S O Y L U E D E B İ Y A T

ali k. metin



ŞİİR İÇİN BARBARLIK (Ali K. Metin)

Şiirin anlamına ilişkin her tanım veya ifadenin merkezinde bizatihi kendi gerçekliğimiz yer almaktadır. Şiirin neliği kendimizin neliğiyle mukayyettir. Bir şiir anlayışından yana olabilmek için, öncelikle kendimiz hakkında bir karar vermiş olmak gerekir. “Ben ne olmalıyım? Şiirle kendim/benliğim arasında nasıl bir ilişki olacak? Şiirsel sözün hayatımdaki karşılığı nedir? Şiirle neyi (hangi insanlık durumunu), ne şekilde, nereye kadar yaşayacağım? Söze verdiğim anlamı (imgeyi) belirleyen bir üst-değer olacak mıdır?” Bu sorular, kendimize açıkça sormamışsak bile, belli bir  şiir macerası veya poetik söylem içersinde cevabını dolaylı şekilde vermiş olabileceğimiz sorulardır. Eğer bu sorulara cevap olabilecek bir şiir dünyası veya anlayışı ortaya koyamamışsak, şiirle sahici bir ilişki içinde olmadığımız kesinlik kazanır. Piyasa şiiri yazanların en bariz handikabı da budur. Onlar, şiirin bir yaşama ve ‘kendi olma’ kavgası olduğunu  göremedikleri veya görmezden geldiklerinden  bu işin retorik, dil, müzik ve imge yoluyla halledilebileceğini düşünürler. Onlar için bütün mesele okuyucuyu büyülemektir.
Oysa hakiki şiir bir maharet gösterisi değildir. Sözü zarifane şekilde söyleme sanatı diye bir şiir tarifi ise gerilerde kalmıştır. Gelenekle bu doğrultuda kurulmak istenen her tür ilişki anakronik nitelikler taşır. Hakiki şiir, biçimin ve estetiğin gözbağcılıklarından medet ummayacak kadar tabii, yalın ve içten bir söyleyişin ürünüdür. Şairin şiirini kanıyla yazması dediğimiz şey, bu meseleyi bütün çarpıcılığıyla tasvir eden bir metafor sayılabilir. Bu, estetik yaratıştan daha çok, anlam ve duyarlığın gerçekleştirilmesi yönünde bir ruhsal devinim ve mücadeleyi, belli bir mayalanma sürecini ifade eder. Tabii, yalın ve içten oluş, başka bir ifadeyle şiirdeki samimiyet unsuru, burada meselenin can alıcı noktasını teşkil etmektedir. Şiirin hakikati ve şairin Hakikat’le olan bağı, samimi bir duyuşun tecessümü olmak zorunluğundadır. Şiirin samimiyetten uzaklaşması onu tabii, hakiki bir   tecrübenin ifadesi olmaktan da uzaklaştırır. Samimiyetsizlik şiir adına en tehlikeli sapmalardan birisi; tıkanma ve yozlaşmanın habercisidir.
Şiirin meselesi işte bu şekilde açık seçik bir anlam kazanıyor:  Yozlaşmaya karşı insanın savunusu! Sahteliğe, parçalanmaya, metalaşmaya ve hiçliğe karşı “insan!” demek için şiir. Aldanışa, aldatmaya, çirkinliğe, zulme karşı bir tavır olarak şiir. Görüntünün hükümranlığını reddeden, bütün duyargalarıyla hakikate  dönük bir şiir. Bununla bellidir ki, sadece şiire değil aslında insana mahsus bir duruşu/eylemi tarif etmiş oluyoruz. ‘Yozlaşmaya karşı şiir’ derken, dar anlamda şiirin yozlaşmasından öte, insanın ve hayatın yozlaşma hallerini kastediyoruz. Bu da şairi, her şeyden ve herkesten önce kendi benliğiyle ve varoluş durumlarıyla karşı karşıya getiriyor. Bizi özgürleştiren değil de iğdiş eden bir şiirsel edim, şiire yapılan bir haksızlık olacaktır. Şiir insanı özgürleştirir iddiası, ancak şiirle kendi-liği-miz arasında doğrudan bir ilişki kurulduğunda geçerlilik kazanır. Sözkonusu ilişkinin mahiyetine göre şairin konumu değişebilir. O bir  yalancı veya mecnun da olabilir, doğrunun ve hakikatin arayıcısı da. Şiirine bu anlamda vaziyet etmemiş bir şairin durumu ise kritik olmaya devam eder. Bunun için, şiirin insanı özgürleştirmesinin ve sahiciliğin ne demek olduğunu, görüntüyle gerçek arasındaki varoluş farkını bilmek durumundayız.
Hakikat kaygısını taşıyan şiirin ruhu, belli bir zaman bilinci ve hayat algısıyla yoğrulmuş/yoğrulmaktadır. Bu şiirin merkezinde şairin tabii ve hakiki tecrübesinden başka bir şey yoktur. Şair sözkonusu tecrübeyi, samimiyet ölçüleri içersinde şiirsel bir imge ve anlatıma kavuşturarak, algılanır dahası yol açıcı bir anlam dünyasına dönüştürür. Şiir burada gerçekliği yoklayan, eleştiren, bilinmeyene doğru uzanan bir arayıştır.
Şiirin bir hakikat algısı ve arayışı olarak ortaya çıkabilmesi için şairin iradi bir tavra sahip olması gerekmektedir. Şiir sezgiye dayansa bile, bunun bir istikamete doğru yönlendirilmesi belli bir ‘bekleyiş’ ve ‘arzu’ ile mümkün olur. Şiir, hakikati arama, bilme veya hissetme anlamında ne denli saf bir tecrübe ve duyuşu temsil ediyorsa o kadar değerli olabilecektir. Bu da şiiri o nispette radikal ve barbar bir eylem, bir ‘oluş’ haline getirir. İnsanı saflığına döndürme çabası olan bir şiir, dürtülerle zekanın en sahici uyumunu aramak zorundadır. 
Saflık şairin en özgür, en kendi olma halidir. Sezgi ve duyuşlarımızın dünyaya bütünüyle açık olması, hakikatin anlamını/imgesini belirlemede etkin bir düzeye gelmiş olmasıdır. İnsanın kendine uyanışı, kendi duygu ve zenginliğinin farkına varmasıdır. Hakiki şiir işte bu yüzden barbar bir kişilik taşır. İnsanı bütün çıplaklığıyla ifade etmenin vahşice huzursuzluğu ve heyecanı içersinde bir şiirdir o.  Hakikate ve özgürlüğe doğru yapılmış  içsel bir hamlenin ürünüdür.
Şiirin tam da böyle bir hamle olabilmesi için barbarlığın karanlık dünyasına dalması gerekir. Kuralların, kuramların ve değerlerin yerinin tamamen şairin sezgi, zeka ve iradesine boşaltıldığı, iç dünya ile dış dünyanın en dolaysız şekilde karşı karşıya geldiği beşeri tecrübeyle hayat bulmalıdır şiir. Dolayısıyla şair, hem hakikatin bilgisine ulaşmak hem de özgürlüğü için verili olanı yadsıyacaktır. Bu da onun, ‘kendi’ni içine gömülü olduğu her türlü kültürel durum ve ideolojinin dışına çıkartabilmesi demektir. Şiirsel uyanış ve kendini gerçekleştirme, ancak böylelikle şiiri barbarlığın anlam dünyasına taşımakla mümkün olur. Aksi halde şiir, olanı tekrarlamaktan veya hayatın lirik/epik duygu ve heyecanlarını retorik usullerle takdis etmekten çok da öteye gitmez.
Barbarlık hakiki şiir için gerekli bir zemindir. Bu zeminden yoksun şiirsel edimlerde, beşeri tecrübe hiyerarşik oluşumların gölgesi altına alınmıştır. Buysa söz konusu tecrübeyi ve onun ifadesi olan şiiri belli bir yabancılaşmayla malul hale getirir. Şairin en önemli sorunsalı da yabancılaşma dediğimiz bu şey değil midir zaten? Gerek insanın kendine yabancılaşması gerekse hayatın içindeki yabancılaşma olguları, şiirin daha doğrusu barbar şiirin en temel varoluş meselesidir. Barbar şiir, yabancılaşmayla körelen duyu ve duygularımızı uyandırarak bize hakikate dair yeni bilgi ve algılar kazandırır. Hakikatin ve özgürleşmenin zorunlu şartı uyanıklığımızdır. Bunun için barbar şiir, bilinçaltının dışavurumu değil, belli bir farkındalığın sonucu olarak ortaya çıkar. Bilinçaltı, beşeri tecrübeye dahil edilmesi gereken bir unsurdur sadece. Şairin duyu ve keşif alanlarından biridir. Şiirin gerektirdiği uyanıklık ise şaşkınlık ve uyumsuzlukla kendisini gösterir. Uyanıklığımız sayesinde yabancılaşmanın/parçalanmışlığın farkına vararak bir şaşkınlığı yaşar (belli bir dünya ve hakikat algısına ulaşmak), giderek özgürlüğün imkanlarını keşfetmeye başlarız. Şiir, girdiği bu mecrada, insanın ve hayatın anlamını/imgesini oluşturmaya dönük daha bütünsel bir etkinliğe dönüşür. Bütünlük arayışları ne kadar kurmaca etkinlikler olursa olsun, şiir bu bütünlüğü daha hakiki temellere dayandırmak için yapılmış bir girişimdir. Dolayısıyla barbar şiir, kendisini karakterize eden uyumsuzluk ve şaşkınlık nosyonlarıyla, yabancılaşma durumlarına yönelik bir yapıbozumunu gerçekleştirdiği gibi, kendini gerçekleştirmenin imkan ve imgelerini de devşirmekte, böylece varoluşun en hakiki şartlarını oluşturmaktadır.
Şiir elbette yanılsamalardan münezzeh değildir. Dahası barbarlık ne şiir ne de insan için bir kurtuluş reçetesidir. Ama hakiki şiirin bir taşıyıcısı, ruh ve perspektif şartıdır. İnsanın en şahsi ve en deruni ifadesi olan şiir, ancak barbar bir tavırla bizi kendi dünyamızın zenginliğine taşır. Kendimiz olmadan başkalarıyla olmanın sahte anlam dünyası şiire göre değildir. Kendimiz olabilmek için barbarlığın kural dışı dünyasında şiirin gücüne ihtiyacımız vardır. Ortega Y Gasset’nin deyişiyle “İnsanı kuraldışı yapan şey herhalde içinden taşmaya başlayan ve kendisine bir ‘iç dünyası’ yaratan o hayal ve düş bolluğu” olmuştur.” (Gasset 1992, 146)*  Şiirin imge dünyası kuralların baskısını reddeder; bunun yerine istenci yani kendi varoluş arzumuzu koyar. Barbarlık bu arzuyu dillendiren bir meleke, aynı zamanda bir hareket ve ifade tarzı olarak ortaya çıkar.
Barbar şiir, gücünü nihayetinde hayatla kurduğu bağlardan alır. Ne kadar canlı, yalın ve derin bağlar kurabilmişse o kadar güçlü, o ölçüde etkileyici bir tecrübeyle konuşur. Yaşanan her türlü yabancılaşma sürecine karşı insanın özgürleşme ve gelecek umuduna yön verir, ona imgesel ufuklar açar. Şiir ancak barbar ruhuyla bunu kendisine ait bir ayrıcalık yapabilir. İmgenin insanla hakikat ve insanla gelecek arasında bir köprü olabilmesi için şiirin  barbarlıkla aşılanması gerekmektedir.
* Ortega Y Gasset, Tarihsel Bunalım ve İnsan, Hazırlayan ve çeviren:Neyire Gül Işık, Metis Yayınları, 1992
Ali K. Metin
 

ŞİİRİN ÖZNESİ, POETİKA VE KENDİNDENLİK (Ali K. Metin)

 

 

Şairin poetikaya olan gereksinmesi teknik mahiyettedir. Poetika şiirin/şairin daima yedeğindedir ve onun bir 'uzantısı' olabildiği sürece anlam kazanır. Bundan dolayı öncü poetikadan değil öncü şiirden söz edilmek gerekir.

 

Şair ile şiiri arasına giren herhangi bir söylemsel düstur öznenin kendiliğine karşı gelişme olasılığını beraberinde taşır. Poetik söylem bütün içselleştirilebilirliğine rağmen son kertede zihinsel bir kurgudur. Oysa kendilik hali şairin iç dünyasındaki belirliliklerle belirsizliklerin bir toplamıdır. Hatta Gestaltçı teoriye uygun olarak onun bu toplamdan daha fazlasını barındırdığı da düşünülebilir. Kendindenlik, kendiliğimizi dışsallaştırarak bizi Varlık/Özne kılan her şeyi, bilinçli ve bilinçsiz her itilimi ifade etmektedir. Poetika ise şair-öznenin kendiliği karşısında 'bilinçli' bir durum ve tavır alıştır.

 

Bununla beraber kendilikle temellendirilen bir poetika, şiirin öznesini en hakiki anlamda özerkleştirmekle kaimdir. Şair ile kendiliği arasında o,  her türlü dolaylanmadan uzak bir köprü olma işlevi görür.  Fakat kendindenliğin poetikası da ister istemez bir çeşit 'kendilik' bilinci üzerine kurulmaktadır. Poetik bir söylem ekseninde kendindenlik dediğimiz durum ile kişinin kendilik bilinci arasında bir örtüşmezlik olasılığı her zaman için sözkonusu hale gelebilir.  Söylemsel özne ile potansiyel bir varlık olarak özne'nin (kendilik) yerleri iki ayrı varlık kipini temsil eder gibidir. Potansiyel özne  söylemsel özneye bağlı olarak varolma zorunluğu içinde olmadığı gibi söylemsel özneyle çatışmalı bir konuma  da gelebilir. Zira her iki öznelik durumu ve bilinci gerçekliğe rağmen yapılmış birtakım soyutlamalar içerir. Gerçeklik düzlemindeki  yaşayan somut-özne ise bu soyutlamalara mutlak şekilde indirgenemez. Dolayısıyla öznenin potansiyel kendilik hali, özellikle ideolojik ve kültürel belirlenimler çerçevesinde kendindenlik poetikasından kimi şekillerde sapma ihtimaliyle sürekli yüz yüzedir. Daha açıkçası  özne, kendilik imkanlarını kendiliğini olumsuzlayıcı birtakım  varoluşsal örüntülerle dumura uğratabilir. Özgürlüğün totaliter ideolojilerce içerilmesinde olduğu gibi, kendilik de ideolojik, ahlaki veya kültürel öznelerin baskılayıcı kodlamalarına maruz ve uyumlu kılınabilir.

 

Öznenin potansiyel kendiliği, kendini gerçekleştirme yetisi ve kapasitesiyle özdeştir. Öznenin belki en radikal niteliğidir bu. Sartre'ın "Varoluş özden önce gelir" tanımlamasında da öznenin bu niteliği doğrultusunda konumlandırıldığını görüyoruz. Sartre'ın radikalizmi hiçlik felsefesiyle bağıntılandığından kendi içinde tutarlı bir yapı oluşturur. Varoluşa dünyevi veya mistik bir kurtuluş anlamı verilmez. Bu sebepten varoluşsal çabadan bağımsız her türlü öz bir çeşit  'saçma'dır. Oysa kendilik, 'öz'e karşı değil, aksine özden doğan yahut özü de bir varoluş kaynağı olarak içeren bir iç-dinamizmi öngörür. Hatta biraz daha ileri giderek  kendiliğin öze tekabül ettiğini dahi söyleyebiliriz. Bu bağlamda varoluşun kendiliği nosyonuyla Hegel'in öz-özne nosyonu belli bir uzlaşma içerir:"..içeriğin başına buyruk devinen ilkesi olmak yerine, bu özgürlüğü içeriğe gömmek, içeriği kendi öz doğası yoluyla, e.d. onun öz 'kendi'si olarak 'kendi' yoluyla devinmeye bırakmak.."(Tinin Görüngübilimi,Çev:A.Yardımlı, S.54, İdea y.).  Özsel nitelikteki Mutlak'ın  varlık dünyasına geçişiyle somutlanan bir 'oluş'  süreci. Elbette ol-uş halinde olmayan öz 'hiçbir şey'dir. Öyleyse varoluş özün bilincine (özbilinç) varmanın bir önkoşulu olmalı. Sartre'ın varoluşu öze öncelemesi de böyle bir perspektiften kabul görebilir.  Kendindenlik poetikasının da aynı şekilde şairin kendiliğini işaretlemesi bakımından bir önceliğe sahip olduğu  anlaşılır olmakta. Kendiliğimiz, yani özümüz  bizde henüz çekirdek halinde mevcut bir kuvvettir. Bu çekirdek kuvvet tümüyle bilince dönüştürülemese bile , bizim keşfedilmesi ve 'görünür' kılınması gereken saklı gerçeğimizdir. Ancak sözonusu gerçek 'nedir', neyin özüdür diye sorduğumuzda verilecek cevapların her biri şiir dışı  olmaya mecburdur. Daha doğrusu bunun cevabı apriori söylemle değil bizatihi şiirle (sanatsal yaratışla) verilebilir. O da verilebilirse elbet. Çünkü her şiirin kendindenlik gibi bir mecburiyeti veya güvencesi yazık ki yok.

 

Kendindenlik poetikası olanın değil olması gerekenin söylemidir. O bile muhtemelen imalı olmakla sınırlanmıştır. Kendilik halimiz hiçbir insanlık durumundan ve hayatın hiçbir gerçekliğinden soyutlanmak durumunda değil. O esasen bütünün algısında devinen birşeydir ve yaşanan somutluklar içersinde anlam kazanır. Öze yüklediğimiz mutlaklık özelliğini Hegel'in Mutlak'ıyla özdeşleştirmekten kaçınmayı burada şiirsel açıdan önemli bir nokta diye görmekteyiz. En azından Hegel'in tözsel mahiyetteki Mutlak'ı zorunluklatanımlandığı için kendindenliğin bir gereği olarak gösterilemez. Gereği olmadığı için kendindenlik poetikasıyla kaynaştırılamaz. Mutlak'ta görece kavramsallaşmış bir görü hakimdir; oysa kendiliğimiz her halükarda bir 'bilinmeyen', bir 'belirsizlik' durumu içerir.  Bu yüzden öz için verili demek yerine 'saklı' denilmesinin mantığı da anlaşılmış olur. Öz, özne-şairde 'önceden' olduğu halde, şiirde bir öncedenlik konumuna sahip olduğunu söyleyemeyiz. Başka bir deyişle, kendindenlik poetikası kendinden olmayan bir verililiği yadsır, onu öznenin kendiliğine yönelik  bir kısıt sayar. Dolayısıyla kendindenlik her türlü evrenselciliğe karşı bir şüphe potansiyeli taşır.

 

Bu durum ilk bakışta öznenin varlığında şizofrenik bir parçalanmayı davet eder gibidir. Doğrusu böyle bir parçalanmanın kaçınılmazlığını ve/veya doğallığını öngörmek de mümkün. Bütünsellik bir yönüyle ütopya, diğer yönüyle ise insanın varoluşsal 'akt'larının pragmatik nitelikte bir organizasyonudur. İnsanın 'varlıksal tevhidi' gerçeklik olmaktan çok bir özlem şeklinde kendisini  gösterir. Kurulmuş bütünsellikler de bu yüzden birer ideoloji kimliği kazanarak belli bir 'yabancılaşma'ya yol açar. İdeolojik bilinci burada asla 'tu kaka' etme niyetinde değiliz. Siyasal ve toplumsal Özne'nin kuruluşundaki işlevi dolayısıyla ideolojik bilincin, bugün, özellikle postmodern olumsuzlamalara karşı  ciddi şekilde savunulmasına ihtiyaç var. Fakat şiirin varoluş esprisi, modern zamanlarla birlikte öznelliğin radikalleştirilmesine dayanma zorunluğu taşıdığı için anti-modern bir muhteva edinebilmektedir. Başka türlü söylersek; modernliğin ideolojik öznesine karşı, şiir kendiliğin öznesini temsil etme konumundadır. İnsan yaşamı özneliklerarası diyalogun bir ürünü veya 'kendisi' sayılabilir. Varoluş da esas itibariyle tekil boyutta olmayıp böylesi bir çoğulluğa tekabül eder. Bütünsel bağlamda tecessüm eden Özne'yi  ifade ve işaret eder. Şiirin temsil ettiği kendiliğin öznesi ise bütünsel varoluşun merkezi gücü, dinamosudur. Şiirin büyüklüğü de tam buradadır.

 

Şiirin öznesi öyleyse varoluşsal özne için olduğu halde, onunla özdeşlenemez. Bunların özdeşlenmesi şiirin değerini/konumunu yükseltmek anlamına gelmeyeceği gibi şiiri daha işlevsel kılacak da değildir. Gerçekte şiirin bütün gücü ve büyüsü kendiliğimizle olan ilişkisinden ileri gelmektedir. Başka cins işlevselliklerse şiir adına az çok tali özelliktedir.

 

Şiirin öznesini gerçekleştiren yegane unsurun 'dil' olduğu malum. Şiir dille başlamasa bile dile isnad eden ve dille sürdürülüp tamamlanan bir eylem. Dilin başlıca işleviyse kendiliğin keşfi ve gerçekleştirilmesi. Fakat bu, bilindiği gibi, dilsel söyleme rağmen veya karşıt olarak geliştirilen bir dilsel etkinliği gerektirir. Yani gizil haldekini ortaya çıkarabilmenin bir yoludur şiir dili; insanın kendilik halinin ve eyleminin bir yansısı. Estetik dahi bu bağlamda bir işlevsellik üstlenir: Kendilikle dil arasında bir köprü. Şiir böylece kendiliğin eğretilenmiş bir aynası olur;  kendiliğin kendisi olacak kadar 'tanrısal' bir vasfı yoktur onun. Belki böyle tanrısal bir edim olma peşindedir ama; tüm dil-aşırı çabasına rağmen, şiir, dilsel söylemin kozasından dışarı çıkabilecek  bir varoluş olanağını garanti edemez. Öznenin kendiliğinden kaynaklanmakla birlikte, yansısı dille örüntülenmiştir. ( İnsanın dili değil, dilin insanı yarattığı şeklindeki kültürel-antropolojik görüşün bu bağlamda hatırlanması, dilin işlevini anlamak bakımından yararlı ve ufuk açıcı olacaktır. Konuyu daha girift duruma getirmemek için burada işarette bulunmakla yetiniyoruz.) Bu ikilem şiiri trajiğin eşiğine getirir. Şair-öznenin bütünsel bağlamda zaten trajik vaziyetteki parçalanmışlığı, şiirin dilsel planındaki yetersizlikle biraz daha derinleşir.  Şair-özne kendini dilsel iktidardan sürgün etmekte, fakat bir sürgün dili olan şiirde de sürgünlükten kurtulamamaktadır. Varoluşsal bir özgürleşme yerine, belki de bir çeşit kendilik ideolojisi üreterek yeni bir iktidar halesi oluşturmaktadır.

 

Oysa şiir söylemsel, kurumsal vb. iktidar düzeneklerine karşı bir dürtünün, bir buluşun ifadesiydi ve her türlü iktidarın büyüsünü bozmakla anlam kazanmıştı. Yine de bu anlamını kaybetmiş değildir şiir. Bergson'un deyimiyle hayatın 'yaratıcı hamle'si, herşeye rağmen şiirin özünü ve varlık alanını teşkil eder. İktidarların büyüsünü bozmak ise  yine en çok şiirin harcıdır. Zira kendindenlik poetikası yalnız dışsal değil içselleştirilmiş iktitidarların da büyüsünü bozmaya dönük bir perspektif öngörür. Dolayısıyla kendiliğimiz Mutlakçı olmayan bir itilim, dilin parçalayıcı gücüyle ortaya çıkan özsel bir farkındalık biçimidir.

 

Poetik gereksinimin teknik mahiyette olduğunu söylemiştik. Aslolan şiirin varoluş dinamiğidir çünkü. Şiirin bu açıdan 'kendiliğimiz'den başka bir dinamiği olmadığını/olamayacağını yinelemek gerekiyor. Sahici/gerçek şiirin zorunlu özelliğidir 'kendilik'. Aynı zamanda şiirin muhalif gücünün 'biricik' kaynağı.  İnsanın çeşitli varlık alanları itibariyle şiirin sahip olabileceği en sahici, en anlamlı, en olmazsa olmaz varoluş sebebi... Bu yüzden kurumsal ve söylemsel iktidarlarım menzillerine koşulamayacak denli asi ve hatta barbar bir kişilik taşımaktadır.

 

Ne ki bu da yine öznenin  asi ve barbar bir kendiliğe sahip oluşuyla mümkün. Kendiliğin mutlak değil bireysel bir öz oluşu  dolayısıyla şair, böyle bir özselliğe yeterince sahip olan kimsedir. Bu yüzden şair olmak belli bir yaratılış durumudur. Ama şairirn poetik bilinci burada büyük önem taşır. Şair ile kendilik/şiir arasına giren poetikalar, şairi kendiliğine yabancılaştırıcı bir mahiyet taşıyabilmektedir. Böylece şair, kendilik imkanlarını şiir dışı alan ve işlevlere harcama tehlikesine düşebilmektedir.

 

Kendindenlik poetikası bu yüzden şairin 'yaratılış durumu'na yabancılaşmasına karşı gelişen bilincinin bir göstergesi, işlevsel olarak ise onun teknik bir donanımıdır. Zira poetika şiirin yedeğinde bile olsa, şiiri arayış ve oluşturma sürecinde belirleyici unsurlardan biridir. Şairin sözkonusu poetik donanımı, ona bu süreçte kendiliğini ortaya koyabilmenin imkanını gösterir. Kendindenlik poetikası bu suretle, şairi çeşitli iktidar biçimlerine karşı şiirin özgürleştirici ve bireysel varlık alanında konumlandırır, bir 'kendilik tekniği' olarak işlev kazanır.

 

Ali K. Metin

 

 

   

 

 


bugün 25 ziyaretçi (75 klik) burdaydı!
geri git ileri git hakkımda


online
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol