S O Y L U E D E B İ Y A T
kemal özer-4
ŞİİRİN TARİHİ, COĞRAFYASI (Kemal Özer)
Şiir ne zaman bir gerileme içine girse, karşılaştığı bir saldırıyla yüz yüze geliyoruz. Can damarına yönelen bir saldırıyla: Yaşamı yansıtmasını kısıtlama. Bu saldırı elbet açıkça dile getirilmiyor. Yaşamla arasındaki bağın dayanakları budanarak yapılıyor daha çok. Şiirle yaşam arasındaki bağ, onun hem tarihiyle, hem coğrafyasıyla tanımlanabilir. O yüzden de bu tarihle, bu coğrafyayla ilişkisi koparılmak, en azından gevşetilmek isteniyor.
Şiirin tarihi, bir bakıma sanatın tarihiyle eşanlamlı. Sanatın doğuşuna bakarsak, insanın gereksinimlerini karşılama ve giderme yollarından biri olarak karşımıza çıkıyor. Çağlar boyunca da bu temel üzerinde ilerlediğini, tarihsel gelişim içinde değişimlere ayak uydursa da özünü koruduğunu ve bugünlere geldiğini görüyoruz. Saldırının ilk amacı, bunun önünü kesmek. Tarihsel gelişim içinde türsel bir arınma yaşandığı, şiirin içinden (öykü, roman vb) kendine yabancı öğelerin çıkıp ayrı türler oluşturduğu ileri sürülerek yapılıyor bu. Örneğin şiirin artık “anlatmak”la ilgisinin kalmadığı sonucuna varılıyor ve işin ucu “bir şey anlatması”nı istememeye kadar gelip dayanıyor.
Oysa tarihi doğru okumak, bunun böyle olmadığını göstermeye yeter. Şiirin “bir şey anlatması” onun türsel özelliğinden değil, sanatın doğuşundaki gereksinim ilişkisinden, yani yaşamla arasındaki bağdan kaynaklanıyor. Dolayısıyla şiirin içinden başka türlerin çıkması, onun birtakım öğelerle ilişkisini kesmesi anlamına gelmiyor. Kaldı ki, şiirin “bir şey anlatması”yla romanın, öykünün “bir şey anlatması” birbirinden çok ayrı. Her tür, kendi olanakları içinde, kendine özgü bir biçimde “anlatıyor”.
Öte yandan, şiirin uğradığı saldırı, onun coğrafyasına da yönelik. Hem türsel açıdan, hem ilgi alanları açısından. Şiirin coğrafyasına türsel açıdan baktığımızda, destandan hicve, taşlamadan ironiye, öykülemeden yergiye vb geniş bir açılım çıkıyor karşımıza. İlgi alanları açısından baktığımızda ise, tarihin bir döneminden kozmik kaygılara, yaşanan güncel bir olaydan felsefî sorunlara, sevda gibi en yaygınından en bilinmedik duygulara, bilinçaltında gizli kalandan adı ilk kez konulana dek bir başka açılımla karşılaşıyoruz.
Tarihte olduğu gibi coğrafyada da şiirin bu özelliği türsel değil. Sanatın doğuşundaki gereksinim giderme kökeninden, bu kökenin onu yüz yüze getirdiği yaşamı yansıtma niteliğinden geliyor. Çünkü şiirin yaşamla bağı, onun içerdiği bütün ilişkileri kucaklayacak kadar geniş ve kapsamlı. Yaşamı olanca zenginliğiyle yansıtmaya elverişli bir tarih ve coğrafya var gerisinde.
Şiir ne zaman bir gerileme içine girse, saldırı işte bu noktada gösteriyor kendini. Tarihle ve coğrafyayla bağlantıyı koparma noktasında. Son olarak, 80 sonrasında da böyle yapıldı. Şiirin tarihine, coğrafyasına sahip çıkan toplumcu kesimin 80 öncesindeki yükselişini durdurmak için, “büyük dâva”larla uğraştığı, “ayrıntı”ları önemsemediği, oysa yaşamın salt “büyük dâva”lardan oluşmadığı, “ayrıntı”ların da önemli olduğu ileri sürüldü. (80 sonrasında kurulan yayınevlerinden birinin “ayrıntılar da önemlidir” sloganını kullanmasını anımsayalım.) Bu, şiirin kendi coğrafyasıyla bağlantısını koparma yolunda bir göstergeydi. Tarihle bağlantıyı koparma girişimi ise yine “anlatmak” üzerinden gündeme geldi. (Şavkar Altınel ve Roni Margulies’le yapılan tartışmaları anımsayalım.)
Şiirin nereye kadar gerilediğine bakınca, “ayrıntı”ları önemsemek gerektiğini söyleyenlerin “ayrıntı”da boğulur hale geldiğini görüyoruz. Toplumcu kesimin de, bireyin “ihmal” edildiği eleştirisine boyun eğerek, hızla artan ölçüde bir “özne şiiri” yazmaya yöneldiğini, gerilemeyi bu açıdan yaşadığını söyleyebiliriz. Hangi yönden bakarsak, bir benzeşme ortamı, bir kimliksizlik çıkıyor ortaya. (“Yeni bir Divan şiirine doğru mu?” diye sorulduğunu anımsayalım.) Koparılan bağlantı yeniden kurulmazsa, şiirin tarihine de coğrafyasına da sahip çıkılmazsa, durumun değişmesi de sözkonusu değil.
“Ayrıntı”da boğulduğunu söylediklerimizin yaşamla ilişkiden beklentileri sınırlı. Örneğin yaşamı değiştirmek diye bir kaygıları, hele şiirin bu alanda işlevi olabileceği gibi bir düşünceleri yok. Onlar, (Şavkar Altınel’in anlatımıyla söylersek) şiiri aydınlar arası bir “zekâ, zevk ve bilgi” gösterisine dönüştürmüşler bile. “Özne şiiri”yle yetinenlerin ise, yaşamla bağ kuran, onu hem yansıtan, hem değiştirmeyi amaçlayan bir tutumla ilişkileri hâlâ varsa, şiirin tarihine yeniden bakmaları, coğrafyasını yeniden kullanmaları gerekiyor.
Bu noktada, üstelik elimizin altında eşsiz bir kaynak bulunuyor. Nâzım Hikmet, bir de bu coğrafyayı nasıl kullandığına bakılarak okunabilir. Okunduğu zaman da, hicivden taşlamaya, destandan portreye, bilinçaltı akımından rübaiye, bu coğrafyanın türsel ve biçimsel olarak; ya da Şeyh Bedrettin’den Taranta Babu’ya, Kuvayi Milliye’den uzay yolculuğuna, aşk şiirlerinden “Makinalaşmak İstiyorum”a ilgi alanı olarak nerelere yayıldığı görülebilir.
Sonbahar şiiri yazdığı için kendisini eleştiren Kemal Tahir’e Nâzım Hikmet’in yanıtı, bu coğrafyanın sınırları olmadığını gösterir nitelikte: “Niçin yazmayacakmışım? Sonbahar da, yaz ve kış gibi bir mevsimdir, ve insanlar bütün bu mevsimlerden geçerler”. Ardından söyledikleri ise nasıl yazılması konusunda bir uyarı: “Yeter ki kışın bile ümitsiz olmasınlar, ihtiyarlıklarını cesaretle, ümitle karşılasınlar ve onu hiç de bitmiş, ölü bir mevsim olarak kabul etmesinler”.
Bu sınırsızlığa ve uyarıya, Nâzım Hikmet kadar, Mayakovski’den Brecht’e, Lorca’dan Aragon’a, Eluard’dan Neruda’ya uzanan geniş bir ozanlar toplamında da rastlıyoruz. Hepsini birleştiren, yaşamla kurdukları ilişki, onu bütün ayrıntılarıyla, zenginliğiyle kavrama ve yansıtma çabası. Yine Nâzım Hikmet’in satırlarıyla söylersek, şiir insanların öyaşamlarının her evresinde okuyabildikleri, sordukları sorunun karşılığını bulabildikleri” genişlikte yazılmalı.
Şiirin saldırıları nasıl göğüsleyeceğinin, toplumsal dolaşıma yeniden nasıl çıkabileceğinin gizi de, göstergesi de burda.
Kemal Özer
(kaynak: siirpenceresi.com)