S O Y L U E D E B İ Y A T
enis akın
BİR ERDEM OLARAK KEKEME BÜYÜK TÜRK ŞİİRİ (Enis Akın)
1
Gelecek hakkında kesin olarak söylenebilecek tek şey, geçmişteki teknolojik gelişmenin kestirilemez bir evresinde toplumumuzun, yürüdükçe kendisini aklayan bir makine haline gelmesiydi: Yaptığı ne ise kendi de o olan bir makine, fakat o olmayı sadece yeni bir şey yapmaya başlayıncaya kadar sürdüren ve o noktadan sonra bu sefer o yeni şeyi yapan bir makine.
Brad Leithauser
Richard Rorty’e göre bir söz dağarcığının diğerine göre ancak daha uygun ya da daha yararlı olduğundan söz edilebilir; daha doğru veya daha gerçek olduğu iddia edilemez (1). Rorty’nin toplum için hayati önem taşıdığını düşündüğü şair, gündelik hayatta kullanılmak üzere birbiriyle rekabete giren yeni söz dağarcıkları (2) önerme görevini yerine getirir.
Bir şair olarak başarısızlığa uğramak, bir kimsenin (...) olsa olsa önceden yazılmış şiirler üzerinde zarif varyasyonlar yazması demektir. O nedenle, bir kimsenin neyse o olmasının nedenlerinin izlerini yuvasına kadar sürmesinin tek yolu, o kimsenin kendisinin nedenleri hakkında yeni bir dil içerisinde yeni bir öykü anlatmaktır.(3)
Rorty’nin Heidegger, Nietzsche, Freud, Foucault, özellikle de Davidson’dan yararlanarak oluşturduğu ve Nabokov ile Orwell örneklerinde test ettiği liberal ironist görüşüne göre, ‘hakikat bulunmaktan ziyade yaratılır’. Kelimelerin bir hakikate tekabül etmeleri gibi bir problem yoktur, zira kelimeleri anlatmak için kelimelerden başka aracımız yoktur. Hakikat konuştuğumuz dilin içinde yaratılır. Rorty’nin ortaya koyduğu görüşlere göre dışarda bir hakikat tanımlayan gerek maddeci, gerekse idealist felsefecilerin böyle bir temsil sorunsalı içinde görülmeleri gerekir ve çağı kavrayabilecek felsefeler anti-temsilci olmak durumundadır. Kısaca bu şekildeki Rorty’nin ifadeleri, bu yazıda beni en çok şiirin işlevi açısından ilgilendiriyor.
İyi bir şiir yazarı, varolan ile henüz varolmayan arasındaki muğlak bölgede yatan, henüz hakikatleşmemiş ve insanların henüz ifade edemedikleri, ama eksikliğini hissetikleri bir hakikati ifade ederek var kılar ve dolayısıyla insanlara kullanışlı söz dağarcığı önerilerinde bulunur. Şiir yazarı eskimiş paradigmaları, söz dağarcıklarını, doğruları, hakikatleri yeniden üreterek; ‘eski öyküler üzerinde zarif varyasyonlar’ yazarak; bugünü yakalayan şiirler yazma olanağını yitirir.
Elbette hiç bir şiir yazarı ‘ben gerçekliği açıklayacağım’ diye çıkmaz yola, ama ‘karın ağrısı’ onu oraya vardırır. Adını koyamadığı bir tutku, belki yetiştiremediği bir cevap, çocukluğuyla ilgili bir takıntı, dilinin ucuna gelmiş ama henüz söylenmemiş bir söz, bu yazıda kullanacağımız anlamıyla bir kekemelik kendini yazdırır. Henüz ifade edilmemişi ifade etmek, hayat kaşısında kekeme kalan insanların iyi yaptığı bir iştir. Ve iyi şiir yazarı kekemeliğini yazar, yeniden, kendine ait kılana kadar, kıvranması bitene kadar yazar. Kendisine kolay geleni değil zor şiiri yazar. Bunu iyi yaptığı ölçüde bir yerde bir kulakta bir iz bırakabilir, bir büyüyü bozabilir, çölde karşılaşılmış bir vaha etkisi yaratabilir.
Ama bu istemekle olacak iş değildir, dil sürçmelerinin, kekemeliklerin, kıvranmaların, hayatın indirgenmek istendiği kusursuzluğunu(4) delip geçen raslantıların faydalarını azımsamamak gerekir. Freud’un belirttiği gibi, ‘tesadüfün kaderimizi belirlemeye değer olduğunu kabul etmek’ gerekir".(5) Şiir de böyle işler. Vahayı bulursa biri, yola biraz daha devam etmek için güç kazanır; bir söz dağarcığı ve onun ürettiği hakikat gün gelir değişir.
(Ş)iir anlatılmaz bir şeyin anlatılmaya çabalanmasının sonunda (…) ortaya çıkar.(6)
Şiir, hayat ve söz arasındaki düellonun bazen yan ürünü bazen de katalizörüdür. Ama şirin başarısı hep uçucudur, sonunda hep hayat kazanır. Onun için yeni şiirler, deneyci şiirler sürekli yazılır. Güneşin altında söylenecek sözler hiç bitmez.
2
Hakikat ancak kişi onu inşa ettiği sürece vardır.
Søren Kierkegaard
Bu yazıda kullanıldığı anlamıyla, kekemelik, psikolojide Freud tarafından parapraksi veya freudiyen kayma kavramı altında ele alınan genel konuşma bozukluklarının bir parçasıdır. Dil sürçmeleri, istenmeden yapılan yanlışlıklar anlamına gelen parapraksi kelimesi, Yunanca para-, yanında, üstünde, hatalı, yerine anlamlarına gelen bir ön ek ile, praxis kelimelerinin birleştirilmesinden oluşur. Althusser’in ideolojiyle ilgili metinlerinde sıkça başvurduğu praxis kavramı, alışkanlık ürünü veya yerleşik pratikler anlamındadır. Dolayısıyla parapraksi, kelime kökeni itibarıyla, sadece kişinin konuşmasındaki değil davranışlarındaki kaymaları da içeren bir anlama gelebilmektedir. Bu kavramın altında yer alan temel düşüncelerden biri, im (sign) ile imleyenin (signifier) ayrı olduğu düşüncesidir. Ancak bu ayrılık sayesindedir ki Freud, insan davranışını, kendinden önce yapılageldiği gibi evrensel, ahlaki, dini, hukuki, vb. kurallar çerçevesinde açıklamak yerine, genellemelerden bağımsız, tek tek kişilere özel açıklamanın yollarını açar.
Ayrıca, bu ayrılık kavramını kullanarak bu yazıda iddia etmek istediğimiz görüş, şairle şiiri arasındaki ve şairin şiiriyle yaşamı arasındaki ayrılığın bazen zıtlık sınırında yaşanmasıdır. İlerideki iddialarımızın omurgasını oluşturan bu zıtlığa göre hayat karşısındaki beceriksizliklerden çok iyi bir şiir çıkartılabilir.
Bildik anlamları tekrarlayan şiirler her zaman belirli bir güzellik duygusu yaratarak iletişim kanallarını büyük ölçüde işgal edecektir. ‘Hoş ama boş’ şiirlerin çoğunlukta olması neredeyse bir zorunluluk. Bunları bir kenara bırakırsak, iki şey kastediyorum kekeme şiirden. Birincisi, bu yolu bilerek seçmiş şiir yazarlarının dili kasıtlı olarak deforme ederek, esneterek yazdıkları deneyci şiirlerdir. Kekeme şiir, zor şiirdir, şiir yazarının hayatından çıkarttığı bir sebepten yazılmış şiirdir. Kekeme şiirde ‘iyi şair’ sayılmanın gereği olan verili saygınlık kalıplarının (7) kırılması gibi bir aykırılık söz konusudur. İkincisi, hayattaki bir tutukluğu, bir sakatlığı, bir arızayı, bir endişeyi (8) aktarmak için kurulmuş şiirlerdir.
Kekeme şiir yazarı kendi hatalı pratiklerinden süzdüğü, henüz kimsenin söylemeye dili varmadığı şeyleri ifade eden ve kendinden sonrakilere bunları ifade edilebilir kılan insandır.
Reklamcılığın, tüccarlığın alıp başını gittiği, iletişimin herşeyi kusursuzlaştırmaya yeltendiği bir dünyada kekemeliğin bir erdem olduğunu iddia ediyorum. Dil sürçmeleri insanın en kişisel imzalarıdır. Hata yapan insanın durumu mükemmeliyetçiliğin gözlerinin içine fırlatılan sırıtkan bir bakış olarak beşeridir. Dil sürçmeleri, yanlış yerde kullanılan kelimeler, konuşurken yapılan hatalar susturmaya çalıştığımız bir benliğin sesi olarak psikanalistlerin üzerinde ilgiyle durduğuna değer (9). Kusursuzlaştırma kompleksinin, tecimenliğin yok saydığı iç benliklerimizin tek dilidir o küçük yanlışlıklar.
Toplumun yaraladığı ‘tutunamayan’ bireyin avuntusu mudur şiir? Burada kekeme şiir yazarının zayıf insan olup olmadığı sorusunu cevaplamalıyız. İletişimin aksadığı yerde insanın karanlık yanı konuşmaya başlar. İnsanın henüz ifade etmekte başarılı olamadığı duygu ve düşüncelerini aradığı yerdir şiir. Gadamer’e göre ‘sanat eserindeki tecrübe, tüm tecrübenin modelidir’.(10) Bu yazının kekeme şiir eşittir iyi şiir gibi bir iddiası yok, ama iletişim kopukluğunun, şiir yazarını henüz söylenmemiş sözleri konuşmaya ve bunun sonucu iyi şiirler yazmaya zorladığı gibi bir iddiası var.
Çok bilinen bir söz vardır: İyi duygularla iyi şiir yazılmaz. Şiir, duygululuktan fazla bir şeydir. Yalnızlıktan söz etmek iyi şiir yapmaya yetmez, yeni bir yalnızlık, yeni bir hakikat yaratmak gerekir.
Kelime kendisinden çıkar ve biz de kendimizdeki kelimeden çıkarız.(11)
Kekeme şiir yazarları deneycidirler. İstekleri salt biçim olarak yeni bir şeyler yapmış olmak için deney yapmak değil, şiiri salt tekniğin ötesinde, hayatın ifade edilmemiş alanlarına yaymak ve hayatı önerdikleri yeni dilin olanaklarıyla bir daha göstermektir. Yeniyi ancak böyle ifade edebilecekleri için şiirde deneylere girişirler. Türk Şiirinde bunun örnekleri çoktur.
3
Doğal dünyada kusursuzluk söz konusu olamaz ve özellikle de insanoğlu tehlikeli bir kusurdur.
Jean Baudrillard
1940’larda Garip Şiiri ortaya çıktı. Genç cumhuriyete ve onunla birlikte gelen çağdaşlaşmacılığa inanmış şiir yazarları kendilerinden önce yazılan şiiri sahneden alaşağı ettiler. Şiire ‘nasır’ı sokmakla bir yıkımı başlatan Orhan Veli, Kapalı Çarşı isimli şiirle kendinden sonra yazılacak bir şiirin temellerini de attı.
1960’larda politik durumun önemi büyüktü. Bu dönemde şiire başlayan sosyalizm sempatizanı şairler 40 Kuşağı olarak adlandırıldılar. 40 Kuşağı bilindiği gibi 1940’larda değil 1960’larda ortaya çıktı ve Akif Kurtuluş’un deyişiyle 1960’ların düşüğü oldu. Bu şairler politik açıdan doğru şiiri yazmaya çalışırlarken, şiire Toplumcu Gerçekçilik düşüncesini getirdiler. Onlara göre sanat toplum içindi ve umut, kavga/sevda, halk, devrim, ekmek ve gül gibi insanların hayatı üzerinde hak iddia eden kavramları hemen her şiirde gile getirmek adeta bir görevdi. 40 Kuşağı şairlerinin şiirleri çağa ait olamadı ve genç şairleri etkileyemeden unutuldular.
1950’lerin sonlarından 1980’lere kadar Türk Şiirine yanlış bir isimlendirmeyle İkinci Yeni12 olarak geçen bir şiir olgusu hakim oldu. Her biri kendi ayrı tarzıyla ama ortak bir kanalda yazan Edip Cansever, Turgut Uyar, Ece Ayhan, Cemal Süreya, İlhan Berk, Sezai Karakoç, hatta yaş farkına rağmen onları uzaktan izleyen Behçet Necatigil bu yaklaşımın içinde sayılabilir. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ‘Çocuk ve Allah’ından da destek alan bu şairler, yazdıkları aykırı şiirlerle kendileri kabul etmese de yeni bir okul oldular. Tökezleyerek de olsa ucundan endüstrileşmeye, şehirlileşmeye başlamış, ziyadesiyle endişeli, kişilik karmaşalı, soğuk savaşın orta yerinde bir yeni Türkiye onlara bol bol malzeme veriyordu. İkinci Yeninin o zamanlar kulağa atonal gelen –kimilerine göre kakafonik– sesleri, o günün psikolojisine saldırır gibi görünse de, burnu ‘batı’ya sokulurken çuvallayan, tökezleyen, sendeleyen Türkiyeli insanın dağılan ve yeniden birleşen psikolojisinin hareketlerini büyük bir hassasiyetle takip ediyordu. Kulakları 40 Kuşağına alışmış bazı eleştirmenler bu yeni şiir okuluna çok saldırdılarsa da, yazdıkları şiir deneyciliğiyle zamana direnmiş ve genç bir şiir olarak bugüne kadar ayakta kalmayı başarmıştır.
Nazım Hikmet 1960’larda Türk Şiirinin kralıdır ama ileride daha detaylandırılacağı anlamda kekeme değildir, tereddütsüz, gür, ne söyleyeceğini bilen ve haklılığını bağıran bir sesi vardır. Nazım Hikmet kendisinden şüphe etmeyen, nerede nasıl davranacağını çok iyi bilen bir şiiri politik tavrının bir uzantısı saydı. Devrimci olmanın mısrayı kırmakla aynı şey olmadığını anlayamayan çoğu 40 Kuşağı şairleri ona öykündü, ama kahraman tek kişi olmalıydı, öyle de kaldı.
1980’li yıllarda politika sokaktan çekilince sanata büyük bir yöneliş yaşandı; onlarca şiir ödülü, yaygın olarak okunan gençlik ve sanat dergileri ortalığı doldurdu. Şiirin para ettiği inanışı (‘beleşe şiir yok’ kampanyası) ve medyatikleşmesi (kız kulesi işgali) ve basılı eserin kalitesini birinci derecede önemseme eğilimi (bu yıllardan önce Gergedan gibi bir dergi, İletişim gibi bir yayınevi yoktu) bu yıllarda ortaya çıktı. Artık işe sermaye el atmıştı, ama yine de çoğunlukla taklidi geçemeyen şiirler yazılıyordu. Cemal Süreya bu yıllarda ‘şiire yeni bir aşırılık gereklidir’ derken bu durumu kastediyordu: 2000’lere geldiğimiz bugünlerde hala ‘sağlam’ bir şiir yazabilen şiir yazarlarının az olmalarının sebebi İkinci Yeniye karşı duyulan antientelektüelist tepkinin negatif geri beslemesidir.(13)
Yeni usta İsmet Özel’di. Ancak İsmet Özel’in politik köşe yazılarını, özellikle de Sivas olaylarından sonra yazdıklarını aydın çevreler onun şiirine veda öpücüğü kondurmak için kullandılar ve bu Türk Şiirine ikinci bir darbe oldu. Türk Şiiri varissiz kaldı.
Türkiye’de bugün ‘şair şaire karşı’ savaşlarının en şiddetli geçtiği yerler olan antolojilere girmek/girememek her zaman bir kavga konusu oldu. Bugün bu savaşın adeta en iyileri, en deneycileri elemek üzere kurulmuş bir mekanizma olarak yürürlükte olduğunu anlamak için Yapi Kredi Yayınlarının Unutulmuş Şiirler Antolojisi’ne bir göz atmak bile yeter. Sadece uzak bir mesafeden bakanlar bu çirkin savaşları, şiir okulları arasındaki çekişmeler olarak onurlandırabilir. Büyük balığın küçük balığı yuttuğu bir ortamda hayat karşısında kekeme olanların dayanması zordur.
4
Rüya her zaman, onun hakkında söyleyebileceklerimizden daha fazla, daha başka bir şeydir ve bu açıdan bizi hep kendimizle eşit olmadığımız gerçeğiyle yüzleştirir.
Adam Phillips
Kekeme şiir, Cumhuriyet sonrası Türk Şiirinde çok kuvvetli ve deneyci bir yatakta aktı: Bütün Garipçiler, bütün İkinci Yeniciler, Behçet Necatigil, İsmet Özel…(14) Bildiğim kadarıyla bir tek Özdemir Asaf fizyolojik kekeme.
Kekeme Türk Şiirinin açılış kokteylini Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat yapmışlardır. O günlerde yazdıkları tuhaf şiire Garip adı verildi, ki o günün koşulları göz önüne alındığında absürd olarak yorumlanması gerektiği halde, zamanın aydın çevrelerince genellikle gariban olarak yorumlanmıştır. Şiir yazanların tuhaf insanlar olduklarını bir kez daha dile getirmişler, yaptıkları aşırılıklarla bugün dahi pek çok aydının saygıya değer görmediği bir duruşu benimsemişlerdir.
Kekeme şiir yazanların önemli bir özelliği gür bir sese sahip olmayışları veya olmak istemeyişleridir. Onların öteki şairlerden farkı, dünyada varoluşlarının eğreti olması, buna rağmen uslu durmaya hevesli görünmemeleridir. Kekeme şiir yazanlar topluma uyum sorunları yaşayan, iletişim zorlukları içinde, gündelik hayattaki varlıkları görece az, çelimsiz isyankarlardır. Oturaksız insan olan kekeme şiir yazarı hayat içindeki varlığı ne kadar azsa hayatın yükünü omuzlarında o kadar ağır bir biçimde hisseder.
Yahya Kemal eski şiir dilini yıktı, o dilin şiir için bir zincir olduğunu gösterdi; Nazım Hikmet vezni yıktı, vezinsiz de şiir olabileceğini, vezinsiz de ahenge erilebileceğini, veznin şiir için, ahenk için vaz geçilmez bir unsur değil, tam tersine hız kesen bir zincir olduğunu gösterdi... Orhan Veli çok daha ileri bir adım attı: şiirin kendine öz bir dili, bir vezni olmadığı gibi, kendine özgü konuları da olmayacağını gösterdi, ahengin, musıkinin de şiirden kaldırılabileceğini anlattı. (Nurullah Ataç, 1950)
Şiir sadece anlattıklarından ibaret değildir; dışarıda bırakmayı seçtikleri de şiirin içindedir. Anlatamaz insan bazen, bazen tutuktur, ne istediğini bilemez, endişelidir. Kekeme şiirin hayat karşısında nutku tutuktur. Şiirin anlatamamayı bile anlatabilecek kadar olanaklı bir iletişim aracı olduğunu bilenler, medyanın sanata en arka sayfalarda yer vermesine rağmen, şiirin reklamlarda bu kadar çok kullanılmasının boşuna olmadığını da bilirler.
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
..
Bir yer var, biliyorum;
Herşeyi söylemek mümkün;
Epiyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.
[Anlatamıyorum]
Kekeme şiir kelimelerden ziyade durumlarla yazılır, ama öte yandan yazıya dökebileceğimiz tek şey kelimelerdir. Kelimelerin aslında tek başlarına bir anlamı yok, ya da daha doğrusu yeni bir anlamı yok, olamaz; yeni anlamlar büyük şairlerin önerdikleri söz dağarcıklarıyla ortaya çıkar. Kekeme şiir yazanlar teatral bir tarzla yazdıklarıyla yeni durumlar yaratarak daha kullanışlı bir hakikat ifade ve inşa etmeye ve okuyanlarla bu yolla bir empati kurmakta başarı sağlamaya çalışırlar. Bazen bir şiir okunmaktan çok oynanabilir, kekeme şiirler böyledir. Anlatamıyorum’un başlangıç dizeleri şöyle:
Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
[Anlatamıyorum]
Orhan Veli, kendi dilini bağlar. Büyük bunalımın, İkinci Dünya Savaşının yaşandığı, ekmeğin karneyle satıldığı günlerde genç Türkiye için yeni olan bir duygunun, kendi diline mahkum kalma duygusunun, en güzel örneğini ‘Bir de rakı şişesinde balık olsam’ dizesiyle söyler. Dünya, üzerine ışık vuran bir rakı şişesinde göründüğü gibidir, eğridir, terstir. Terslik Orhan Veli’nin rakı şişesinde balık olamamasıyla vurgulanmaktadır. Bu dizeyle dünyadan, onun kirli işlerinden elini eteğini çekme isteğini yazan deniz aşığı Orhan Veli bu dünyada kendini yanlış bir yerde hissetmektedir. Çıplaktır, tek başınadır, insan ilişkileri, insanlar alkol aldıklarında olduğu kadar kolay sıcaklaşamamaktadır. Kimse gerçekten rakı şişesinde değildir. Dünyayı, insan ilişkilerini başaşağı çevirme isteğini mi yazıyor Orhan Veli? Buna tam bir cevap verilemez, ama şu söylenebilir: Orhan Veli’nin bulunduğu yer ile ilgili büyük bir sıkıntısı var. Rakı şişesinin dışı, olmak istenen yerin uzağındadır.
Orhan Veli kendini seçtiği dilin içine, rakı şişesinin dışına hapsetti:
Şiir yazıyorum
Şiir yazıp eskiler alıyorum
Eskiler verip musikiler alıyorum
Bir de rakı şişesinde balık olsam
[Eskiler Alıyorum]
Orhan Veli yazdıklarından çok yazamadığı şiirlerin şairidir. O’nun sadece aruz veznini kullanmaktaki ustalığı bile yaşadığı çağda onu ‘iyi şair’ yapmaya yetecekken, yeni kurulan cumhuriyetin değer yargılarını benimsiyor oluşu, aruz konusundaki gibi eski şiire ilişkin yeteneklerini bir kenara itmesiyle sonuçlanmış ve zamanın aydın çevrelerine çocuk oyuncağı gibi görülen şiirler yazmış, hakettiği saygınlığı bir türlü görememiştir. Ancak O ve O’nun gibi şairlerin, kendilerine vaad edilen saygınlığı elinin tersiyle bir kenara itecek bir duruşu benimsemesi sayesindedir ki ondan sonraki şiir yazarları nefes alacak bir ortam bulabilmişlerdir. Belki Orhan Veli daha uzun yaşamış olsaydı, tarzı zaman içinde değişecek ve tek bir şiir akımının reçinesi içinde korunarak sembolleştirilmeye bu kadar uygun olmayacaktı.
Kekeme şiir yazarı gündelik hayatta, iş hayatında, insan ilişkilerinde bir tutukluk, bir tedirginlik, bir başarısızlık yaşar; tam da varoluşunun etkisi zayıf olduğu için varlığını çok ağır bir biçimde hisseder, bunun için de şiir yazar, bunu yazmaktan kaçamaz.
Ve ben bir roman kahramanı,
Ot yatağın içinde,
Başucumda zeytinyağı yakarak
Mevzuumu yaşamaya çalışıyordum
[Bir Roman Kahramanı]
5
Belki de yok olmak yaşamsal bir işlevdir. Belki de böylece ölümsüz evrenin tehdidine, kesin gerçekliğin tehdidine canlı varlıklar, ölümcül varlıklar olarak tepki veriyor olabiliriz.
Jean Baudrillard
Kekeme şiir yazanlar hazır cevap değildir (15). Yetiştiremedikleri, yerinde ve zamanında akıllarına gelmeyen cevaplar şiirlere yansır. Konuşamamak, kekemelik nasıl iyi ifade edilir? Söz Behçet Necatigil’de:
Eli kolu bağlı ben, ağzı dili bağlı ben
Yaşa yorum
Sevin emi yorum
[Yorum Korkusu]
Behçet Necatigil kelimeleri bö-le-rek bir dil yaratmıştır. Buruşmuş bir söz dağarcığı kurar.
Kirpi top in en gece
Var sa hi sar
Tellen diren sal telleri
[Gele Geçe]
Yeni cumhuriyetin sınırlı kaynakları Behçet Necatigil’e de iktidar ilişkilerinin daha kaba biçimlerini yaşatmış, bunlar da kekemeliğini beslemiş olsa gerek.
Ardında yiteceğin kapılarda eğilmeyi
---Ama düşün neler gider senden--- Öğren!
[Öğreti]
Behçet Necatigil’in babası müftü, annesi baş imamın kızı, İstanbul’da yaşıyorlar, üvey annesiyle yaşadığı huzursuz bir çocukluktan sonra çalışma hayatını öğretmen olarak Anadolunun çeşitli yerlerinde öğretmenlik yaparak geçiriyor. Şiirlerinde sürekli aksak bir ritmi kullanırken sanki arada bir topalladığı izlenimi veriyor.
Edanın ne olduğunu bilen ozanlarımızdan biri de Behçet Necatigil’dir. O’nun sanki takılarak yürüyen tutuk edasında, dertlerimiz, boğuntularımız dile gelir. O’ndaki dar çevre açılmak isteğidir ve bize sonsuzu duyurur. (Oktaf Rıfat, 1973)
Behçet Necatigil bağırmayan, sessiz sesiyle müzikteki uzun esler gibi bazen uzun uzun susar, susmasını bilir. Şiirlerini üzerinde uzun uzun düşünerek, esinle değil uzun çabalarla yazar.
Kopan çığlar altında kalanlar olduğu
Oysa görülüyordu.
Bir kadının ilerde
Bir şeyler hıçkırdığı;
Bir erkeğin, birine,
Görünmeyen birine bir şeyler seslendiği
Oysa görülüyordu.
Ama duyulmuyordu. – Ses!
Sanki ses olmayınca hiçbiri olmuyordu.
[Ses]
Özür dileyen, utanan, susan, sustuklarından şiir yapan bir insanın güzel ifadesi: ‘Susmak kalemdir’. Thomas Mann’ın söylediği gibi: Konuşma uygarlığın kendisidir. Kelime, en sert kelime bile bir bağlantıyı sürdürür – yalıtan sessizliktir. Sessizlikten boğulan Behçet Necatigil şiir yazar.
Tükenirken bir çoğul az/da azar/da
Ümit sizsiniz, susmak --
Kurşun ve duvar
Susmak kalemdir.
[Çoğul]
Duvar, iletişim engellerinin toplu adı olarak sıkça görülür Behçet Necatigil’de:
Gider gelir görürüm
Evlerde ne/dense hep bu bölmeleri
Örülü duvarla gibi gömülmüş gülmeleri
[Gülmeleri]
Mutluluğun önünde bir duvar vardır, ağlama duvarı, mezar taşı, musalla taşı. Behçet Necatigil şiiri duvarlardan çıkartır. İletişim kuramadıkça, gülemedikçe, konuşamadıkça, kekeledikçe şiire sarılır.
Ve eksilir bir koyun geceye davarlardan
Ve insanlar geçerler sağa sola bakınıp
Çok acele bir şeyi ölmeden bir kez daha
Sonra yalnızlıklarında otururlar yalarlar
Çok eski bir kemiği çıkarıp duvarlardan
[Kemik]
Kelimelerin yetmediği duygusunu Behçet Necatigil’in sık sık başvurduğu boşlukları doldurunuz tarzı bir imtihan dilinde de bulabiliriz: Madem ... kadar üzgün var bir şey. Ne kadar üzgün? Örneğin, kar kadar üzgün. Okuyana dolduracak boşluklar bırakarak endişesini ifade edemeyeceğini, ifade ederse somutlaşmanın onu içine iteceği anlamın dar kalacağının hissettirir; korkusunu kaçınır. Bıraktığı boşlukları okurun kendinden bir şeyler koyarak doldurmasını, şiiri yazmaya katılmasını ister.
Konuşmak katlanılması gereken bir rahatsızlıktır:
Bir yerde ne güzel bizden ötelerde
Rahat konuşuyoruz
[Kesik]
Kekeme şiir yazanlar verili saygınlık kalıplarını reddederek, genel geçer normlara göre ‘iyi şiir’ yazarak değil, endişelerini ancak zor bir şiir yazarak dengeleyebilir. Aşağıdaki alıntıdaki gibi, ‘sonra kesilir sular’. Kesinti ölüm anlamına geliyor olabilir. Behçet Necatigil ölüm endişesini sırtında bir bıçak gibi hisseder. Ölüme karşı en büyük savunma, zamanının belirsizliğidir; belirsizlik hayattır, belirsizlik var olmaktır.
Bir yerde bir şeyin bizden ötelerde
Olması rahatlık bir iki gider geliriz
Sonra kesilir sular
..
Bu gece mi öldü bu --
Ben caddeyi galiba bir şeyle karıştırıyorum
Bir yerde iyidir yanılmış olmak
[Kesik]
6
Gerçek, kafa karışıklığı ile değil daha çok hata ile ortaya çıkabilir.
Achilleus
Edip Cansever Oteller Kenti’yle aslında her yerin otel olduğunu bu dünyada kendini evinde hissetmediğini söyler. Otel sadece işlevlerine indirgenmiş; soğuk; ev olmayan bir evdir. Adressiz, komşusuz, eşyasız, sokaksızdır insan otellerde. Ancak bu bütün şeylerimizden arındığımız zaman kim kalır geriye bizden? Gerçek yüzümüz mü? Edip Cansever’in sorusu bu. Cevabını bilmiyorum. Ama bir karşı soru sorulabilir: Olduğumuz şeyin bütün bu yapıştırmaların altında bir yerlerde gizli olması gerektiğini nereden biliyoruz? Edip Cansever soğanı ortasında bir çekirdek bulmak için soyar, soyar ve elindeki soğan küçülüp içinden bir öz çıkmadıkça korkuya kapılır, üşür. Korkulası bir yalnızlığı yaşar.
Kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi Yakup
Bunu kendine üç kere söyledi
[Çağrılmayan Yakup]
Çağrılmayan Yakup ve Ben Ruhi Bey Nasılım gibi şiirlerde Edip Cansever’in çizdiği yalnızlık mutlak bir yalnızlıktır. ‘Sen gittin beni yalnız bıraktın’ türünde fetişleştirilmiş baş kişilerin yokluğu değil, topluluğun tümden yokluğudur. Edip Cansever sürüsü tarafından terke uğramış bir birey olarak ‘bütün ilgiler sizin olsun’ diyen, kapısı aylarca hiç çalınmayan, yıllarca yolda tanıdık kimseye rastlamayan bir bireyin mutlak yalnızlığını anlatır. Üstelik bu gerçeküstü toplumu o kadar inandırıcı bir biçimde ve hünerle gözlerimizin önünde çizer ki bununla kendi çevremiz arasında benzerlikler kurmadan edemeyiz. Bu kadar mutlak bir yalnızlığı hissedişi, belki fiziksel olarak yalnız olmayan, insanlara gerçekten inanan, dostluklara hayati önem veren birisinin düş kırıklığıdır.
Edip Cansever ‘Gül Dönüyor Avucumda’daki söyleşilerde ‘biçimle ilgili özel bir çaba içinde olmadığını’ söylüyor. (16) Kekeme şiir yazarı sağduyusunu kullanır, kalben bildiğini fikren bilmez, eğer bilirse yapamaz. Kekeme şiir yazanlar keşfedilmemiş topraklarda gezerken, öteki şairler için şiir oturtmak diye bir deyim uygun düşer.
(Cahit Sıtkı) ‘Yaş otuz beş, yolun yarısı eder’ deyip aslında baştan sona kadar, eskilerin, şiir oturtmak dedikleri şeyi yapmıştır. Benim için çok başarısız bir şiirdir o. Bugün artık öyle şiir yazılmıyor, daha doğrusu ben öyle yazmıyorum. (…) Ben güzel şiir yazmak istemiyorum. (…) Bizden önce güzel şiir yazmış çok şair vardı. (…) tek güzelliklere yokum ben. (…) Tek güzel şiirlerin dilden dile gezmesine, ezberlenmesine karşıyım.(17)
Bilmediği topraklarda gezmesi Edip Cansever’i örneğin yukarıdaki alıntının yapıldığı söyleşide Adnan Benk karşısında kekeme kılmaktadır. Edip Cansever’in şiiri belki tam tersine ne söylediğini çok biliyor, ama Edip Cansever’in kendisi kendi şiirinin ne işe yaradığını bilmiyor, bilmek istemiyor. Edip Cansever’in şiirlerindeki sıkıntıyı temel bir çizgi olarak saptayan Adnan Benk sorar: Ama bunun yararı ne? Bu ahlaklı mı? Nasıl bir insan olmak istiyorsun? Biçimle ilgili neyi değiştirmek istiyorsun? Hangi kalıpları kırmak istiyorsun? Edip Cansever bunları söylemez. Bu söyleşinin kendisi Edip Cansever için bir kekemelik örneği olarak okunabilir.
Edip Cansever, ne kendisine ne de başkasına önerebileceği bir amaç olduğunu en iyi sıkıntı ile ifade eder. Bir ölüm vardır evet, Edip Cansever bugün burada var oluşunun farkındadır, ama adına hayat denen, kendisine ayrılmış bu sınırlı süreyle ne yapmalıdır? En küçük bir fikri yoktur. İçinde bulunduğu boşluk, anlamsızlık duygusunu cesaretle yazarken, Edip Cansever sadece kendi adına değil endişeyle kıvranan bir toplum adına söz alır.
Bomboşuz, korkuyoruz da.. bunu anlatmak için şehirde bayram vardı
Öyküler vardı dergilerde, beyaz fareler, cansıkıntıları
Bir gün ki şehir yandı, şimdi hiçbir şey anlatılmasın
Artık hiçbir şey anlatılmasın
Denilsin, soğumuş ceylanların ateşten dilleri kaldı
[Gökanlam III]
Hayata bir anlam arayışı bütün İkinci Yenicilerin ortak endişesidir. Edip Cansever diğer İkinci Yenicilerle ortak bir yanları olmadığını söylerken biraz abartılı konuşmaktadır. Anlam arayışındaki beraberlik, imge seçimlerine kadar işlemiştir. Turgut Uyar ‘ben ne yapsam ne yapsam ne yapsam’ diye yazarken Edip Cansever ‘olacak birşey boşuna aranır, boşuna boşuna boşuna’ der.
Bir paralel okuma daha yaparsak aradaki yakınlığı daha iyi göreceğiz. Turgut Uyar:
Ben koşarım aşağlara koşarım
Yıkanacak boğulacak su bulsam
[Bir Barbar Kendin Tartar Aşağlarda]
Edip Cansever:
Bir su arayışı bir bozgun… Biz buna herşey diyoruz
[Eski Bir Takvim I]
Çok farklı değil, değil mi? Hemen hemen aynı duyguyu anlatıyorlar, o da şu: Kekeme yaşayanlar kaçamaz kendisi için hazırlanmış tuzaklardan, pusulardan, kuyulardan, belediye otobüs şoförlerinin yarı tehditkar ‘arkaya ilerleyelim beyler’(18) seslerinden; bir yaşantı olsun, bir insan sesi olsun, iyi veya kötü bir heyecan olsun diye bir şeylerin peşinde koşmaktan; kendi ruhlarının yarattığı bir akıntıya kapılmaktan; ve bunu şiire dökmekten. Kaçınamazlar.
Edip Cansever’in birincil endişesi ölümle ilgili değildir. O’nun daha çok amaçla ilgili bir endişesi vardır, hayat karşısında oyuncağıyla ne yapacağını bilmeyen bir çocuk gibidir. Bir anlam veya amaç iliştiremediği varlığı can sıkıntısına dönüşür. Can sıkıntısı şiire ve alkole dönüşür ve Edip Cansever ne yapacağını bilmese de hayatı kendisine verildiği biçimiyle geri vermez.
7
Varlığın ve dünyanın sonsuza değin olumlanabilmesi sadece estetik bir görüngüdür.
Friedrich Nietzsche
1960’larda dünya ve onun Türkiye adındaki parçası büyük bir değişim içindeydi. İkinci Dünya Savaşının bitmesinin getirmesi beklenen rahatlama, yerini soğuk savaşa ve üçüncü dünya savaşı endişesine bırakmıştı. Bu arada Türkiye’de de batılılaşmanın şapka devriminden ibaret olmadığı anlaşılmaya başlamıştı. Şehirle birlikte varoş diye bir şey girdi hayata, cinsellik daha bir rahat tartışılmaya başladı, kanto ile türk musikisi, viski ile rakı, sinemayla orta oyunu, lahmacun ile böfstragonof, kısacası batılı dünyaya ait simgeler ile doğulu dünyaya ait simgeler daha şiddetli bir rekabete girdi ve içiçe geçti. Türkiye hiçbir zaman bu çatışmaların çok uzağında egzotik bir doğu ülkesi olmamıştı, ama bu sefer batılılaşma denen illet Tanzimatçı bir üstten inme şeklinde indirilmiyor, Türkiye çatışmanın içine bütün sokaklarıyla giriyordu. Aşağıdaki Ece Ayhan’dan:
Leblebici horhor’a alkış tutan
dikran çuhacıyan’a çiçek atan
sen uzak hala neyyire hanım yoksa
cumhuriyette de uyuyamıyor musun?
[Uzak Hala]
İnsanların gündelik hayatları kaotik bir biçimde değişir ve hızlanırken bunu en cesur uçlara kadar izleyen şiir İkinci Yeni şiiri olmuştur. Örneğin Ece Ayhan yeni şehirli insan tipini çizer:
(...) ve durulmaz bir çalkantıyla oradan oraya koşuyorum yalınayak ve küçücük çenemde büyük bir ben, kapalı güzelliğime tanınıyorum hâlâ. Lekesi gibi U.
[Bir Fotoğrafın Arabı]
Ece Ayhan’ın şiiri için, ‘ani bir hareketle bekareti bozulan bir gencin eskiye dönüşü olmadığını farketmesinin kara mizahını yapmıştır’ demek sanırım çok yanlış olmaz.
Artık anlaşılmıştır, bu yazıda kullanıldığı anlamıyla kekemelik sadece dildeki bir aksama değil, bazen hayattaki bir aksaklığa, sakatlığa da tekabül edebiliyor. Ece Ayhan bütün şairleri sakat değil ama bütün sakatları şair olarak betimler:
Çünkü her kambur biraz şair bir ailedendir
[Kendi Kendinin Terzisi Bir Kambur]
Mor Külhani isimli şiirde, Türkiyeli okurlar belki ilk kez bu kadar açık bir cinsellikle ve eşcinsellikle karşılaşırlar. Yıkılmış ve baştan kurulmuş bir ülkenin cinsellikle tanıştırılması gereklidir, bunu yapmak Ece Ayhan’ın hünerli ve güvenli diline düşer.
Şiirimiz karadır abiler
(...)Şeye dar pantolonlu kostak delikanlıların şiiridir
Şiirimiz erkek emzirir abiler
(...)Böylesi haftalık resimler görür ve bacaklanır abiler
Şiirimiz kentten içeridir abiler
(...)Düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler?
[Mor Külhani]
Politikanın ivedilik bildirdiği (başka bir şey bildirmediği) 1970’li senelerde İkinci Yeniciler en çok politik davranmadıkları için saldırıya maruz kaldılar.(19) Hemen hepsi sol düşünceyi paylaşıyorlardı, buna rağmen bu yıllarda 40 Kuşağıyla kaşılaştırılıp, bu karşılaştırmadan 40 Kuşağı ‘daha iyi şairler’ olarak çıkartılırken karşılaştırılan şey şiirler değil politik davranışlardı.
(…) kendimi eleştirdiğim zaman şunu gördüm: Düşüncemle şiirim arasında bir mesafe gördüm. Düşüncemden kurtulamam. Düşünen insanım. Ama yine de şiirim beni aldı götürdü. (20)
Yukarıda Cemal Süreya alçak gönüllülük yapıyor. İkinci Yeniciler politik davranışlara girişmemiş olsalar da, belki İlhan Berk hariç hepsi politikanın kendi hayatlarındaki yerine göre fazlasıyla politik şiirler yazmışlardır, Cemal Süreya’nın bir ‘Cigarayı Attım Denize’, Edip Cansever’in bir ‘Medilimde Kan Sesleri’, Ece Ayhan’ın bir ‘Meçhul Öğrenci Anıtı’, Turgut Uyar’ın bir ‘Federico Garcia Lorca için Üç Şiir’ isimli şiiri politiklik uğruna yazılmış bütün şiirlerden daha politiktir; daha hayatın içindendir; daha yararlıdır; illa gerekiyorsa, evet daha toplumcudur.
Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür
[Meçhul Öğrenci Anıtı]
İkinci Yeniciler politikaya karşı mütevazi tavrı benimsemelerine rağmen yine de dışlandılar. Ece Ayhan kendi dilinin topluma ait olmadığını bildi.
(Şiirin) bir toplumda yeri olmayışı onun yeridir.
[Yoksulluğun Harçlığından ...]
İkinci Yenicilerle, toplumcu şairler arasında bir fark aranacaksa kimlerin şiirin öğrencisi, kimlerinse öğretmeni olduğuna bakmak gerekir.
8
İğrenti daima bir cazibeyi gizler.
Adam Philips
Bazı şeylerin iyiye gitmediğini farkeden ve değiştirmeye gönüllü olan 1970’lerde şiir yazmaya başlamış gençlerden birinin adı İsmet Özel’dir.
...Evet, İsyan'da topladığı şiirleriyle 1960 sonrası toplumsal şiirimizin en ilginç ve seçkin adı olarak belirdi... 1970'li yıllarda İsmet Özel, toplumcu dünya görüşünden uzaklaşarak mistik bir dünya görüşüne yöneldi. Yeni içeriği, toplumcu şiirde ulaşmış olduğu, biçimsel ustalık öğeleriyle, aynı ritm, vurgu ve tonlamalarla, aynı gözüpek ve özgün benzetmelerle yansıtmayı denedi. Cinayetler Kitabı'ndaki bazı şiirlerinde bunda başarıya da ulaştı. (Ataol Behramoğlu, 1991)
İsmet Özel bu özette özenle unutulan bir şey daha yaptı: Halkın Dostları dergisiyle İkinci Yeniye karşı antientelektüelist darbenin içinde yer aldı. Bu darbenin içinde pek çok şair vardı, kimi bunu bir mirası sürdürmek için gelenekle çatışmaya girmek zorunda olduğunu düşünerek, kimi şiirin üzerinde gördükleri bir politika adına yaptı.
Yukarıdaki alıntıya dair son bir not: İsmet Özel bilerek veya bilmeyerek hiçbir zaman ima edildiği gibi Toplumcu Dünya Görüşü Şiiri (ne demekse) yazmadı. Yazmak istemiş olması veya yazdığını zannetmiş olması bile bunu değiştirmez. Dolayısıyla hiçbir zaman içerik değiştirmiş (ne demekse) olamaz, buna inananlar ancak kendi politikalarından gördüklerini anlatıyorlar.
1930’larda sosyalist ülkelerde genel kabul görmeye başlayan estetik teorilere göre, sanat eserinin değerini tayin eden unsur, onun nesnel gerçekliği güzelliğin yasalarına göre biçimlendirişidir.(21)
İsmet Özel’in şiirinin ne biçim, ne içerik, ne güzelliğin yasaları, ne nesnellik, ne de kendi şiirinin dışında herhangi bir referans noktası oldu. İsmet Özel sadece zor şiir yazmaya çalıştı, politik şiirlerinde son derece kendisine ait, cebinde gezdirdiği bir politikliği anlattı.
Duygular paketlenmiş, tecime elverişli
Gövdede gökyüzünü kışkırtan şiir sahtedir
Gazeteler tutuklamış dünya kelimesini
O dünyadan, o şiirden öcalmalı demektir
[Esenlik Bildirisi]
İnsanlar
Hangi dünyayaya kulak kesilmişlerse öbürüne sağır
[İçimden Şu Zalim Şüpheyi Kaldır …]
İsmet Özel’in kekemeliği dili deforme etme şeklinde gerçekleşmez, ama diğer kekeme şiir yazanlar gibi o da endişesini ifade etmek için kullanır şiiri. Yalnız bu defa endişe farklıdır. İsmet Özel ölüm ya da boşluk endişesi taşımaz; bugün ve burada olduğunun farkındadır; bir amacı vardır. Onun endişesi davranan bireyin endişesidir; davranır ve davranışının doğru mu yanlış mı olduğu endişesiyle yüzleşir. Bütün bu saydıklarımız arasında onun kadar çok davranan şiir yazarı bulunmaz.
Türkiye İşçi Partisine üye olur, Halkın Dostları gibi aksiyoner bir sanat dergisinde ön sıralardadır, Mobil’in açtığı resim yarışmasını boykota çağırır, politik konuşmalar yapar, solla ilişkisini keser, müslümanlarla ilişki kurar, politik gazetelerde köşe yazıları yayınlar, vb. Ama bütün davranışlarının arkasındaki suçluluk, pişmanlık, utanma, kendinden iğrenme vb. duyguları şairi esir alır ve İsmet Özel’in şiirine öfke olarak, şiddet olarak yansır.
Parçalanmaya yüz tutan, ‘uygar’ bedenini yapıştırmak için İsmet Özel kelimeleri, mısraları, şiirleri kullanır; dünya canını acıttıkça yazar. Uygardır ve uygarlığından iğrenir, uygarlığın çekiciliğinden iğrenir. O’nun için şiir, parçalanmanın, insanın kendine acı verme potansiyelinin boşaltılmasıdır. Olduğu şey O’na acı verir; bildiğini sanmak budalalıktır; bilgi acıtıcıdır; akıl, ruhun ticaretini yapmaktır.
Gelin
bir pazarlık yapalım sizinle ey insanlar!
Bana kötü
bana terkettiğiniz düşünceleri verin
o vazgeçtiğiniz günler, eski yanlışlarınız
ah, ne aptalmışım dediğiniz zamanlar
onları verin, yakınmalarınızı
artık gülmeye değer bulmadığınız şakalar
ben aştım onları dediğiniz ne varsa
bunda üzülecek ne var dediğiniz neyse onlar
boşa çıkmış çabalar, bozuk niyetleriniz
içinizde kırık dökük, yoksul, yabansı
verin bana
[Celladıma Gülümserken …]
Bu parçayı şöyle yorumlayabilir miyiz? Tecrübesizlik zenginliktir, her yeni bilgi cehaletimizi azaltır ve insanın hayatı cehaleti bittiğinde biter. Cehalet biter mi? Hayır, ama ‘ilk’ler geri gelmemek üzere kaybedilir. İsmet Özel yukarıdaki biyografik şiirinde bunun için insanlardan hatalarını ister. Tecrübe denen şey bir şarap bardağının dibinde kalan değersiz tortudur. Kimse aç kalmayı sevmez, oysa yemek yenince yemek arzusu kaybedilir. Bana yeni bir şey öğreten benden bekaretimi çalar; her yeni öğrenilen şey şaşırma duygumu biraz daha köreltir.
Bir karşılaştırma yapalım. Bu İsmet Özel’den:
ÇIKSAM,
gök
şarlayarak devrilse ardımdan
[Partizan]
Aşağıdaki Ahmet Haşim’den:
Kari22, bu kitabın gecesinde
Mehtâbı senincin yere serdim.
[Kari’e]
Ahmet Haşim de kendince şiirde sembolizmi Türkiye’ye tanıtmak gibi bir devrim yapmış bir şiir yazarıdır, ama farklı, çok farklı. İsmet Özel’de şiddet had safhadadır; Ahmet Haşim’e göre kelimeleri adeta birer mermi gibi kullanır. İsmet Özel şiddeti yazmaktan kaçamamaktadır, tıpkı diğer kekeme şiir yazarlarının kendi endişelerini yazmaktan, ‘suya koşmaktan’ kaçınamadıkları gibi. Endişelerine cesaret ve dürüstlükle yaklaşan diğer kekeme şairlere katılarak yaşantımızda bir boşluğu doldurur.
ve yüzüm, o deşilmiş, o iğrenç yara
[Waterloo’da Bir Dişi Kedi]
ve artık çirkinim
uykularımda örümcekler üreyor şimdi
gelmiş geçmiş bütün gölgeleri denedim
ellerim hâlâ pençe gibi
[Tüfenk]
Nasıl daha iyi ifade edilebilir yaşamaktan utanma, kendinden iğrenme duygusu? Orhan Veli ‘rakı şişesinin dışında yaşar’, İsmet Özel’e göre hayat yumuşak, kaygan, organik, ama cansızdır. Yaşamak zalimliktir. Kime karşı? Belki cevabı, Partizan şiirindeki ‘ergen ölüleri’ne karşı. Yaşamak yaşamda olmayanların elinden alınıp bize tanınmış bir haktır, ya da daha doğrusu haksızlıktır. Bunların
İsmet Özel tarafından şiirlere konup konmadığı önemli değil, ama İsmet Özel’in ağrısından emin olabiliriz.
Yaşamanın ona verdiği bu ağrıyı şiire tercüme etmesi sayesindedir ki biz de bu hikayeyi başkalarına anlatabilir oluyoruz. İsmet Özel bildiğini yazmıyor yazdığını öğreniyor, tıpkı İkinci Yeniciler gibi.
Yazdıklarımın kendime kendimle ilgili bir derinleşmeyi sağladığını anlamamla bu yazı türünün bir bilgilenme aracı olduğunu anlamam aynı zamana rastlar.(23)
İsmet Özel Ankara’da bir mezarlığın serinliğine sığınmış piposunu yakmaya hazırlanırken, karşısında elinde bağlamasıyla oturan, sigara içen 12-13 yaşlarındaki çocuk sorar: ‘Dolu mu içiyorsun, abi?’ İsmet Özel soruyu anlamaz, ‘bacaksızın’ pipoyu doldurarak mı içtiğini sorduğunu zanneder. Devamını İsmet Özel anlatıyor:
Cevabım evet. İnsan olarak budalalıklarımızın hepsi değilse bile çoğu karşımızdakini budala sanmaktan doğar. Pipomu yaktıktan sonra budalalığım kafama dank etti. Çocuk pipomu doldurup doldurmadığımı değil, içtiğim şeyin esrar (veya başka bir uyuşturucu) olup olmadığını sormuş ve ben de soruyu anlamadığım için ona evet demiştim. Şu anda onun gözünde esrar içen biriydim. Yüzümü mezarlığa çevirdim. Bütün varlığım sosyal, kültürel, ahlaki, fizik yoğunluğuyla dışa taşma basıncı altındaydı. Mısra zihnimde parladı:
Ölüler beni serinliğe yakıştıramaz (24)
Bu İsmet Özel’in yayınlanan ilk şiirinin ilk dizesidir. İnsanın 12 yaşındaki bir ‘bacaksızın’ gözündeki imgesiden utanması nasıl bir duygu olsa gerek? Neden bu kadar önemli? Bilmiyorum. Bildiğim o ki şiirde kekemelik dediğim olgunun ta kendisi bu; cevap yetiştirememekten doğan bu ağrılar İsmet Özel’in şiirinin ham malzemeleri.
Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?
[Erbain]
Gündelik hayatında susar, şiirinde bağırmaktan boğazı yırtılır. Bu yazı bu ikisinin aynı şey olduğunu anlatmak için kaleme alındı. O’nun şiiri ses tellerini nesnelliğe ödünç vermiş bir mistiğin gırtlağıyla, fısıltıyla, telkinle okunamaz.
Uykularım upuzun bir geçmişi yaktıkça
Ve o külle yıkandıkça ben durmadan
Utançla oğuşturduğum
Yüzüm.
[Waterloo’da Bir Dişi Kedi]
Batıcılık ideolojisinin temelinde yer alan çatışmayı, yani uygarlığın sembolu bilgi, beyin ile uygarlığın karşıtı cehalet, köylüler arasındaki ‘uygar sorunsal’ın iki yüzünü gözler önüne seren aşağıdaki parça Nurullah Ataç gibi ateşli cumhuriyet aydınlarına karşı yazılmıştır.
Köylüleri niçin öldürmeliyiz?
Bu sorunun karşılığınını bulamıyorum
içinden çıkılmaz bi olay, ama önemsiz
köylüleri öldürmesek de olur
(...)
bir gün bakarsınız
şu güzelim bilgiç beynimi kırıp
teneşir tahtası olarak kullanabilirim.
[Akla Karşı Tezler]
Orhan Veli, yeni cumhuriyetin değer yargılarından yana olarak, İsmet Özel ise artık oturmaya başlamış bir cumhuriyetin değer yargılarını eleştirerek, ama aynı kanalda yazdılar. Aynı zamanda ikisi de değer yargılarına, illa gerekiyorsa evet politikalarına, şiirlerini alet etmedikleri için yeni söz dağarcıkları, yeni hakikatler önerebildiler.
İsmet Özel‘in şiiri sol dünya görüşüne ne kadar aykırıysa, müslüman dünya görüşünün gerektirdiği vücut diline o kadar yabancıdır.
9
Bazı şeyler bilinir; başka şeyler hakkında düşünülür. Bildiğimiz bazı şeyleri bildiğimizi düşünmeyiz, çünkü onlar hakkında düşünürüz.
Keith Jarrett
Paul Tillich’e göre yokluk varlığı üç yönde tehdit eder ve böylece üç tip anksiyete belirir: Ölüm ve sonluluk anksiyetesi, boşluk ve anlamsızlık anksiyetesi, suç ve kınanma anksiyetesi. Her üç anksiyete de varoluşsaldır ve nevrotik bir işleyiş göstermezler.(25)
Bu yazıda üç tür endişeye üç dönemin üç tür şiirini örnek göstermeye çalıştım. Behçet Necatigil ‘ölüm ve sonluluk’ endişesini, Edip Cansever ‘boşluk ve anlamsızlık’ endişesini, İsmet Özel ‘suç ve kınanma’ endişesini yazmaktadır. Endişe aslında insan hayatında yaratıcı bir güçtür, aşıldığı yerde kendimizin farkındalığında yeni anlamlar kazanırız.
Bu yazının yazılma amacı Türk Şiirinde kekeme şiir olarak gördüğüm ‘başarısızlığın başarılı anlatımlarını’ aramaktır. Bu tabii ki bir ansiklopedi maddesi olacak kadar kuvvetli bir ayrım değil, bu nedenle de bazı kekeme şiir yazarlarını (özellikle Turgut Uyar’ı) kapsamadı, herkesi kapsaması gerekmiyor. Geçmişteki, konuşulmadan geçiştirilmiş bazı taşları yerine oturma çabası olarak, veya bugünkü bazı şiirlerin ipuçlarının geçmişte bağının kurulması olarak okunabilirse kanımca yeterince başarılı olmuş demektir.
1980’lerin ikinci yarısında ve 1990’larda tekrarlar tekrarlanmış, Türkiye’deki bitmek bilmez çalkantı durulmaya başlamıştır, şiir de. Türkiye’nin en kaliteli aydınları bu yıllarda sanatsal davranışlara devam etmeye çalıştılar, sanat adına davrandılar. 1987 ile 1989 yılları arasında Edebiyat Dostları adında bir dergi yayınlandı. Agresyonu bol tarzda yazılar çıkarttığı için sık sık ‘Edebiyat Düşmanları’ nitelemesiyle karşılanan bu dergi de sanatsal davranışa önem verir nitelikteydi: Bab-ı Ali tarafından topyekun afaroz edilmecesine Toplumcu Gerçekçilikle hesaplaştılar, 40 Kuşağıyla, sanatı politikanın güdümünde görmek isteyen politik çevrelerle hırçın kavgalar verdiler. Şiir ödüllerine, hapse girince hepsi şair oluveren gençlere ve bunlara verilen günah çıkartma ödüllerine, imza günlerine, sosyalist politikacıya biat eden sosyalist sanatçıya, Türk şiirindeki, müziğindeki arabesk solculuğa, kısacası 1980’lere ait verili saygınlık kalıplarına, derginin logosundaki Don Kişot’un değirmenlere saldırışı gibi saldırdılar. Dergi dağıldıktan sonra bir süre daha şiir dinletilerini sabote etmeye giriştiler, şiir adına, sanat adına ne gibi eylemler yapabileceklerini tartıştılar. İki yıl boyunca Türk Edebiyat makinesine saldırdılar ve onun tarafından lanetlendiler; sonra bir gün Türkiye değişti.
Hırçın isyankarların da sahneyi terkettiği 2000’lerde, şimdi daha kurgusal bir dünyada yaşıyoruz. Artık kimse dünyanın sorunlarına çözümler aramıyor. Artık gerçek değiliz. Dünyayı değiştirmiyoruz, kışkırtmıyoruz ve bunun için ona ait olamıyoruz. Yazar merkezdeki yerini yitirdi. Yazarla beraber okur da merkezden kovuldu artık. Sermaye yazarlarının ünleri, ürettikleri metinlerin gücüyle ters orantılı bir biçimde artıyor. Metnin gücü, sese ve görüntüye teslim edildi. Bu durum gittikçe daha fazla merkezden kaçan, lineer olmayan, aynı anda birkaç yöne doğru genişleyen metinler ortaya çıkartıyor. Tanrı olarak yazar öldü. Bunu henüz herkes bilmiyor.
Buradan nereye? Artık ne yazılabilir? Bilmiyorum, ama kendime serbest atış izni vererek bir kaç şey söyleyebilirim: Kendiyle dalga geçen, davranan ve davranışının sorumluluğunu sırtlanan, kendi sözünün son söz olmadığını bilen, söz dağarcığının hayatın anlamlandırılmasında en ileri noktayı işaretlemediğinin gayet farkında, mevcut söz dağarcıklarını gülünç kılmakta becerikli, eğlenceli ve güçlü bir şiir kurtarabilir bizi. Yeni kuşak bunun kavgasıyla büyüyecek.
Felsefenin yollarını önce şairler yürür, büyük şairler. Aklın ezberlenmiş yollarının dışında her zaman bir yol vardır; bilinmeyen bir yolda kaybolmayı göze alan şiirleri yazanlar, geleceğe uyum teknikleri sunarlar insanlara, kimsenin teşekkür etmesini beklemeden.
Türk Şiiri, Türk insanının kendinin farkına varma savaşında çok başarılı alan muharebelerinden geçmiş ve ilerlemektedir. Şimdi içinde bulunduğu çukurda çok oyalanmadan yoluna devam edecektir.
Sonra yeniden.
Enis Akın
NOTLAR
1 Olumsallık, İroni ve Dayanışma, Richard Rorty, Ayrıntı Yayınları, 1. Basım, Aralık 1995.
2 ‘Söz dağarcığı’ kavramı ile insanların konuşarak veya yazarak ifade edebileceklerinin zenginliği kastediliyor. ‘Şair söz dağarcıkları önerir’ denince kastedilen, kelimeler önermeyi, yeni kullanışlar ve çağrışımlar yaratmayı dışlamadan ama bundan öte, hakikatın tamamen yeni bir algılanışını sağlamak üzere dilin dağıtılıp baştan kurulmasıdır.
3 Rorty, agy., s.57.
4 Bu kavramı Baudrillard’dan ödünç alıyorum. Jean Baurillard, Kusursuz Cinayet, Ayrıntı Yayınları, 1. Basım, Mayıs 1998, İst. Baudrillard’a göre teknik, reklam, sanal gerçeklik, porno, vb. dünyayı sanallaştırarak mükemmeleştirmeye yeltenmektedir. Kendisi tehlikeli bir kusur olan insan bu mükemmellikte yaşayamaz, yokolur. Bu da bir cinayettir, kusursuzlaştırmanın işlediği bir cinayet.
5 Alıntılayan Richard Rorty, agy. s.49.
6 İsmet Özel, Şiir Kitabı, Adam Yayıncılık, 1. Basım, Haziran 1982, s.23.
7 ‘Verili saygınlık kalıpları’ ile, edebiyat ailesinin (dizgesinin) içine girmek için girilen bütün davranış kalıplarını kastediyorum. Bütün şiir yarışmalarına, imza günlerine katılmak, ‘edebi büyüklere’ yaranma amacıyla övgüler düzmek, kısacası mevcut mekanizmaya başeğmek için girilen bütün davranışlar bunun içindedir. ‘Genç şair’ nitelemesi yaşla ilgili bir niteleme olmayıp henüz ‘mekanizmaya’ kabul edilmemiş şairleri kastetmek için kullanılır.
8 ‘Endişe’ kelimesini bu yazıda, psikanalizdeki anksiyete karşılığı olarak kullanıyorum. Anksiyeteyi sözlükler endişe, merak ve kaygıyı; iç sıkıntısı bunaltı; şiddetli istek olarak karşılıyor. Psikanalizde başvurulduğu anlamıyla anksiyete, korku ve algıların anormal ve abartılı bir durumunu ifade ediyor. Anlama duygusundaki abartı, tehtidin gerçekçiliğine ve doğasına ilişkin veya kişinin bunlarla başa çıkma kapasitesindeki şüphelere ilişkin olabilir.
9 Sigmund Freud, Psychopathology of EveryDay Life, 1901, Chapter 5, Slips of The Tongue.
10 Aktaran Alan Megill, Prophets of Extremity Nietzche, Heidegger, Foucault, Derrida, University of California Press, 1985, s22.
11 İsmet Özel, agy, s.46. ‘Bir anlamda kelime insandır ve insanın içine, dışına ve bütün yönlere genişlemesidir’ s.44.
12 Bir çok itiraz yapılabilir, neden Birinci Yeni değil, yahut neden Birinci Yeni’den ayrı, onun çocuğu değil, vb. Zaten bu adlandırmadan rahatsız olan İkinci Yeni içinde anılan şairlerin çoğunun ayrı ayrı değerlendirmeyi talep etmesine rağmen, aralarındaki paralelliği ileride göreceğiz.
13 Halkın Dostları Özel Sayısı, Edebiyat Dostları Aylık Kültür Sanat Dergisi, Sayı 7, Kasım 1987. Özellikle Cemal Süreya, İsmet Özel söyleşileri.
14 Başka bir çok şiir ve şiir yazarını daha saymak mümkün, ama burada ne bu şairlerin bütün şiirlerini deneyselciliğin hanesine yazmak, ne de dışarıda bırakılan bütün şairlerini gelenekçi olarak sıfatlandırmak istiyorum. Bir ayrıştırma çabası içinde her genellemenin muhakkak yaptığı hata payını kendime tanıyarak, Türk Şiirinin bugüne kadar üzerinde fazla durulmamış bir yanına vurgu yapmak istiyorum. Bazı şairler ve şiirler dışarıda kalabilir elbette ama örneğin özellikle 3-5 dizelik, çok kısa şiirleri deneyci şiirin dışında tutmayı tercih ettim, çünkü kanımca kısıtlı kelime ile yeni birşey yazılamaz. ‘Bir elinde cımbız/Bir elinde ayna/Umurunda mı dünya’ örneğindeki gibi, kısa şiir genellikle herkesin duymak istediği bildik hakikatleri bildik biçimlerle verir. Bu türdeki şiirleri deneyselci şairler de yazdılar.
15 Hazır cevaplığıyla tanınan Ahmet Haşim’le ilgili bir öykü vardır. Bilindiği gibi üstad biraz kara kuru, kısa boylu, kısacası yakışıklı erkek tipine pek uymayan bir yapıdaymış. Bir gün bir davette hafif geçkin ama gösterişli bir hanımın yanına gidip şöyle iltifat ettiği rivayet edilir: ‘Hanımefendi çok güzelsiniz’, hanım karşısındakine bakar ve küçük görür bir edayla ‘Ben sizin için aynı şeyi söyleyemeyeceğim’ diye cevap verir. Ahmet Haşim cevabı yapıştırır: ‘Önemli değil hanımefendiciğim, siz de benim gibi yapın, yalan söyleyin.’
16 Edip Cansever, Gül Dönüyor Avucumda, Adam Yayıncılık, 2. Basım, Ocak 1994, İstanbul, s. 99.
17 Edip Cansever, agy. s.114
18 Edip Cansever:
Bir otobüse bindiğim, biletçinin bilet bile kesmek istemediği ben
Kendimi koruyordum
[Çağrılmayan Yakup]
19 ‘İkinci Yeni şiirin solcu ideolojisi yoktu, çünkü bu şiiri yapanların yaşamlarında, eylemlerinde solculuk yoktu.’ (ilk yayın 1967) Asım Bezirci, 2. Yeni Olayı, Tel Yayınları, s. 218.
20 Cemal Süreya, Edebiyat Dostları Aylık Kültür Sanat Dergisi, Sayı 7, Kasım 1987, s.15.
21 Horst Redeker, Edebiyat Estetiği, Kuzey Yay., Ankara 1986.
22 Eski dilde kari, okur.
23 İsmet Özel, Waldo Sen Neden Burada Değilsin?, Çıdam Yayınları, İkinci Baskı, Kasım 1998, s.27.
24 İsmet Özel, Waldo Sen Neden Burada Değilsin?, agy. s 26.
25 Kemal Sayar, Anksiyete: Özgürlüğün Başdönmesi, Defter Dergisi, Bahar 2000, Sayı 39.
İSMET ÖZEL ŞİİRİNDE PARÇALANMA: İSMET ÖZEL'DEN NE ÖĞRENEBİLİRİZ? (Enis Akın)
Gerçek umrumda bile değil bebeğim
Çıplak gerçek hariç.
Leonard Cohen
Enis Batur'un deyişiyle "epileptik nöbetler halinde yazan" Turgut Uyar gençlerin şiirde "ben" kelimesini hoyratça kullandıklarını, oysa kendisinin "durmadan kendinden söz etmek budalalığından" kurtulmaya çalıştığını belirtir.1 Turgut Uyar'ın "aynaya" düşkünlüğü yoktur, Narcisuss'tan o kadar uzaktadır ki, Freud'un tespit ettiği gibi "ego"nun fonksiyonu gereği yanlış bilgi ürettiğini biliyor gibidir: "Benim kanım gülünç ve kahraman lekeler bırakacak öbürkülerin yanında".
Turgut Uyar'ın şiirinde "ben" kelimesi dört başı mamur bir bireyi, tamamlanmış bir özneyi değil, nesnelerin dünyasında bir nesneyi ifade eder, materyaldir. Ancak "gülünç ve kahraman" bir "ben"in şiire girişiyle, şiire giren "yanlış bilgi"nin dozu hafifletilebilecektir. Büyük bir "hakikat" işçisidir Uyar, Van Gogh gibi, Sylvia Plath gibi. Şiirinde sahicilik duygusunu haz vermenin önüne koymuştur.
Nietzche'ye göre de hakikati aramak ormanda ilaç olarak kullanılan bir otu aramaktan farklıdır; ilaç, arayanının kendisi için aranır, oysa hakikat kimsenin işine yarayacak bir şey, bir avuntu değildir.2 Hakikat her zaman yaşamda kalmayı desteklemez. Hakikati, o büyük gerçeği aramak gündelik konfordan vazgeçmektir, ama belki sadece ve sadece bu konforsuzlukta elde edilebilecek bir hazdan sözedilebilir Uyar için. Denebilir ki Turgut Uyar olmasaydı Türk insanının dramı da (hazzından) eksik kalacaktı.
Uyar'ın sözü her şeyden önce doğrudur. Şairin sözünün doğru olup olmadığında kimi şairler bir türlü anlaşamamışlardır. "Şair sözü yalandır inanma" diye yazan Fuzuli bir şairdir. Şiir yazma işini bir "sahicilik kurma" olarak tanımlarsak anlaşmazlık belki biter: Kurmaca bir sahicilik!3
Sahicilik, yani "sahte olmamak" şiirsel bir özellikse, bu, bütün şairler için çok gereklidir, ama Turgut Uyar'ın mirasçısı İsmet Özel'in şiirinde merkezi bir yer tutar. İsmet Özel de, belki Uyar'dan daha gür bir sesle onunla aynı epileptik nöbetlerin içinde, aynı insan dramının içinde yaşar şiiri; bünyevidir. Denilebilir ki şiir yazmaz hayatla çatışır, İsmet Özel'e göre şiir bir söyleyiş güzelliği değildir; tam tersine şiirin güzelliği, sahicilik arayışının bir fonksiyonudur.
İsmet Özel'in şiirlerim okurken bir kurguyla karşı karşıya olduğumuzu, "sanatın da samimiyetsizlikten doğduğunu"4 unuturuz. Onun şiirinin bize bir vaadi vardır: Hayatın burnumuzun dibine yerleştirilmek suretiyle bizden gizlenen büyük sırlarını fısıldayacak, büyük kesinlikleri ve görecelilikleri işaret edecek, yerleşik doğruları sarsacak, umut ya da umutsuzluk önerecektir. "Gerçek" ve "işaret" kelimeleri ne kadar yan yana getirilebilirse, o "gerçek bir işaret" peşindedir:
Şiir alanındaki çalışmalarımın verdiği sonuçlardan öğrendim ki gerçekliği bulunmayan hiçbir işaret insanlarda karşılığını bulamıyor?
İsmet Özel, sıkça kullandığı bu "işaret" sözcüğünü dilbilimsel bir anlamda kullanmıyor. "Canlı işaret" der. İşaret bir vektördür, gösteren parmaktır, "temel mesele'lerin gösterilmesidir; çağrışım silsilesi olarak tamamen politiktir. Onun köşe yazılarıyla şiirleri, sordukları sorularda kesişirler: insan bu saldırgan dünyaya karşı nasıl direnecektir? Zemini ne olacaktır? Şu veya bu politikanın verebildiği duruşların dışında, ve o politikanın kendisinin de içinde yer aldığı bir bütünlük olarak dünyaya karşı insan nedir? Edip Cansever'in aklını meşgul eden "ben kimim" sorusu Özel'de "insan nedir"e evrilmiştir. Turgut Uyar sormaz kim olduğunu, bilir ve verdiği cevaba inanmaz. Uyarla Özel arasındaki farkı da burada buluyorum: Uyar'ın sonuçta kendine (halka) inanmayan bir tarafı vardır, dünyanın herhangi bir şey "yapılarak" daha iyi bir yer haline getirilebileceğine inanmaz: "insan kötüdür, şiir de bu çıkmazdan gelir". İsmet Özel sık sık kendinden (halktan) şikâyet etse de, kendini insanı uyandırmaya vakfeder: "insan kötüdür, ama şiirin yapacağı bir şey mutlaka olmalı". Bu, Turgut Uyar'da olmayan bir vaattir Uyar'ı yaratan, iki dünya savaşı sonrasında "dünyanın kaybedişinin ortaya çıkarttığı büyük depresyonsa; Özel'i yaratan, 1960'larda dünyanın ve 1970'lerdeki Türkiye'nin baş dönmesi, anksiyetesidir. İkisi de yaşamda kalmayı destekler ama depresyon geçmişe dönük bir kaybedişin ortaya çıkardığı bir hareketsizlikse, anksiyete geleceğe dönük, henüz sonuçlanmamış bir tehditin hareket potansiyeli vardır. Uyar ve Özel "hayatta umudun olup olmadığı" sorusuna verilmiş taban tabana zıt cevaplar gibidir.
İsmet Özel'den ne öğrenebiliriz? Bir şiiri okumaya başladıysak ve eğer bu bir İsmet Özel şiiriyse bir vaatle karşı karşıyayız demektir: Sahicilik duygumuz genişleyecek, nefes alacaktır.
İnsanoğlunun en sahici dili şiirdir [...] Şiir insana kendi içinden bilgi verir.6
"Şiirleri İsmet Özel'in sahicilik arayışıdır" dedim, ama bunun vurgusu tam olarak doğru değil, çünkü Özel'in "sahicilik arayışında öncelikli olan "sahicilik" değil "arayıştır” Arayış bir eksikliğe dayanır, arayan kimse tamamlanmamıştır, eksiktir, kastredir. Yukarıda değindiğim "işaret" kavramı, arayışın nesnesi ve arayış arasındaki kaygıların -korkunun, boşluğun, suçluluğun, vb.- üzerinde salınır. Kaygıları Özel'in elini şiir yolculuğu boyunca tutmuş olan en önemli avantajıdır.
Eskiler iz sürerlerdi. Biz muttasıl arıyoruz yeni
insanlar. Arıyoruz âlemin iç yüzünden zihnimize
Yansıyan bir tasarımla gerçeği.
(...)
Arayanın aramaktan başka derdi yok.
[Bir Yusuf Masalı, Üçüncü Bab]
"Epileptik nöbet" benzetmesi bizi buraya kadar getiriyor, zira epilepsi bir hastalıktır, bir kriz, engellenemeyen ve beklenmedik bir bilinç kaybıdır; "maraz" bir şair için avantaj olabilir, ama bir hastalık arzu duymaz. Epileptik nöbet benzetmesi şairin elinden arzusunu almaktadır. Oysa bütün büyük şairler hak ederler bunu: Arzunun peşinde olmak, arzunun kurallarıyla ilgilenmek, bulduklarını değil, bunları aramasına sebep olan güdüleri, arzunun kendisini önemsemek, bir eksikliğin peşinde olmak, "işaret" sözcüğü burada gerçek anlamına kavuşur: işaret arzunun doymamış halidir. Arzu devam etmeli, durmamalıdır; doygun bir arzu, politikasını yitirmiş bir arzudur, ölüdür.
Parmak ayı gösterdiği zaman parmağa değil aya bakmak lâzım.7
Gerçekten parmağa bakmaya gerek yok mu? Parmağın "nasıl" gösterdiğinin bir anlamı olamaz mı? "Göstermenin güzelliği" mümkün değil mi? Mümkün, İsmet Özel polemik yapıyor; onun şiiri tam da "gösteren parmakla" ilgilidir, insan arzusu, dile dönüştüğü an, talebe indirgendiği için ve talebe indirgenemezliği açısından hiçbir zaman tatmin edilemez, hatta, denebilir ki ortada "ay" yok sadece "gösteren parmak" veya "işaret" vardır. Bunun için "sahicilik" sorusuna tek cevap vermesi beklenebilecek olan da bu yüklendiği imkânsız görevi başaramayacak denli gevşek yapılı (büyük hakikatle bağlantısı açısından) "dil"dir. Arzuyu içermesi beklenen, ama bunu hiçbir zaman karşılamayan dil, o zaman, sadece "dil" ancak ve ancak bahsettiği şeyden bahsetmiyormuş gibi yaparak, kendini örterek bu imkansız görevi küstürmeyecek, başarmaya yeltenecektir, İsmet Özel'in şiiri neye ilişkinse ondan uzak durur, nesnesini içermez, sadece eksikliğini vareder.
Arayış sahicilik vaktine erişsin istiyorsan Senin
kendin, Haber olsa gerektir.
[Bir Yusuf Masalı, Üçüncü Bab]
Arzunun şiiri. Şuna geliyorum, aslında bir İsmet Özel şiiri yoktur, tamamlanmış bir şiiri yoktur ya da onun bütün şiirleri şiirin kendisini değil "şiirin ardını" kasteder, şairin kendisinin işaretleridir. Şiirin arkasında biri durmaktadır; gerektiğinde kendi mükemmelliğini tamamlamak için şiirleri eksik bırakan biri: Şair. Bir şiir arzu duymaz, arzuyu şairler duyar ve bu ölçekte şiirlerin tamlığı şairlerin tamlığına feda edilir. Şairin sahiciliği şiirdeki sahicilik arayışının garantisi olur ve şiirlerin arasındaki boşluklar şairin kişiliğiyle, kendisiyle doldurulur: Sahiciliğin ölçüsü şairin kişiliğinin bütünlüğü, sahtelikten arınmış olmasıdır, insanın doğumla başlayan parçalanması özneyi şaşmaz bir biçimde bütünlük arayışına mahkum eder. Elbette, bütünlüğü arayan özne kendisini aramaktadır:
Yokluğunu hissettiğimiz şey içimizde bulunması gereken "zımni" bütünlük, bütüne ait olma duygusudur. [...] Şiir okumak isteriz, çünkü bütüne, bütünümüze, bütün içindeki yerimize varma zorunluğunu bu insani ve insan dışı aygıtla yenmek isteriz. [...] İnsanın kendisinin de bir parçası olduğu bütünün açıklamasına değil, benimsenmesine giden yol üzerinde şiir vardır. Şiiri bir bütüne ait olduğumuz duygusundan kalkarak okuruz. [...] Her şiir insanın bütüne olan hasretini kamçılar.8
"Sahicilik arayışı, arzunun kendisinin aranışıdır ve buradan da bütünlük arayışı doğar" dedim. Devam etmeden önce Adorno'nun "Bütün, gerçek olmayandır" formülünü bu akıl yürütmeye uygularsak, sahici olanın arayışının sahici olmayanın aranmasıyla aynı yere çıktığını buluruz, ki İsmet Özel için bu doğrudur. Lacan burada yardımcı olabilir: Dile sahip insanoğlu için Lacan'ın kullandığı anlamda büyük harfli Gerçek9 mümkün değildir. Dolayısıyla İsmet Özel'in "şiir alanındaki çalışmalarını bir tür "dili kullanarak dilin olmadığı yere varma çabası" olarak tanımlayabilirim. Nesnellik diye bir şey varsa, bu insan yavrusunun mutlak bütünlüğü yaşadığı ilk altı ay sonrasında egosunu "keşfederek yitirdiği" bir zaman diliminde vardır Lacan'a göre; Kristeva bu dönemi chora olarak isimlendirir.
Anne bütün arzuların ilk ve nihai karşılığıdır ve yasaktır, insan yavrusu altıncı aydan sonra artık annenin parçası olmadığını anlar ve egosunu aynadaki imgesi olarak bedeninin dışında bulur. Kristeva'ya göre insan yavrusu egosunu ayırdettikten sonradır ki diğer nesneleri egonun üzerinden belirleyebilir.10 Özne, sırf özne haline geldiği için ve özne haline gelerek bütünlüğe geri dönüş şansını yitirir. Özne, böylece bütünlük ve parçalanma arasında, "ensest yasağının hadım ettiği arzu"yla "epileptik nöbet" arasında, parçalanmış bedenle yabancı imge arasında savrulup durur. "Sahicilik arayışı" aradığı şeyin kendisi olan özne için "yalnız ensest ilişkisinde yani anneyle olan ilişkide tam bir doyum olabilir."11 İsmet Özel kendi chora'sına ulaşmak için kendi duyguları ve dilbigisini umutsuzca kullanır.
İsmet Özel "bütünleşme isteğini" çeşitli satırların arasına gizlemiştir:
Bize ancak oğulları asılmış bir kadının Memeleri
ve boynu itimat telkin eder.
[Dişlerimiz Arasındaki Ceset]
"Oğulları asılmış" bir kadının seçilmiş olması, söz konusu "memelerin ve boynun" benim anneme ait olamayacağını güvence altına alır, ama aynı zamanda sözün konusu bir annedir. Oğullar asılmıştır, benim o annenin oğlu olmamam çifte kilit sistemiyle güvence altına alınmıştır. Yaratılan bu uzaklık "'bu benim annem değil'i garanti altına almaya yarar; ancak bundan sonra ilişki, sanki tam da 'bu benim annem' dercesine mutlu ya da mutsuz sürebilir. "
ey bayırdan ve yokuştan uzaklara ey çırpınan
bir geyiktir memelerin kanın ısırgan otları gibi
aklımda.
[Kan Kalesi]
"çırpınan bir geyiktir memelerin”le bir tecavüz çağrışımı yaratmaktadır şair. ilksel parçalanmanın kaynağı annedir, sevgi nesnesi ve cinsel nesne olarak. Freud'a göre bir erkeğin anneyle veya kızkardeşle ensest fikrini kabul etmesi bir ilişkide makul ölçüde başarılı olabilmesi için zorunludur, yoksa aynı kişiyi hem sevip hem arzulamakta aciz kalır: Sevdiği kadınla cinsel-iktidarsız, cinsel ilgi duyduğu kadınla sevgisiz olur.13 Türk erkeği bu girdabın içine en genç yaşta düşer; kültürümüzde en "ağır" küfürler anaya gönderme yapar:
Gırtlağımda bir harf büyüyor
buna dayanacağım
İsmet Özel'in belki en çok beğenilen ve içinde bir ergen cesedinin oradan oraya savrulduğu "Partizan" adlı şiiri bir küfrün bastırılmasıyla başlar ve insan bedenine birçok gönderme yaparak ilerler: dişlerim, koyunda, cesedi, saçlarını, yüzümüz, yüreğimden, ayak-larıma, genzimi, gebelik, dişleriyle, kanımdaki, ayak, yüreğimin, beynimde, ellerimi, ayak, ceset, beynimde, dudaklarımdan.14
Ergenlik çağına ait bir bedensellikle beraber aynı dönemin fikir evreni söz konusudur. Araya iki kez, "yavrum" ifadesiyle annenin sesi girer, ama okur anne simgesinin çağrılmasının ardından hemen olumsuzlanmasına tanık olur:
Yunmadık saçlarını okşuyoruz, yavrum. –
Yüzümüzde dolanan bir mayhoş kahkaha-
(...)
Umudunun ayak seslerini okşuyoruz, yavrum.
Kuşandığımız
bu alkol kokusu bize ne getirdi ki!
Bu ergen cesedi "isyan işaretleri" taşımaktadır ve "korku ve cüzam" tekrar edilir. "Ergen ölülerini beyninde birer vida" olarak hisseder şair.
yürüsem parçalanmış bir ceset tazeliğinde
Arzunun peşinde olmak, eksikliğin peşinde olmaktır; "parçalanmış ceset" her şeyden önce bütün değildir. Buna karşılık şiir de eksiktir: Bütünleşme arzusunun kendisi ifade edilmez, belki sadece annenin korkutucu sözleriyle anıştırılır. Korkutucu bir anneyle bütünleşme mümkün değildir; acı doğrudan ifade edilmediği halde büyük bir kesinlikle ifade edilmiştir. Parçalanmanın iyice vurgulanması için son bir ayrıntı daha eklenecektir tabloya: Parçalanmamış olanlar, ötekiler, "herkesler":
büyük tecimevlerinde, büyük çarşılarda
pokerde-sinemada-genelevlerde
ne bir suçlu çağrışımı ne karabasan
yalnız o herkesler
o herkesler kendine akarak boğulan
Şaire göre parçalanmamak tercih edilebilir bir seçenek değildir, İsmet Özel aynadaki görüntüsünü bir ressam gibi parça parça kurar ve sonuçta bir giysi gibi içine girer: "yürüsem parçalanmış bir ceset tazeliğinde". Parçalanmış, cüzamlı bir bedenle (ergen), bütün imge (herkesler) arasındaki boşluğun arasında rezonansa giren egonun tercihleri kontrolsüzlükle, yabancılık arasında sıkışmıştır15 Bedenle imge arasındaki süreksiz - sembolik bir düzende ergen (beden) kendini kontrol edemez, kendini dünyayı karşısına alacak kadar güçlü zanneder, dünyası iyiler ve kötüler arasında parçalanmıştır.16 Bu-nu en iyi tanıyan mesleki kesimlerden biri psikologlarsa öteki spor yazarlarıdır.17 Türk Kültürü büyük ölçüde bir ergenin kültürüdür: "ergen cesedi" imgesi Türk insanının nefretini, içi boş isyanlarını, parçalı dünya algısını, silah sevgisini, hayata değer vermeyişini, kısacası Türk insanının kendilik duygusunu işaret eder. Ötekiler (herkesler) tamamlanmıştır, jargonları, alışkanlıkları, kişilikleri, yaşantıları, dilleri vardır (bedenleri yoktur): "büyük tecimevlerinde, büyük çarşılarda/pokerde-sinemada-genelevlerde". Ergeninse tersine bedeni vardır dili yoktur; sadece parçalanarak konuşur, yaralarıyla konuşur.
Acı parçalanmadan gelir; fazla ileriye gitmeye gerek yok, her şeyden önce dilin işe karışmasıyla Gerçek'ten ayrılmıştır insan, istediğini bilmez bildiğini isteyemez, diliyle kendisini yaratmış ve yaratır yaratmaz içinde esir olmuştur; iletişim aracı olarak dil çeşitli söylevlere eklenmekten ibarettir; şiir, sadece şiir, insanın ilk (hayvansı) dilini anıştırabilir.18 İsmet Özel insanın işte bu parçalanmış kendilik algısını yazar. Bu ancak şiddetle yazılabilir.
İsmet Özel parçalanmayı konuşturarak kendini yeni güne hazırlar, delirmeyi erteler. Şiir böyle bazen bir işe de yarar, ama bu arada içinde daha önce ifade edilmeyen şeylerin ifade edilebildiği yeni bir dil yaratmak zorunda, kendini tehdit eden şeyleri hepimiz tarafından ifade edilebilir kılmak zorunda kalır. Hepimizi besleyen bir yan etki.
Sarardın üzüntüden, üç gün ağladın baktım
gözlerine sıçramış halkın gözleri (...)
Şimdi sana bakıyorum, kalabalık gözlerin ağlamasan bizi
utandıracak sanki dünya Valentina
Tereskova ve çekik gözlü kadın komandolar
çünkü üç gün beslendiler senin gözyaşlarınla.
[Kalk, Düğüne Gidelim]
Valentina Tereskova, uzaya çıkan ilk kadın, ama yukarıdaki şiirde o yok, sadece adı var, onun boşluğunu mater dolorossa dolduruyor, yani "acılı meryem". Neden birçok Türkçe şiire "anne" gözyaşlarıyla beraber girer? Neden oğullar anneye sadece "acı" üzerinden yaklaşır? Bilmiyorum. Bildiğim, ama annede eksik olan şey oğulda da eksik olduğu: Phallus. Ensest bütün yasaklanmış arzuları ve büyük eksikliği resmeder, baba parçalanmanın mutlak kural koyucusu olarak görevini yerine getirir. Anne ağlamaz, neticede ağlayan (eksik olan) oğuldur ve eksiklik anneyle paylaşılmaktadır. Dolayısıyla anne arzunun tatmin edilmesinin imkansızlığını temsil eder, ve bunun sonucu olan bir hüznü.
artık üşümek cince bir çiçektir oralarda
yolcuların taşıyamadığı bir çiçektir
[Kaçış]
Bizi şu ana ve buraya çakabilecek tek şey şiir olabilir, İsmet Özel'in gür sesinin çivileri buradan gelir: İnsanı bir zamana ve bir yurda bağlamak, yani akıl. İsmet Özel'de "ses" şiirin sadece bir unsuru değildir, aklıdır, İsmet Özel bir yandan "alnında imparatorluklar" taşırken diğer yandan "bilgiç beynini kırıp teneşir tahtası olarak kullanabilir". Onun deliliği en akıllıdan daha akıllı olmak ihtiyacından türer. Akıl bir araçtır, aklı kullanarak aklın maddiliğinden kurtulunca "sahici olanı görebilecektir". Kavramların içeriğinin boşalmasına, anlamını yitirmesine, biçimselleşmesine, hayatın standartlaşmasına ettiği itirazda en öncelikli olarak üzerinde direttiği kavram "insan" kavramıdır. Şiirlerinde sınıflanmaya, etiketlenmeye karşı bir "insan" fikrinin peşindedir. Doğrular insana ait kılınmalıdır. "Bütün sevinç ve hazlar bir nihaî doğruya duyulan inanca bağlı"dır19 Nihaî doğru hep şiirin dışında, ulaşılmaz, sadece sezdirilebilir olmalıdır; arzu böyle davranır. Bu, İsmet Özel'in gücüdür, İsmet Özel'den arzu duymayı, eksiklikler yaratmayı, boşluklar tasarlamayı öğrenebiliriz.
Eğer mutlaka zayıflıklarımızın olması gerekiyorsa ve onları sonunda bağlı olduğumuz yasalar olarak tanımlamak zorundaysak, o zaman herkese en azından zayıflıkları karsısına erdemlerini gösterecek ve zayıflıkları sayesinde bizi erdemlerini özlemle isteyecek duruma getirmeyi bilecek kadar sanatsal güç dilerim.10
Ama İsmet Özel'in zayıflığı da en güçlü olduğu yerde başlar: Sesinde, İsmet Özel şiirlerinde kendi "iğrenç yüzünden", "çirkinliğinden" dem vurur.
her kapı gıcırtısından çocuklar dökülürdü, ne çirkin ne çirkin, gövdemde kapı gıcırtısından
ince bir zırh yara kabuklarından
[Ölü Asker için ilk Türkü]
ve her gece yatağımda bir engerek bulmanın
süreğen iğrentisiyle dolardım, sesim öylece –
Kusmuk Gibi- kalırdı ağzımda.
[Bakmaklar]
Ama bunların ifadesini çok güçlü, çok akıllı, çok haklı bir sesle donatmıştır, buysa, İsmet Özel'in belki de gerçekten parçalandığı noktayı işaretler. Şiiri, kendisinin de çeşitli yerlerde ifade ettiği gibi gerçekten bir dilsizliğin ifadesiyse, bu fazla güçlü bir ifadeyle seslendirilmekte değil midir? Yukarıda "dem vurmak" fiilini özellikle tercih ettim: İsmet Özel'in şiirindeki "sahiciliklerle" bunları seslendiriş tarzı taban tabana zıt; şiirinin bildirisiyle (bu bildiri belirsiz olsa da) sesi arasında bir yarılmadan bile söz edilebilir. Gerçekten kekeme biri, yaşamayı bilmeyen, eve dönerken yolunu şaşıran biri konuşmaz onun şiirinde; tam tersine konuşan, gür sesli, cesur, öfkeli, bilge, güçlü biridir.
Güçlü ve yaralı. Bu tanıma uyan bir grup insan, Türkiye'de yaşanmış bir çağın insanı var: İsmet Özel en çok (sol ve sağ) politik bağlanmalara girmiş yani iç dünyasında bir bütünlüğü aramış, bulamamış; bulduğu sadece "dünya" olmuş, onu da beğenmemiş bir insanda (bilenmiş okur) tam karşılığını bulur; onların narsistik yaralarını "görür". Ancak (Hakikati aramak ormanda ilaç olarak kullanılan bir otu aramaktan farklıdır.) İsmet Özel'den bunu öğrenmemeliyiz.
Konuşma bir pozisyon verir: ismet Özel yukarıda örneklenen varoluşçu iç bunaltısından dem vururken nerede durmaktadır? İsmet Özel gerçekten çirkin biri midir? Hayır, kitap kapaklarından, TV'den bilip gördüğümüz kadarıyla dış görüntüsüne özen gösteren birisi, işte şiirlerinde konuşan ses tonu da o iyi giyimli beyefendiye aittir, sözlerinin bildirisi koltukların hep ucuna oturan birine ait olsa da...
Bıkmadım
koyu renkler kullanıyorum hayatımda
koyu mavi, acıyı anlatırken
sessizce öperken, koyu beyaz
ve saçlarım hakaretlerle okşanırken
koyu bir itiraf sarıyor beni.
[Propaganda]
"koyu bir itiraf sarıyor beni". Bu şiir son zamanlarda benimle beraber dolaşıyor, çok güzel, ama düşünmeden edemiyorum: "koyu bir itirafla sarılmış" birinin ses tonu mu bu? Değil. Elbette sahiciliğin peşinde olmak sahici bir durum olmak zorunda değildir; İsmet Özel'in bağlanmakla ilgili sorunları olduğunu herkes biliyor, İsmet Özel sosyalist hareket içinde bulunmaktan vazgeçerken bunu sessiz sedasız gerçekleştirdi. Susuzluğunu İslamcılık da giderememiş görünüyor; ancak bu sefer hüzün verici bir gösteriş içinde davrandı.
Şimdi yaşlanmış bir "kral"ın gittikçe acılaşan ses tonunu duyuyoruz: "bazıları şair sayılmak için başbakan olmayı dahi göze alabiliyorlar".21 Bu cümlenin hedefi bugün yaşayan bütün şairlerdir, belki de onların en tepede oturanlarıdır. Onların bayrağı Özerden alacak gücü olabilir veya olmayabilir, ama ondan daha genç olup Türkçe şiir yazanların (şiirleriyle) hesaplaşması gereken birinci Türk Şairidir İsmet Özel: O son 10 yıldır "son 25 yılın en büyük Türk Şairindir! Onu tahtından benim kuşağımın indirmesi gerekirdi, yap(a)madık; bu yazıya gecikmiş bir vefa borcunun ödenmesi olarak bakılsın.
Bu yazıda kesinlikle, çocukluk karmaşalarını bir şairin patolojisi üzerine uygulamaya çalıştığım sanılmasın; "karakter analizi" yapmak beni de bu yazının boyutlarını da aşar. Burada, diğer yazılarımda olduğu gibi, psikolojinin bazı kavramlarıyla şiir arasına gevşek bağlar çekmeye çabaladım. Bu çaba o şiiri anlamlandırabilme yolunda yeni bir bakış sunabilirse yeterince başarılıdır. Büyük bir şiir ele geçmez, ve kendini ele geçirmeye yeltenen bilekleri büker.
Şiirde insani bir bütünlük aranmaya devam edilecekse, artık bu sadece parçalanmanın en uca götürülmesiyle elde edilecek bir bütünlük olabilir, İsmet Özel şiiri arzunun dinamikleriyle ilgilenir, parçalanmanın eşiğine kadar gelir, burası ürktüğü yerdir. Şairler dünyasının kuralıdır: Duran şairaneleşir. İsmet Özel parçalanmayı dile taşımamış, belki bu en derinlerdeki parçalanma işaretlerini bulup çıkarma işini kendinden sonrakilere bırakmıştır. Türk Şiirinde Turgut Uyar'la başlayan bu çizginin son yıllarda çok geniş bir kabul gördüğünü, fazla kabul gördüğünü; kendinden sonra şiir yazılmasını zorlaştıran, narkotik bir etki yarattığına inanıyorum.
Sapasağlam çünkü hassas yeri yok Çünkü her
tarafı aynı miktarda müphem.
[Bir Yusuf Masalı, Altıncı Bab]
İsmet Özel'in sahicilik arayışının duraladığı an, şiirinin güçlü sesiyle belirsiz bildirisinin birbirini ittiği andır. Her belirsiz bildirinin belirsiz bir dili vardır, sağlam ve şairane bir ses tonuyla her şeyi, özellikle de marazı bildirebileceğini düşünmek günümüzde bir vehim niteliği taşıyor. O, sağlamlığından feragat edememiş, şiirlerinde hemen anlama koşmuş, biçimsel denemelere girmek, risk almak konusunda atılgan davranamamıştır, onun için de İsmet Özel olabilmiştir.
Enis Akın
(Yasakmeyve, Sayı:5 Kasım/Aralık 2003)
NOT:
1) "Kendimi anlatmak, durmadan kendimden söz etmek saflığından (aslında budalalığından demek isterdim. Ama şimdi de aynı şeyi yapan birçok genç var onlara saygımdan) 50 yaşında kurtuldum. Ne kadar geç. (Bir de kurtuldum mu acabat insan nasıl kurtulur kendini anlatmaktan. Nasıl bırakır böyle bir tadıl- Bir tiryakiliği? (...))"Turgut Uyar, Sonsuz ve Öbürü, Broy Yayınlan, 1.Basım 1985, s. 134.
2) Nietzsche, Tan Kızıllığı, İmge Kitabevi, 3. Basım 2001, s. 237.
3) "Bana kalırsa en doğru sözü Picasso söylemiş bu alanda: 'Sanat hakikat değildir, sanat bize hakikati anlamayı öğreten bir yalandır.” ismet Özel, Şiir Kitabı, Adam Yayıncılık, 1. Basım 1982, s. 39.
4) İsmet Özel, Faydasız Yazılar, Şule Yayınları, 6. Basım 2000, s. 16.
5) İsmet Özel, Faydasız Yazılar, s. 12.
6) İsmet Özel, Şiir Kitabı, s. 26, 28.
7) İsmet Özel, Faydasız Yazılar, s. 25.
8) İsmet Özel, Şiir Kitabı, s. 24-25.
9) Lacan (büyük harfle) Gerçek'i, dilin alanına girmemizle sonsuza kadar budandığımız bir doğa durumu olarak tanımlayışı, ismet Özel'in şiiri insanın-bir-hayvan-olarak-sesi olarak tanımlamasına paraleldir. Henüz sınırların olmadığı bu saf maddesel varoluş dönemini Kristeva chora olarak isimlendirir. Bu ilk gelişme aşamasında insanoğlu kendini ebeveynlerinden ve etrafındaki dünyadan ayırmaz. Lacan bazan bu dönemi kaybedilen bir doluluk veya bütünlük zamanı olarak tanımlar. Bütün dilsel yapıların ve hayallerin nihai olarak karşısında yenildiği bir kaya parçası olarak Gerçek, erişkin hayat üzerinde de etkisini sürdürür; örneğin varlığımızın maddeselliğini onayladığımız an. Bu onaylama bir yandan gündelik gerçekliğimizi tehdit ettiği için özünde travmatiktir, öte yandan bu tür bir onaylama Lacan'ın "jouissance" kavramını da üretir.
10) Bebekteki egonun yeniden yapılanma sürecini "kastrasyonun keşfi" tamamlayacaktır. Julia Kristeva, Revolution in Poetic Language, Columbia University Press 1984, s. 46. 1. basım 1974. "Ego imgesinin yerinin saptanması, kendiside benzer şekilde ayrı ve işaretlenebilir olan nesnenin yerinin saptanmasına yol açar."
11) "Bu da özneye deliliğin kapılarını açar. Gerçeklik ilkesine ilişkin Lacan şunu yazar: '(...) özne arzusunun nesnesini bulmamalıdır (...) tam tersine, temelinde sannlanmayla ortaya çıkan nesneyi yeniden bulmalıdır."'Elda Ebreveya, Aynadan Ötekine, Bağlam Yayınları, 1. Basım 2000, s. 96.
12) Darian Leader, Kadınlar Neden Yazdıkları Her Mektubu Göndermezler, Ayrıntı Yayınları, 2. Basım 1998, s. 30.
13) Darian Leader, Kadınlar Neden Yazdıkları Her Mektubu Göndermezler, s. 29-30.
14) İsmet Özel insan bedeninin her ayrıntısının adeta bir haritasını çıkartmaya çalışır: "ay onun mor saçlarına yansır", "boğazına lokma takılır", "ölü kuşları ayaklarına serper", "elleri tütsülenir", "sakallan batar", "gövdesinin kokusundan şiir buharlaşır", "dudakları kabam", vb. ismet Özel'in bünyevî şiirinin ipuçları.
15) "(...) 'ayna evresi', kabaca Mahler'in 'ayrılma-bireyleşme' döneminin ilk aşaması olan 'ayrımlaşma' alt dönemine karşılık olur,işte bu aşamada anneden ikinci kezi fakar bu sefer 'psikolojik olarak doğan', yani kendini annesinden ayrı işaretlemeye başlayan bebeğin anne karşısında 'kendi imgesini bir bayram coşkusuyla ele geçirmesi'ne dikkat çeker Lacan." Saffet Murat Tura'nın Önsözünden, Jacques Lacan, Fallus'un Anlamı, Afa Yayınları 1994, s. 31.
16) "Geleneksel Türk kültürü 'ötekine yönelmiş' (bir kimsenin düşünce ve eylemlerinde kendi yargılarından ve değerlerinden ziyade dışsal normlara göre hareket etmesi) bir niteliğe sahiptir ve bir meselede ortada uzlaşmaktan ziyade kutuplaşmalara eğilimlidir. (...) Çok anneli bir evde yetişme, çocuğun, yaşamındaki önemli kişilerin düşktrıklığı yaratan imgeleri ile hoşnutluk yaratan imgelerini kendi zihninde kaynaştırıp bütünleştirmesini zorlaştmr. Bu psikolojik olgu, yaşamın daha ileri dönemlerinde insanları ak ve kara, tamamen iyi ve tamamen kötü olarak görme eğilimine (...) yol açabilir." Vamık D. Volkan, Norman Itzkowitz, Ölümsüz Atatürk, Bağlam Yayınları, 1. Basım 1998, s. 35-36.
17) "Birbirimize yaklaşırken tıpkı ergen çocuklar gibi neleri sevdiğimizi, nelere bağlandığımızı değil de, nelerden nefret ettiğimizi öne koyuyoruz." Haşmet Babaoğlu'yla Söyleşi, Kılavuz Aylık Kültür Dergisi, Sayı 1, Nisan 2003, s. 25.
18) Tüm 2. Yeni'nin ve ismet Özel şiirinin bir bildirisi varsa, bildirisinin değeri, bu bildirinin kendisindedir; toplumcu gerçekçilikteki gibi şiirin dışında değil. Başka bir yerde belirttiğim gibi 2. Yeni şairlerinin en az diğerleri kadar anlama olmasına rağmen "anlamsız şiir" olarak nitelenmesinin ardında bu yer alır. Eğer bir şiir kendi anlamsal çerçevesini kuracaksa o zaman kendi sözel evrenini yaratacaktır. Jacobson araçsal dille ile poetik dili birbirinden ayırır. Birincisinin hazır bir biçimi vardır, bilgi iletir ve en önemlisi anlam uğruna kendini siler, yüzsüzleştirir. İkincisi işaretlerle nesne arasındaki çatal ilişkiyi vurgular, dilde mutasyona yol açar. Birincisi dünyayı, ikincisi kendini kutlar (Barthes). Alıntılayan, Paul Ricoeur, On Methaphor, derleyen Sheldon Sacks, The University of Chicago Pres 1979, s. 142-150.
19) Max Horkheimer, Akıl Tutulması, Metis Yayınları 1. Basım 1986, s. 87.
20) Nietzsche, agy, s. 177.
21) İsmet Özel, Modern Türk Şiirinin Savunması, Parşömen, Cilt 2 Sayı 1, Güz 2000