtarması, safralarını atması, (“safrayı kusup atmak tafraya son verir”) -deyim yerindeyse- eksi sonsuza doğru gitmesi gerekiyor; daha önce bu amaçla yapılan biçimlere bakıp, onlardan kalmışsa alıp yeni enerjiler kazandırması gerekiyor; kendini bu sorunlarla var eden bir şiirin.
Belki ileriye doğru değil gidiş, tam aksi yönedir; bunun için sıfır noktasından başlayan şairin gidiş yönü eksi sonsuzdur. (Her şairin sıfır noktası vardır. Taner’inki belki şu dizesinde görünüyor:“Hiç mi olmadım. Hiç mi. Ne”).
Eksi sonsuza doğru... Bu ne demek? Şiirin bir sözcük eksiltme sanatı olduğunu söyleriz. Bu da var ama, asıl, yaşantıların çokluğu, çeşitliliği, birbirine benzer ve benzemez haller içinde sadeleştirilmesi, görünür bir motife, hissedilir bir deneyime dönüştürülmesi, en az sözcükle bir şeyin bir anlatıma kavuşturulması, ne yapılırsa sağlanıyor? Dildeki katmanların saklanmasıyla değil, aksine kendini var edecek, görünür kılacak biçimde, elde olan biçimlere bir arkeolojik kazı tekniği kazandırılmasıyla azaltılabiliyor. Belki daha kalıcı, daha sağlam bir ritm araşıyıdır bu. Coşumcu olmayan, akut bir duyguyla işlemeyen, daha geniş zamanların ritmi. Hatta ezeli bir “seda” bulsa sözden bile vazgeçecek, o denli ‘sesci’. Artı sonsuza doğru giden bütün ritmlerde kaosun daha da kaotikleşmesini sağlamaktan başka bir biçim bulamadı insanlar. (Bunu iştahla, büyük bir hızla sürdürüyorlar ve bu da “Cihanda acı gibi çıplak olacaksın” çağrısını zorunlu değil, iradî kılıyor adeta. Eğer, varolan karşısında duyulan ölçüsüz bir kederle ölçülmeseydi... çile ve melankoli, verdiği mahrumiyet duygusuyla bize kaybettiğimiz, unuttuğumuz şeyleri hatırlatabilir miydi? (Adorno).
Hatırlatamazdı belki ama, Taner’in şiiri bunları sormanın da derman olmadığını, ne olmuşsa geç kalınmış olduğunu duyumsayan bir şiirdir. Geç kalma duygusunun bir hayıflanma değil, bir yaşantı olduğunu, kimi zaman yaşantının kendisi olduğunu hissettirir. Taner, nesnel çılgınlığa kurban gitmemek için gereken saçmalık bilgisini sıkı sıkıya taşıyan şairlerden biridir aynı zamanda. Kahkahayı terbiye etmiş, ona yeni çınlamalar, yeni havalar kazandırmış bir şiir. (İtalikteki söz Adorno’nun).
Bu yaklaşmalar Küflü Şimşek’teki poetik için. Ama bu sözleri temsil edecek bir örnek ver derseniz veremem. “Ver” demediğiniz için söyleyebildim bu kadarını. Bir arayışla “tümünden” çıkarılmış bir anlam bu. Daha doğrusu özenle kurulmuş bu peotik yapının hayranlıkla okunma denemesi sayılmalı bu düşünceler.
Mahmut Temizyürek
-----------------------------
(*)”Musikar kuşu, rüzgârlara gagasıyla kırk ‘müzikal” yanıt verir de kırk birincisini arar”. (Hulki Aktunç, Erotologya, sf. 17)
|
|
|
|
|