S O Y L U E D E B İ Y A T

ali emre



DÜZYAZI-ŞİİRİN, BİR SORUN YA DA BİR İMKÂN OLARAK ŞİİR ALANINA SOKULUŞU (Ali Emre)

 

 

Tanzimat’a kadarki Türk edebiyatı, büyük ölçüde bir şiir edebiyatıdır. Öyle ki şiir (nazım) terimi, bu alanı tek başına karşılayan bir kullanıma sahip olmuş, “edebiyat” ifadesi bile bu bağlamda ilk kez Tanzimat sonrası dönemde kullanılmaya başlanmıştır. Edebi olma konusunda küçümsenen, dolayısıyla yeterince gelişmeyen düzyazı da çok açık bir biçimde şiirin etkisi / baskısı altındadır.

Tanzimat sonrası dönemde gazeteciliğin ve çeviri faaliyetlerinin etkisiyle düzyazı öne çıkmaya ve süreç içerisinde şiiri de etkilemeye başlamıştır. Sabahattin Eyuboğlu “Divan edebiyatından çıkarken bize kuvvetli şairden çok, kuvvetli nesir lazımdı. Üstad Yahya Kemal’in sık sık tekrarladığı gibi, asıl edebiyat nesirdir. Gerçekten de Avrupa’da edebiyat denince akla önce nesir gelir. Bizde de Tanzimat’tan sonra başlamıştır.” sözleriyle bu durumu özetlemektedir. Yine aynı yazar, düzyazının etkilerini Tanzimat’ın birinci kuşağına kadar götürmekte; “Namık kemal’in Vatan Kasidesi, ünlü rubaileri, beyitleri ve mısraları şayet şiirse, acaba nesir nedir?” diye sormaktadır. Bu sözler, açıklayıcı olmaktan çok, düzyazı ile şiir arasındaki ilişkiyi daha da karmaşık hale getirmekte; hatta işin başında bir adlandırma sorununu gündeme getirmektedir. Aruz ve heceyle yazılan ölçülü şiirlerin ve serbest şiirin dışında bırakılan, mensur şiir denilen, genel olarak ölçü ve uyak koşuluna hiç bağlı olmayan bir şiir türü daha var. Recaizade Mahmut Ekrem’in “nesr-i muhayyel” dediği bu şiir türü, geçmişte “nesr-i şairane, nesr-i şi’ramiz, mensure” gibi birbirine benzeyen sözlerle karşılanmış.”Mensur şiir” adı, 1886’da Halid Ziya’nın Hizmet gazetesinde yazdığı ve daha sonra “Mensur Şiirler” başlığıyla topladığı örneklerle karşımıza çıkmaktadır. Servet-i Fünun ve Meşrutiyet yıllarında da bu adlandırma yaygınlık kazanmıştır. Cumhuriyet döneminde bu kullanımın yanı sıra “şairane nesir, yazı şiirler, düz anlatım şiiri, düz şiir, şiirsel düzyazı, şiirsel metin, şiirce” gibi çeşitli adlandırmalar da kullanılmış ya da önerilmiştir.

Türk Dil Kurumu, mensur şiir yerine ‘şiirsel düzyazı’ denmesini öneriyor. Cemal Süreya, böyle bir adlandırmanın uygun düşmeyeceğini belirterek ‘düzyazısal şiir, düzyazı-şiir’ karşılıklarından birinin daha uygun olacağını ileri sürüyor. Bizce haklı da. Çünkü bu tür şiirlerde düzyazının görünüşü vardır. Düzyazı biçiminde yazılsa da özü, mantığı şiiri karşılamak durumundadır. Bütün bunlar, bu edebi tür etrafında daha adlandırılmasından başlayarak türe ait özellikler ve ilkeler üzerinde henüz uzlaşmaya varılamadığını da göstermektedir.

Tanzimat, Batı’ya açılan çok yönlü bir penceredir. Daha önceki gelişmelerden de hız ve cesaret alan bu adım, kısa zaman içinde toplum yaşamında, anlayışlarda ve kurumlarda yankısını bulur. Yaşam felsefesi, estetik kuralları, hayal ve mazmunlar dünyası ile Divan edebiyatı ömrünü tamamlarken yerini başka bir edebi anlayışa bırakır. Bu dönemde dikkati çeken özelliklerden biri, düzyazı ile şiir arasındaki daha önceki durumun değişmiş olmasıdır. Hatta Mehmet Kaplan’ın ifadesiyle, nesirci zihniyet, artık ikinci sırada kalan şiire de kendisini hakim kılmıştır. Türk edebiyatı, Tanzimat’ın ikinci kuşak sanatçılarının elinde sosyal yarar peşinde koşmaktan uzaklaşarak, bireysel ihtiras ve ıstırapların ifade aracına dönüşür. Şiirin biçimindeki asıl bilinçli yenilik de bu kuşağın eseridir. Özellikle; renkli, sorunlu, karmaşık iç dünyasını bir kalıba sokmakta zorlanan Abdülhak Hamit’in yaptıkları “bir biçim ihtilali” olarak değerlendirilir. Recaizade Mahmut Ekrem, Ta’lim-i Edebiyat, Takdir-i Elhan, III. Zemzeme Mukaddimesi ve diğer teorik yapıtlarında yeni edebiyatın estetiğini hazırlar. Sanat yaşamının ilk yıllarından itibaren mensur parçalar kaleme alır, düzyazı-şiir çevirileri yapar. Bu dönemdeki sanatçıların yenilik arayışlarının, bunu destekleyen teorik söylemlerin ve edebi çabaların arkasında, kuşkusuz Fransız edebiyatı vardır.

Fransız edebiyatında “sanatkârane düzyazı” anlamına gelen ve “prose poetique” adıyla anılan bazı yapıtlar kaleme alındıktan sonra, edebi bir tür olarak düzyazı-şiirin ilk örneklerine “poeme en prose” adıyla Aloysius Bertrand’ın 1842’de yayımlanan “Gecelerin Gaspard’ı” başlıklı yapıtından itibaren rastlanmaya başlanır. Bertrand’ı, Maurice de Guerin’in “Le Gentaure” ve “La Bacchante” adlı ürünleriyle izlemesi, bu dönemdeki Fransız şairlerin dikkatinin bu yeni tür üzerinde toplanmasına zemin hazırlar. Çok geçmeden, Charles Baudelaire “Küçük Mensur Şiirler”, Arthur Rimbaud “Renkli Gravürler”, “Cehennemde Bir Mevsim”, Stephane Mallarme “Hezeyanlar” adlı yapıtlarıyla öne çıkarlar. Tür, Fransa’da kimliğini bulduktan sonra diğer Batı edebiyatlarına da yansır. Pek çok araştırmacı, özellikle mensur şiir çevirilerinin, düzyazı-şiir türünün Türk edebiyatında doğup gelişmesinde büyük bir etkisi olduğunda görüşünde birleşmektedir.

Daha önce belirttiğimiz gibi, Türk edebiyatında düzyazı-şiir sınırları içinde değerlendirilebilecek ilk denemeler, Abdülhak Hamit, R. Mahmut Ekrem, Mehmet Celal ve Mustafa Reşit tarafından kaleme alınmıştır. Bunları Halit Ziya izlemektedir. Onun ilk denemesi, oldukça genç yaşlarda Tercüman-ı Hakikat’e gönderdiği “Aşkımın Mezarı” başlıklı bir metindir. Bu metin gazetede, Muallim Naci’nin “Mezarda aşk aramak, meyyitte can aramaya benzer.” eleştirisiyle birlikte yayımlanır. Halit Ziya bu eleştiriye çok üzülür fakat çalışmalarına devam eder. Nevruz, Berk gibi dergilerde bu tür denemeler yayımlar. Recaizade Mahmut Ekrem, Halit Ziya’yı ve onunla birlikte hareket eden gençleri yüreklendirirken, düzyazı-şiirin karşısında duranlar Tarık ve Saadet gazetesi çevresinde toplanırlar. Uşaklıgil, çeşitli gazete ve dergilerde yayımladığı bu tür şiirlerini “Mensur Şiirler (1891) ve “Mezardan Sesler” (1891) adlı kitaplarında bir araya getirir.

Düzyazı-şiirin yaygınlaşması ve “moda” haline gelmesi Edebiyat-ı Cedide döneminde gerçekleşir. Halit Ziya’yı Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Ahmet Hikmet, Celal Sahir, Faik Ali gibi isimler izler. Sonraki yıllarda II. Meşrutiyet dönemi sanatçılarından Halide Edip, Yakup Kadri, Emin Bülend, Selahattin Enis, İlyas Macid, Hayriye Melek Honç, Tahsin Nahid gibi isimlerde bu alanda eser verir.

Düzyazı-şiirin tanımı ve özellikleri üzerinde kimi araştırmacılar ve şairler durmaya çalışmış, bu yeni türü tanıtma çabası içinde olmuşlardır. Bu türün ortaya çıkışında önemli rolü olan Aloysius Bertrand, Gaspard de la Nuit adlı yapıtını şöyle tanıtmaktadır: “Bu elyazması saf ve anlamlı notayı veren çalgıyı buluncaya kadar dudaklarımın nice saz denemiş olduğunu, ışık ve gölge dağılımın alaca tanyerinin ortaya çıktığını görünceye kadar tual üzerinde nice fırça eskittiğini söyleyecektir size. Âhenk ve rengin değişik ve belki de yeni uygulamaları işte buraya yazılmıştır; didinmelerimin elde ettiği biricik sonuç ve biricik ödül. Okuyun onu.” Bertrand’ın bu türü anlatırken müzik ve resim öğelerine vurgu yapması anlamlıdır. Çünkü düzyazı-şiir bu iki özelliği de bünyesinde barındırarak açılım gösterecektir.

Baudelaire, düzyazı-şiirlerinin başına koyduğu küçük yazısında “Ritimsiz, uyaksız ama ezgili, ruhun lirik devinimlerine, düşün kıvrım kıvrım dalgalarına, bilincin sıçrayışlarına uyum sağlayabilecek kadar yumuşak ve aynı zamanda karşıtlıklar içeren bir şiirsel düzyazı tansığını tutkulu günlerinde hayal etmeyeniniz var mı?” sözleriyle bu türde yapmak istediğini ortaya koyar.

Bizde bu türde yapıt veren sanatçıların dışında kimi araştırmacı ve eleştirmenler de konuyla ilgili görüşler ileri sürmüşlerdir. Suut Kemal Yetkin, Ahmet Hamdi Tanpınar, Feyziye Abdullah Tansel bu alanda akla ilk gelen isimlerdendir. “Servet-i Fünun’da Mensur Şiir” başlığıyla bir tez hazırlayan İsmail Çetişli, mensur şiirin saf şiirin dışında değerlendirilmesi gerektiği görüşünü ileri sürmektedir. Yazar, mensur şiiri her şeyden önce düzyazı olarak görme eğilimindedir. Mehmet Rauf’un “Siyah İnciler” adlı yapıtını baskıya hazırlayan Hülya Argunşah, türün özelliklerini maddeler halinde sıralar. Buna göre düzyazı-şiirler “kısa ve yoğun, bağımsız, başlıklı, başka bir türün içinde parça olmayan, kendi bütünlüğüne sahip metinler”dir. Şiirdeki arayıştan doğmuşlardır ama öncelikle düzyazıdırlar. Bireysel duygulanmaların ifade edildiği şairane ürünlerdir. Bir iç âhenge sahiptirler, betimleme ve çözümlemeyi önemsedikleri için uzun cümle yapısını tercih ederler. Ünlemlere, seslenişlere ağırlık bir yer verilir.

Halit Ziya’nın düzyazı-şiirleri üzerinde araştırma-inceleme yazıları kaleme alan M. Fatih Andı, “Şairane bir konuyu, bir duygu veya bir düşünceyi veyahut bir nükteyi, birkaç paragraftan birkaç sayfaya kadar değişen bir hacimde kısa, çarpıcı, etkileyici ve yoğun bir biçimde, derli toplu olarak, şairane bir eda ve üslupla anlatan müstakil bir edebi türdür.” tanımını ortaya koymaktadır.

Yeri gelmişken belirtelim ki bizde sanatlı söyleyiş ile düzyazı-şiir arasındaki farklar sürekli gözden kaçırılmaktadır. Bunu, türler arası geçiş ve düzyazı-şiirin diğer türleri etkilemesinin ötesinde, kimi zaman sanatlı üslupla ortaya konmuş her düzyazı parçasına düzyazı-şiir deme kolaycılığıyla izah etmek mümkün görünmektedir. Bu arada, Tanzimat sonrasından Cumhuriyete kadar olan dönemde, düzyazı-şiirin şiiri fazlasıyla etkilediği bir gerçektir. 1922 yılanda Dergah dergisinde “Tevfik Fikret’ten beri Türk şiir dilimiz nesirleşti. Adeta aruzla nesir yazmak merakı türedi.” diye yazan Yahya Kemal 1935’te Yedigün’de çıkan, Hikmet Feridun Es’in kendisiyle yaptığı bir söyleşide, bu yargısını, “Gerek Rübab-ı Şikeste’de gerek Cenab Şehabeddin ve diğer arkadaşlarının nazmı nesirden pek çok zaman uzaklaşamıyordu.” sözleriyle yinelemektedir. Yahya Kemal, kendi şiirini açıklarken, “Meşrutiyetten önce ve sonra bir süre daha, vezin ve kafiye ile ifade edilen, gerçekte nesir olan şiirimizden başka bir yol aramağa çıktım.” demektedir. Şair, 1920’lerden itibaren Baudelaire ve Verlaine’in etkisiyle, aruzla yazmayı ısrarla sürdürdüğü yeni şiirleri, düzyazı-şiirin karşıtı sayılabilecek “deruni bir şiirsel âhenk” içermekte ve “aşkların, çevre güzelliklerinin yarattığı coşku ve izlenimlerden kaynaklanmış bir duyarlılık”a yaslanmaktadır. İlginçtir ki Fransız edebiyatında düzyazı-şiirin güçlü temsilcileri hep şair iken Türk edebiyatında, ilk dönemlerde bu temsilciler öykü ve roman yazarları arasından çıkmıştır. Cumhuriyet döneminde bu isimlere Ruşen Eşref, Kenan Hulusi, Etem Ongun, Arif Nihat Asya, Ali Nihad Tarlan, M. Kaya Bilgegil gibi sanatçılar da eklenmiştir.

1980’lere gelene kadar, şiir alanında öne çıkan kimi şairlerin düzyazı-şiir kategorisine girebilecek şiirler yazdığı görülmektedir. Ancak, Bedreddin’in girişini saymazsak Nazım Hikmet, Sezai Karakoç, Yahya Kemal, Mehmed Akif, Necip Fazıl hiç düzyazı-şiir yazmamışlardır.

1950’lerin ortalarından itibaren İkinci Yeni şairlerinin şiire getirdiği yenilikle birlikte düzyazı-şiirde de bir değişiklik dikkati çeker. Oktay Rifat, İlhan Berk, Turgut Uyar, Ece Ayhan gibi isimler; şiirde kurmaya çalıştıkları estetik çerçevede düzyazı-şiirler kaleme alırlar. Onların bu ürünleri, aslında şiirlerinin düzyazı formunda karşımıza çıkmasıdır. Şiir dünyasını ören imgeler, anlamın kendini kolaylıkla ele vermeyişi, şiir estetiğinin hep düzyazıdaki sürekliliğidir. Kalıpların dışına çıkma, şiirin olanaklarını zorlama, dünya ve yaşamdaki karmaşıklığı şiirdeki yeniliklerle karşılamaya çalışma gibi tutumlarla şiir çeşitlendirilmiştir. Oktay Rifat; Perçemli Sokak (1956), Aşk Merdiveni (1958), Elleri Var Özgürlüğün (1966) adlı kitaplarında düzyazı-şiir örneklerine yer verir. Onun bazı şiirlerinde sürrealist resim düşüncesini görmek mümkündür:

Duyulan seslerin mavisinde uykucu kanat, öğle üstü, vakitsiz işareti güzel günlerin, keçi ayaklı balıklara inat köpüklerin güneşinde yepyeni, şehir halsiz sokaklarıyla, küflü bulutlarıyla halatların duvarında faydasız, kolayca paramparça.

Gök, susmayan çıngırak.

(Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üstüne Şiirler, s. 191)

 

İlhan Berk’in Galile Denizi (1958), Kül (1978) ve Deniz Eskisi (1982) gibi kitaplarında düzyazı-şiirlere sıklıkla rastlanır. Bunlar anlamın gizlendiği, titiz bir dil çalışmasının uygulandığı, şiir sanatından fazla uzaklaşmayan imgelerle yüklü, çağrışıma açık, cümle yapısı farklı düzyazı-şiirlerdir. Berk, bu konuda şunları söylemektedir: “Bence, nesir ile şiiri birbirinden ayıran en belli ilke, anlamdır. Şiiri şiir eden düzeni değildir, bundan öte bir nedendir. Lautreamont, Rene Char, Saint-John Perse ölçüye bağlı değildir, nesir düzenidir onların kullandıkları düzen, ama yazdıkları şiirdir.” demektedir.

Bakışsız Bir Kedi Kara (1965) ve Ortodoksluklar (1968) adlı yapıtlarıyla düzyazı-şiire yönelen Ece Ayhan, düzyazı-şiirlerini hep bir düşüncenin veya duygunun etrafında kurma çabasında görünür.

Çok genç sayılabilecek yaşlarda nitelikli şiirler yazan İsmet Özel de düzyazı-şiir türünde başarılı örnekler verir. Şairin on dokuz yaşındayken (1963 tarihli) yazdığı “Yıldızların Uzaklığına Övgü” bunlardan biridir:

Kargaşa. Anılacak günlerim olmadı mı benim? Ayaklarımın korkusuzca çiçeklendiği, silahıma yapışıp sabahın serinliğini beklediğim, kuzey gemileriyle sağır olduğum günler, sepet örmeyi unuttuğum günler olmadı mı? Ey geceyi ve kahverengi bir düzeni taşıyan ellerim! Yüzümün uğultusuyla şaşırtın beni. O karanlık ormanı yangına vurun. Çünkü ben de kaçarken ardımda kalanları yakıyorum. Ama iyi biliyorum yıldızları, ama yıldızların tanrıların da üstünde parladıklarını, anılacak günlerimin gitgide yok olduğunu biliyorum.

(Erbain, s. 36)

 

1980’lerde Batılı şairlerden yapılan düzyazı-şiir tercümelerinin de şefaatiyle, ayrıca iç dünyaların ifade edilme çabasına denk düşen bir tür olarak gündeme gelir düzyazı-şiir. Şükrü Erbaş, Ahmet Erhan, Kemal Özer, Hüseyin Ferhad, Semih Baylan, Salih Bolat, Ali Cengizkan, Engin Turgut, Hasan Öztoprak, Necat Çavuş bu bağlamda şiirler yazan isimlerdir.

Enis Batur bu imkanı birçok yapıtında sıklıkla kullanmıştır. Tuğralar (1985), Kandil (1994), Kanat Hareketleri Lirik Şiirler (2000) ve Abdal Düşü: Düzyazı Şiirler (2003) adlı kitaplarında türün Batı’daki açılımlarını da gözeten olumlu örneklerini verir:

Acıdan çatlayan toprak! Karnına yakın duruyoruz, seyirse de etimizin kasları. Doğurduğun yerde yanıyor ısımız hala, gövdemizin aykırı teriyle sürtüşerek. Pandora, anamız bizim, gerdanlığımız. Kadınımız bizim, yüzüğümüz. Çocuğumuz, bileziğimiz bizim. Bütün tutsaklığımız şakırdıyor yüzünün kafesinde. İşte geri veriyoruz sana koru, kökünden kavrayıp: Sal bizi karanlığın özgür ülkesine, annesine gecenin; kafatasımız sonsuzlukta uğuldasın. Sor bize, neden çözüm aradığımızı, İnsan’ın insan ile kurulamaz ilişkisinde. Sor, araştır, kurcala Söz’ün altında yatan sağırlığı. Sor: Hiçbir sorunun karşılığı bizde.

(Enis Batur, Yazılar ve Tuğralar, s. 65, İstanbul BFS Yayınları, tsz.)

 

Akif Kurtuluş da düzyazı-şiir yazmaktadır; ama dize yapısı korunmuş gibi görünmekle birlikte dizenin hayaleti vardır. Müzikal unsurlar düzyazı-şiire uygun olarak kullanılmaktadır. Ancak şiirin iç geriliminin biçemi zorlamadığı, biçemin sarktığı görülmektedir:

ıssızlık mı yalnızlık mı, tören kıtası komutanına sormalı

acıya ‘görüşünüze hazırdır’ tekmili için kalbine çekidüzen

veriyor

yoksa önce kalkanın sevgilisini uyandırmama sessizliğim mi

korkusunu saklamak için öfkeli görünen bu mahallede, galiba

ben

hal ve gidişi pekiyi olan bir çocuk resminin arabıyım

deniz suyu şişede de mavidir diyen inatla

(Akif Kurtuluş, Herkes Gitmiş, s. 69, İstanbul: Adam Yayınları, 2005 )

 

Ahmet Güntan, esasen son kitaplarında düzyazı-şiir mantığından tamamıyla kopmuştur. Düzyazı-şiiri başlangıçta şiirinin sınırlarını genişletmekte kullanan bir şairdir:

Daha neler yapmadım seni unutmak için, neler yapmadım

Aşk filmleri seyredip sonra aşksız bir dünyada

Yürümek istemediğim için aşk filmlerine gitmedim

Kırmızı bir fular taktım bileğime şeytan kovmak için

Arabamı bütün barların önünde park edilmiş görebilirdin

Barda peşimden gelen o adama, şeytan kovmak için senden

Ve Hemingway’den söz ettim:

“Çehov’da bir Amerikalıdır aslında”

(Ahmet Güntan, İlk Kan, s. 72, YKY, İstanbul 1998)

 

Lale Müldür, düzyazı-şiiri birçok kitabında kendine özgü bir şiir evreni kurarak kullanır ve 80 sonrasında öne çıkan isimlerden biri olur:

yabancı, bak artık bize gözlerinin altın balığıyla, uzat, uzat

elimde sımsıkı tuttuğum o altın alfabeyi ki çözmek isterim seni

o alfabeyle, azizlerin kafataslarını görmek istediğim gibi.

gel yık bizi anlattığın efsanelerle, bir bin yılın kapanışının

ardından onun meleğe dönüştürmesi gibi dönüştür beni, bağla

benim uslanmaz ruhumu bir binyılın uçuşunun kapladığından

daha fazla aşk aşk ve gözlerinin altın balığıyla…

(Lale Müldür, Kuzey Defterleri, s.105, Metis Yayınları, İstanbul 1992 )

 

Hüseyin Ferhad, mitolojiden de güç alan şiir serüveninde, düzyazı-şiir türünde çok sayıda ilginç örnekle anılabilecek bir isimdir:

Tanrı Türk’ü korusun!” yazıyor duvarda, Marlboro reklam panosunun altında. Gözlerimin içine bakıyor Buffalo Bill. Ağzında cigara, elinde kemend, şapkasını hafifçe alnına yıkmış. Çıngıraklı bir yılan kayıyor ayaklarımın altından. Tepeden tırnağa silahlı süvariler akıyor kanyonlardan, yerleri süpürüyor kızıl pelerinleri. Ufukta bir bulut kaynıyor. Uzak yollara yağmurlar yağıyor. Görüyorum, ovalar tam anlamıyla birer ağıl. Kalbim sevinçle doluyor. Açıyorum bütün kafesleri. Yüzlerce güvercinin özgürlüğe kanat çırpışını seyre doyum olmuyor. Tanrı seni de korusun Bill. Senin de katkın var bu macera tadında. Fakat biliyor musun evlad, şu Tanrı kelimesini aslıyla değiştireceğim herhalde yakında.

(Hüseyin Ferhad, Kılıç İpekte Sınanır, s. 147, YKY, İstanbul 2000)

 

Sözlerimizi toparlarken şu belirlemeyi yapmak mümkün: Düzyazı-şiir konusu, esasen bir sorun ya da güçlü / kalıcı bir eğilim olarak gündeme gelmemiştir bizde. Kimi başarılı çabaların ve örneklerin yanı sıra, özellikle 80 sonrasında, şiir ortamındaki genel ölçüsüzlük ve disiplinsizlik eşliğinde karşımıza çıkmıştır. Günümüzde her şeye şiir olarak bakma eğiliminin arttığını görüyoruz zaten. Hem görsel boyutun, işi geometrik şekillere hatta harflere kadar götüren deneysel arayışların öne çıkışı hem de dille ilgili zevk değişimi, geniş bir ölçekte değerlendirilmesi gereken bir sorunlar yumağı oluşturmaktadır. Bu alandaki çeşitlilik, bir kriter krizi mi doğurmaktadır, bir imkân olarak mı önümüzde durmaktadır? Şiirin özgürleşip yenilenmesi de kötürüm ve kekeme bir hale bürünmesi de bu soruya aranacak yanıtla ilintili olarak karşımızda durmaktadır.

 

KAYNAKÇA:

1. Türk Edebiyatı Tarihi 3, Komisyon, TC Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, İstanbul 2006

2. Yeni Türk Edebiyatı Tarihi I, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt 4, Sayı 7, İstanbul 2006

3. Sabahattin Eyuboğlu, Bütün Yazıları, Cem Yayınevi, İstanbul 1981

4. Yahya Kemal Beyatlı, Edebiyata Dair, İstanbul 1984

 

 

Ali Emre

 

(Hece Dergisi - Kasım 2006)

 

 

 

   

 

 


bugün 132 ziyaretçi (159 klik) burdaydı!
geri git ileri git hakkımda


online
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol