S O Y L U E D E B İ Y A T

günay güner

 


BİR ŞEYİN ŞİİR OLUP OLMADIĞINA NASIL KARAR VERİLİR? (Günay Güner)

 

 

Şiir nedir? Bu soru her zaman sorulan ama tam yanıtı bir türlü alınamayan sorulardandır. Her defasında filin bir yanı tanımlanır. Ya da ne olduğu değil, ne olmadığı üzerinde durulur. Böyle oluşunun altında, büyük ölçüde, şiirin ele avuca sığmazlığı, özgürlüğe tutkunluğu, sınırlanamayışı yatmaktadır. Bu durum ise, şiire her niyete yenen muz gözüyle bakılmasına, ben yaptım oldu anlayışı içinde yaklaşılmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla, eleştiri disiplini içinde, şiirin (yazının) nesnel, bilimsel ölçütlerinin ortaya konulması kaçınılmazdır. Şiirin özgürlükçü yapısı bu ölçütlerin yaklaşık da olsa belirlenmesine engel değildir. Aksi halde bir şiirin başarısıyla ilgili bir yargıya nasıl varılabilir? (Burada eleştiri kurumunun önemi de açıktır.)

 

            Şiirin sözcük kökeninde yaratma eylemi vardır. “Eski Yunanca’da şiir (poiesis) teriminin başlıca anlamı ‘yaratı’dır; eski Çin geleneğinde de ‘şiir, dilsel sanat’ olan shih ile ‘ereklik, niyet, amaç’ anlamındaki chih birbirine sıkı sıkıya bağlı iki ad ve kavramdır.”(Jakobson, 1995:14)

 

            Şiir bir üstdildir. Dilin başat ya da basit işlevinin dışına çıkılmasıyla oluşur. Dil olgusu genel olarak doğal dil, yazınsal dil, şiirsel dil olarak ayrışır. Şiirsel dil ise düzanlatım şiiri (düzyazı şiir) ve koşuk şiir biçiminde bölümlenebilir.

 

 

            “Son çözümlemede şiir, anlatımın biçimi ve içeriğin biçimi yönünden çekici kılınmaya çalışılmış bir söylem türü olarak kabul edilegelmiştir.”(Yalçın, 1991:31) Bu bakışla şiirsel yapının dayanaklarının, anlatımın biçimi olan bürünbilgisi ve içeriğin biçimi olan sözbilgisi üzerine kurulabileceği söylenebilir. 

 

            Estetiğin temel kaynaklarından Aristoteles’in Poetika’sı şiiri genel yazın düşüncesi içinde ele alır. Genellikle Homeros’un yapıtları üzerine kuruludur. Hele de yazıldığı çağ düşünülürse, belirlemeleri hayranlık vericidir. (Keşke Poetika’nın tümü günümüze ulaşabilseydi.) Şiirin düşsel, kurgusal, diğer deyimle olası olaylara ilişkin yanı güçlü değilse, dizeler oluşturmanın şiir niteliğini sağlamaya yetmeyeceğini, Heredotos’tan ve diğer örneklerden hareketle açıklar. (Belki ağır basan eksik yanı şiiri anlatısız, konusuz düşünememiş olmasıdır.) Ta o zamanda şiirin bir “üstdil” olduğunu görmüştür Aristoteles: “’Sanatta güzelleştirilmiş dil’ deyince, harmoniyi yani şarkı ve mısra ölçüsünü içine alan bir dili anlıyorum”(Aristoteles, 2001:22) Şiiri genellikle destan türüyle sınırlı algılar. “Taklit“ (bazı çevirilerde “canlandırma” sözcüğüyle de karşılanabiliyor) diye adlandırdığı bir olguyu kullanarak, sanat eyleminin insanın çocuk yaştan başlayarak “taklit” yoluyla öğrendiğini, şiirin de bir taklit ve bilgilenme aracı olduğunu, sanatın çirkin durumdaki gerçekliği bile güzelleştirip, tahammül edilir kıldığını anlatır.

 

            Çağımızda ise poetika kuramı, bir yanıyla Aristoteles’ten esinler taşısa da yeni düşünsel kazanımlarla gelişerek, klasik şiir (dil) anlayışı, çağdaş şiir anlayışı ayrımına ulaşmıştır. Barthes şöyle açıklık getirir: “Klasik dilde, sözcükleri bağıntılar yönlendirir, bağıntılar her zaman tasarlanmış bir anlama doğru götürür hemen; çağdaş şiirde, bağıntılar yalnızca sözcüğün bir yayılmasıdır; ‘konut’ olan Sözcük’tür, işitilen, ama ortada olmayan işlevlerin bürünü içine bir köken gibi yerleşmiştir.”(Barthes, 1989:50) Gene kuramın öncülerinden Todorov’a göre ise, “poetika, tek tek yapıtları yorumlamaya karşıt olarak, anlamı adlandırmayı değil, her bir yapıtın ortaya çıkışını yöneten genel yasaların bilgisine ulaşmayı amaçlar. Ancak, psikoloji, sosyoloji, vs. gibi bilimlerin aksine, bu yasaları edebiyatın kendi içinde arar. Demek ki, poetika, edebiyata dair hem ‘soyut’ hem de ‘içsel’ bir yaklaşımdır.

 

            Poetikanın nesnesi, edebi yapıtın kendisi değildir: Poetikanın sorgulamaya tabi tuttuğu şey, edebiyat söylemi denen o özgül söylemin özellikleridir. (…)Bu itibarla, poetika gerçek edebiyatla değil mümkün olan edebiyatla uğraşır;” (Todorov, 2001:37) (Bu olasılık kavramına Aristoteles’te de rastlıyoruz.)

 

            Bilinen anlatıdır. Bıktıracak kadar çok yazıldı, belki bu yüzden içi de boşaldı. Valéry Degas’nın kendisine anlattığını aktarır. Degas Malarmé’ye “zanaatınız çok cehennemlik bir durum gösteriyor. İstediğim şeyi yapamıyorum, ama fikirlerle doluyum…” der. Malarmé ise onu yanıtlar: “Şiirler fikirlerle yapılmaz ki sevgili Degas. Sözcüklerle yapılır.” (Valéry, 1995:120) Ne ki pek çok kaynak anlatıyı burada bırakır. Oysa Valéry devamında bir şey daha yazar: “Malarmé haklıydı. Ama Degas fikirlerinden söz ederken eninde sonunda kendilerini sözlerle ifade edecek olan iç konuşmaları, ya da imgeleri düşünüyordu. İşte içindeki fikir adını verdiği bu sözler, bu cümleler, bilincin bütün niyetleri ve algıları- bütün bunlar şiir koyamazlar ortaya. Yani başka bir şeyin olması gerek –bir değişim, bir biçim değiştirme, ister doğrudan olsun ister olmasın, ister kendiliğinden olsun ister olmasın, ister çalışılmış olsun ister olmasın-…” (Valéry, 1995:120)

 

            Tekilci düşünmek pek çok alanda seçtiğimiz bir yol. Şiir tartışmalarında da anı şey gözleniyor. Ya bu uçtayız, ya öteki… Oysa bilim de, diğer alanlar da, olguların diğer olgularla ilişki içinde olduklarını, söz konusu etkileşimlerden ayrı olarak, bir soyutlama çabasıyla anlaşılamayacaklarını öngörür.  Şiirin, varoluşunu etkin kılmak adına, her tür insansal ve toplumsal alanla olan ilişkisini koparma, yok sayma eğilimi ağır basmıştır. Bu ise çoğu zaman,  “şiir akılla yazılmaz, akıldışıdır”, “şiir sözcüklerle yazılır”, “şiirde anlam olmaz, anlamlıysa iyi şiir değildir” (oysa şiire özgü bir anlam vardır), “şiirde duygu olmaz” gibi birtakım eksik ya da tutarsız önermenin savunusu şeklinde gerçekleşmiştir. Şiirin varoluşundaki kapsayıcılık, kuşatıcılık, özgürleştiricilik düşünüldüğünde ölçütlerin bu kadar ak-kara biçiminde, katı bir anlayışla, zembille inmişçesine belirlenmeye çalışılması şaşırtıcı ve çelişkilidir. Ne ki, bu eğilimlere birebir katılmamak, şiirin sıradanlaştırılmasını, düzeyinin düşürülmesini, düzyazıya yaklaştırılmasını, imge yoksulu kılınmasını savunmak anlamına gelmez. Şiire ilişkin dayatılan koşulları sorgulamanın, daha gerçeğe yakın ölçütlere ulaşmanın önemi bu noktada da ortaya çıkıyor. Demem o ki, şiirin mutlaka ölçütleri olmalıdır, ama gerçeğe yakın, doğru ve saptırılmamış olmak koşuluyla. Zamanla bu şablonlar öyle dokunulmazlık, öyle “yücelik” kazandılar ki, yaratıcı düşünceyi de tahrip edecek yönde koşullanmalara neden oldular. Kaya Özsezgin bu konudaki bir yazısında Jean Dubuffet’den şu önemli belirlemeleri aktarıyor: ”Bazı durumlarda aydınlar, bu değerleri sorgulamaya daha hazır olabilirlerdi, fakat mitlerin saygınlık düzeyi bir kez düştü mü, kendi yetkelerinin de tutunamayacağından korkarak buna cesaret edemiyorlar. (…) Bu aydınlar için özel ‘kültürden arınma’ okulları kurulmalı ve oralarda uzun süre kalmalılar, zira içlerine işlemiş kültür kalıplarından kurtulmak, ancak yavaş yavaş, küçük küçük adımlarla gerçekleşebilir.” (Özsezgin, 2005)

 

            Şiire tüm ilişkilerini kopararak gökten inmiş işlemi yapmanın bir yansıması da akıl sorunuyla ilgilidir. İnsan yaşamın hangi anında akıl yürütmekten uzaklaşabilir ki, şiir gibi önemli bir uğraş içindeyken, akıldışı kalabilsin? Bunun olanağı var mıdır?  Kastedilen, olsa olsa, şiirin varlığını son aşamada aklın değil de, şiirin ilkelerinin belirlediği olabilir. “Sanat yapıtının tümüyle biçimsel idealliği bu durumda, genel olarak şiir ele alındığında, şiir sözcüğünün de belirttiği gibi insan elinden çıkma bir yapımın ve üretimin sonucu, insanın kafasının içinde biriktirip canlandırdığı, geliştirdiği, kendi etkinliğiyle üretmek için yine buradan çekip aldığı şey olarak ortaya çıkıyor.” (Hegel, 2002:67)

 

            Melih Cevdet Anday da şiirin akıldışı olduğu kanısındadır. Ona göre “çıkar yol şiiri tanımlamaktan vazgeçmektir. Tanım akıl işidir. Şiir ise akıldışıdır.”(Anday, 1999:155) “... bilim adamları da en büyük buluşlarını aklın dışına çıkarak gerçekleştirirler”(Anday, 1999:155) Bu yazısındaki yaklaşımını dayandırdığı, John Perse-Albert Einstein diyalogundan, bilimde bile aklı yadsıyan bir sonuca ulaşması tutarsızdır. “Çağdaş bir şiiri okuyan ‘anladım’ da diyemez, ‘anlamadım’ da dememelidir.”(Anday, 1999:226) “Çağdaş şiirde süsleme yoktur, diyesim atılacak bir şey yoktur, kendi olarak vardır o.” (Anday, 1999:226) Anday usta bile şiirin oluşumunda aklın payını yadsıyabilmektedir.

 

            Değerli düşünür Derrida şiir konusunda kanımca gerçeğe en yakın yaklaşımları belirtir “Şiir Nedir?” adlı yapıtında. Şiir doğası gereği “kabuğuna çekilmiş”tir. Kısa olmalıdır. Bu “belleğin tutumluluğu”dur. Aristoteles’ten esinlenir, ama ona bir gönül işi olma, yani duygusallık boyutu ekler. “Şiirsellik, senin (yürekten, ezbere) öğrenmeyi arzuladığın şey…”dir. Şiir eksiltilerle, atmalarla, seçmelerle oluşturulur. “Eksilti ya da seçilmiş olmak (elektion-seçilen, seçim) yürek ya da kirpi” Ve şiir nedir sorusunun hüzünlü bir alt anlamı içerdiğini imler. “(Şiir) nedir? Şiirin yitişinin yasını tutar-bu başka bir felakettir.”(Derrida, 2002:15,16,19,23) (Eğer çevirinin kötülüğünden değilse, Derrida bu küçük kitabını da kısa tümcelerle, “eksiltili” bir biçimde yazmıştır.)

 

 

            Biz de bir şiir tanımına gidecek olursak şunu yazabiliriz: Şiiri şiir yapan, kuşku yok ki, güzelduyusal (estetik) bütünlük oluşturacak şekilde; imge (ille de imge!), dolayısıyla çağrışım yoğunluğunun, anlam katmanlarının derinliğinin; insanlığın tarihsel ve sanatsal birikimiyle, üzerinde yaşadığı coğrafyayla ve anadiliyle olan güçlü bağlarının, yeni, özgün, kendine has bir yapı oluşturmaya yönelik uyumlu, müzikal birlikteliğidir. Bu nitelikler olmadan şiirin olamayacağı açıktır. Günümüzün önemli şairlerinden Mahmut Temizyürek’in şiir tanımı da kapsayıcıdır: “Şiiri, evreni, kendini, tüm varlıkları tanımlamayı, tasarlamayı ve değiştirip dönüştürmeyi yaşam olarak gören insanın zihninde ya da bedeninde hapsolmuş sözcüklerin belirli bir yapı içerisinde dışa çıkması, dış ile iç arasında bir bağ araması ve bu bağın gücüyle insanın ruhsal ve zihinsel özgürleşme çabasına katılması olanağının ezeli bir biçimi olarak da tanımlayabiliriz.” diye yazar şiir kuramıyla ilgili bir yazısında. (Temizyürek) 

 

            Şiir hem kendi doğası içinde, hem de çokluk toplumsal değişmelere koşut olarak sürekli değişim içindedir.  “…düzyazı değişime uğrayıp evrim geçirirken, şiir de aynı anda evrim geçirir. (…)Aynı zamanda, şiirin işlevi de şiirdeki başka özelliklere, çoğunlukla da ikincil nitelikli, türemiş özelliklere kayar: Yani birimleri sınırlandıran ritme, özel bir sözdizime, özel bir sözcük dağarcığına kayar.”(Tinyanov, 1995:110-111) Ayrıca şiir tarihsel süreç içinde önce şiirsel düzyazı aşamasını yaşar, ardından da düzyazı şiire ulaşılır.

 

            Şiirde anlam, gördüğümüz gibi, farklı boyutta gerçekleşir. Şiire özgü bir anlamdır. Aksi durumda şiir bir sayıklama, bir hezeyan, şamanca bir coşku ve esriklik hali olurdu. Kimi Gerçeküstücü şairler (Eluard, Aragon, Saupault) hipnozlu uykuda şiir söylemeyi denediler. (Anday, 1999:155) Eğer bu geçerli bir yol olsaydı ardından gelen şiir anlayışları bu arayışa dayanırdı, en iyi örnekler bu yöntemden doğardı. Ama biliyoruz ki, böyle bir gerçeklik yok. “… şiirde anlam taşıma (signification) ile bildirme (information) yi ayırmak gerekir. Metnin anlamını belirtmek bütün bildirisini içermek sayılmaz. Bir şiiri, derinliğine değerlendirmek, bütün yönleriyle onu duymak, okur olarak bilgimize, kültürümüze, duygusallığımıza bağlıdır.”(Bayrav, 1999:42)

 

            Kuşku yok ki, bilimselliğin önkoşulu yapıtı öncelemektir, önemsemektir. “…her yazınsal ya da bilimsel hareket, her şeyden önce, üretilmiş yapıta dayanılarak değerlendirilmelidir, bildirgelerindeki parlak sözlere göre değil.”( Jakobson, 1995:14) Bir başına yeterli değildir bu koşul. Yapıtı, yaratıcı eylemin öznesiyle (sanatçı), toplumsal ilişkilerinin niteliğiyle birlikte ele almalıdır.

 

 

 

 

Şiir Yazmanın ya da Şair Olmanın Kuralları Var mıdır?

 

            Tam da bu noktadan konu şair bağlamında sürdürülebilir. “Şair, bilinçli bir deli ve bilinçli bir çocuktur;” der Anday.  “(M)ekânları bilerek karıştırır ve şakayı bilmeye yeğler. Saçmalayan ve şakalaşan biridir şair, böylece de doğayı korku verici olmaktan çıkarır, masala çevirir.”(Anday, 1999:84)

 

            En eski ve yetkin kaynak gene Aristoteles’tir. Poetika’da şiirle birlikte şairin de niteliği üzerine, tarihçi örneğiyle kıyaslayarak önemli güzelduyusal ilkeler belirler: “1. (…)Ozanın ödevi, gerçekten olan şeyi değil, tersine, olabilir olan şeyi, yani olasılık ya da zorunluluk yasalarına göre olanaklı olan şeyi anlatmaktır. 2. Tarih yazarı ve ozan, biri düzyazı, öteki nazım yazdığı için birbirinden ayrılmazlar. Çünkü, Heredotos’un yapıtının mısralar haline getirilmiş olduğu düşünülebilir. Bununla birlikte, ister nazım, isterse düzyazı biçiminde olsun, Heredotos’un yapıtı bir tarih yapıtıdır. Ayrılık daha çok şu noktada bulunuyor: Tarihçi daha çok gerçekten olan’ı, ozansa olabilir olan’ı anlatır. 3. Bunun için şiir, tarih yapıtına oranla daha felsefi olduğu gibi, daha üstün olarak da değerlendirilebilir. Çünkü şiir, daha çok genel olanı, tarihse tek olanı anlatır.” (Aristoteles, 2001:30) Burada sözü edilen engel günümüzde de sık sık gözlenen bir durumdur. Yani dizeler biçiminde çoğu zaman “düzyazı” okuyoruz. Düzyazı, dize olarak yazılmakla şiir niteliği kazanamaz. Öte yandan şiir yaşamın her yanını kapsar diye, her sözcük şiire boca edilerek de bu iş yapılamaz. Sözcükler arasında iç tutarlılık, sözcüklerin tarihsel anlam katmanlarıyla güçlü, derin ilişki kurmak zorunludur; doğru şiirsel anlatım biçimleri bulunmalıdır. Bunlar iyi şiir için şarttır. Hegel bu gerçeği yetkince açıklar: “…akılla ve canlandırmanın tinsel öğesiyle ortaya konmasından dolayı, yaşamı duyarlı bakışa sunulmuş olmakla birlikte, evrensel olanın bu niteliğinin etkilerini kaçınılmaz olarak üzerinde taşır. Bu basit üretim olgusunun biçimsel idealliği karşısında, şiirsel olana üstün idealliğini kazandıran şeydir. Dolayısıyla sanat yapıtının görevi burada, nesneyi evrenselliği içinde yakalamak, içeriğin ifadesinin basitçe dışında, onunla ilgisiz kalacak olanı onun dış görüngüsel belirtisi içinde bir yana bırakmaktır. Sanatçı işte bu nedenle, yarattığı biçimlerin ve benimsediği ifade tarzlarının içine, dış dünyada veri olarak verilmiş bulduğu her şeyi katmaz ve bunu, bunları zaten verilmiş olarak bulduğu için yapmaz; bunu yapmak yerine, özgün şiire ulaşmak istiyorsa, o şeyin kavramıyla ilgili yalnızca doğru ve uygun anlatım biçimlerini araştırır.”(Vurgular benim GG.) (Hegel, 2002:69) Şiir insanın özüdür, şairse bu özün sözcüsüdür. İnsanın en dar, en zor koşullara düştüğünde şiire sarılmasının nedeni budur. O yüzden de insanlığın evrensel birikimini ve ortak kaygılarını, olabildiğince içermelidir.

 

            Süreya ustanın dediği gibi, “şairin hayatı şiire dahil”. Şairi şiirinden, yapıtından ayrı düşünmek ne kadar olanaklıdır, ne kadar anlamlıdır? Şiiri yazan kimdir? Şair değil midir? Yoksa Benjamin’in, Adorno’nun kuramını oluşturduğu; sanat yapıtının pazarda meta konusu olması gerçeği, böyle bir yaklaşımı gerekli mi kılıyor? Adorno’nun “Auschwitz’ten sonra şiir yazılmaz” diyerek, bütün ağırlığıyla önümüzde koyduğu koşullar günümüzde de geçerli değil midir? Farklı bir şiir yazılamayacaksa, yazmamak daha erdemli, daha içtenlikli bir duruştur. Sivas katliamı, Bosna’ya, Afganistan’a, Irak’a emperyalist saldırılar; tsunami gibi, Katrina tayfunu gibi doğal felaketlerin bile somutlaştırmaya yettiği ayrımcılık, ırkçılık; coğrafyalara biçim verme, haritaları değiştirme yönündeki dayatmalar, yaşanan, gelecekte bekleyen acılar…  Her şeyi kanıksamış bir “insanlığı” hangi şair, hangi şiir irkiltebilir, tepki ortamına sokabilir? Hele de kapitalizmin, sanatçıyı (şairi) kaygısız biri, tecim nesnesi kıldığı konjonktürde…

 

            Günümüz dünyası büyük bir sarsıntı yaşıyor. Kavramlar tarihsel bağlarından ve gerçek içeriklerinden koparıldılar. “Küreselleşen” yeryüzü kan ve ateş yumağı oldu. Artık hiçbir katliamın, haksızlığın, vahşetin hesabı sorulamıyor. Emperyalizmin, hegemonyasını en uç noktaya kadar yayma yönündeki pervasız saldırılarının önüne bir türlü geçilemiyor. İnsanlık duyarlılıklarını, anlam bütünlüğünü, anlam sağlığını yitirdi. İnsanlık artık hiçbir şeye derinlikli bir tepki duymuyor; acımıyor, irkilmiyor, haykırmıyor, şaşırmıyor… Yeni dünya düzeniyle, onun medyasıyla, her tür beyin yıkama araçlarıyla, sonunda bunu da başardılar. Belki de imparatorluklarını büyütmenin koşullarını sağlamak içindi bütün bunlar: Engelsiz, muhalefetsiz, pürüzsüz… Önce beyinler büyük kötülüğe uygun duruma getirilmeliydi, getirildi. Bugün Irak’ta emperyalist katliamların sıradanlaşması, hiçbir tepkiyle karşılaşmadan sürdürülmesi başka nasıl açıklanabilir?

 

            Bu bilinç tahribatının etkilerinin azaltılmasında en önemli görev sanata, edebiyata şiire düşüyor gene. Güzelduyusal kaygıyı göz ardı etmeyecek, düşünsel ve toplumsal yanı ağır basacak, bunca kötülüğe karşın insanlığa özünü anımsatacak; yeniden irkilmesini, dehşet duymasını, ‘yeter artık’ diye haykırmasını, başkaları için endişelenmesini sağlayacak bir edebiyat.

 

            Adları kötülüğün şairlerine çıkan Comte de Lautréamont’un, Charles Baudelaire’in, hatta Marquis de Sade’ın yapıtlarıyla yapmaya çalıştıklarını, ilk bakışta salt dil işçiliği gibi görülse de bu gelenekten saymak olanaklıdır. Estetik, güzelliğin, güzelduyunun bilimi olduğuna göre, sanatta kötülüğün, çirkinliğin işlevi ne olabilir? Bu etkin yazınsal yaklaşımla; kötülük, çirkinlik kaynaklı imgeler kullanılarak diyalektik bir yöntemle, güzel olanın etkisi arttırılmak; güzele dair vurgu güçlendirilmek, bir bütün olarak insan duyarlılığının iyiyi olduğu kadar kötüyü de barındırdığı noktasından hareketle kapsamlı ve derinlikli bir konuma ulaşabilmek amaçlanır. (Türk edebiyatında, bu bakış bir yana, “Yaşasın Kötülük” başlıklı dizi yazıların yazıldığını, “şöyle eli yüzü düzgün bir kötülük izleği yazılmıyor”, “dünyada kötülük bol ama edebiyatta kötülük az” türünden yakınmaların bile dile getirildiğini biliyoruz.) Andığımız bu üç yazar da dönemlerinde toplumların gırtlaklarına kadar gömüldükleri savaşlara, kıyımlara, sefalete, yalnızlığa, acımasızlıklara yönelik oluşan kanıksama durumuna, duyarsızlığa tepkilerini ölümsüz yapıtlarıyla somutlaştırmışlardır. En etkili, en tiksinti uyandıracak şiddet metinlerini yazarak okuru yeniden tepkili kılmaya çalışmışlardır. Günümüzde de dünyada olsun Türk şiirinde olsun yakıcı gereksinim budur!

 

            Elbette ki geçerli, ikiyüzlü, çifte standartlı ahlak anlayışının yıkılarak, yeni bir ahlakın kurulmasıdır yapılmak istenen. Kurtarılacak olan insanın özüdür, onurudur, erdemidir. Garip gelebilir, bilgisizlik sayılabilir ama antik yazındaki gibi, şairliği iyilikle birlikte düşünmekte hala yarar var. Kötü bir insandan iyi şair çıkamayacağı “cahilliğimde” ısrarlıyım. Bunun aksi durum bir noktaya kadardır. Çünkü şair kompartımanlara bölünemez, bir bütündür. Şiiriyle, yaşamıyla, ahlaksal tutumuyla, dilsel seçimiyle bir bütün.

 

 

 

 

Şiirin Yaptırımı Var mıdır?

 

            Yaptırım müeyyide karşılığı kullanıldığına göre, bir kurala uyulmadığında ortaya çıkacak giderme biçimleri, riskler anlaşılmalıdır. Bu durumda, şiirin yaptırımı, şiirin eleştirel ölçütlerine, iyi şiir için gerekli koşullara uyulmadığında ortaya çıkabilecek, gerçekte şiir olmayan metinlerin yaratacağı olumsuz etkidir. Böyle kabul edilirse, şiirin yaptırımını pek çok şiir yazan yaşıyor demektir.

 

 

 

 

Kaynaklar

 

Anday, Melih Cevdet.          1999        “Şiir Yaşantısı”, “Geçmişin Geleceği” içinde, T. İş Bankası Yay.

 

____                                                      “Ozan Esini Hak Eder”, “Geçmişin Geleceği” içinde, T. İş Bankası Yay.

 

____                                                      “Şiir Nedir, Nereden Doğar?” “Geçmişin Geleceği” içinde, T. İş Bankası Yay.

 

____                                                      “Modern Şiir ve Rimbaud”, “Geçmişin Geleceği” içinde, T. İş Bankası Yay.

 

Aristoteles.                            2001        “Poetika”, Çev.İsmail Tunalı, Remzi Kit.

 

Barthes, Roland.                  1989        “Yazının Sıfır Derecesi”, Metis Yay.

 

Bayrav, Süheyla.                  1999        “Dilbilimsel Edebiyat Eleştirisi”, Multılıngual Yay.

 

Derrida, Jacques.                 2002        “Şiir Nedir?”, Babil Yay.

 

Hegel                                     2002        “Sanat Aklın Ürünüdür” (Estetik Dersleri), “Sanat Yapıtı” içinde, Haz. Béatrice Lenoir,               Çev. Aykut Derman, YKY

 

Jakobson, Roman.              1995        “Bir Şiir Sanatı Bilimine Doğru”, “Yazın Kuramı-Rus Biçimcilerinin Metinleri” içinde F-Haz. T. Todorov, Çev.Mehmet Rifat-Sema Rifat, YKY

 

Özsezgin, Kaya.                                   “Sanatı ‘Aydınca’ Görmek”, Cumhuriyet Gaz. 09.9.2005

 

Temizyürek, Mahmut.                           “Şiir, Şiir midir? Şiir, Edebiyat mıdır?, www.adanasanat.com

 

Tinyanov, Yuri.                     1995        “Yazınsal Evrim Üstüne”, “Yazın Kuramı-Rus Biçimcilerinin Metinleri” içinde F-Haz. T. Todorov, Çev.Mehmet Rifat-Sema Rifat, YKY

 

Todorov, Tzvetan.               2001        “Poetikaya Giriş”, Metis Yay.

 

Valéry, Paul.                          1995        “Şiir Sanatı ve Soyut Düşünmek”, “20. Yüzyıl Edebiyat Sanatı” içinde, Haz. Hüseyin Salihoğlu, İmge Yay.

 

Yalçın, Mehmet.                    1991        “Şiirin Ortak Paydası-Şiirbilime Giriş”, Cumhuriyet Üniv. Yay.

 

 

 

 

Günay Güner

 

(Şiiri Özlüyorum Dergisi, sayı 13)

 

 

   

 

 


 
bugün 444 ziyaretçi (646 klik) burdaydı!
geri git ileri git hakkımda


online
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol