|
Felsefi şiir, dünyagörüşünü ve ideolojiyi değil, insanı veraset ve ilham edinen bir şiir. Dünyagörüşü ve ideolojinin de kendilerine özgü bir insan görüşleri vardır ve her biri birbirinden farklı belli bir insan anlayışını temsil ederler. Ancak bu insan anlayışlarının oluşumunda ilham alınan insanın realitesi ve bu realitede insanın içinde bulunduğu durum değil, insan hakkında oluşturulan, insanın nasıl olması gerektiğini dile getiren inanç ve fikirlerdir. Bu inanç ve fikirler de aslında insana ilişkin bir bilgiyi veya insanın içinde bulunduğu duruma ilişkin bir imgeyi değil, bir tasarımı dile getirirler. Dünyagörüşleri, insan hakkında kişisel kanaatler olduğu ölçüde, ideolojiler, insan hakkındaki tasarımları obje edinirler. Buradan bakıldığında, bir ideolojiye veya dünyagörüşüne bağlanmak, belli bir insan tasarımına bağlanmak anlamına gelmektedir. Şairler, insanın neliğini ve realitesini görebilen bir ‘göz’ edinmedikleri sürece, yaygın olarak bağlandıkları tasarımdan ilham alırlar veya onları etkileyen ‘örnek’lerden.
Dünyagörüşüne dayalı şiirde söz konusu olanın ne olduğuna baktığımızda, Türk şairinin ya yaygın olarak örneğin natüralizm gibi bedenin ahvaline ya da örneğin materyalizm gibi bütüncü yaklaşımlara bağlanmış olduğu görülmektedir. Dolayısıyla, dünyagörüşüne dayalı şiirde, şair, isteme halinden konuşmakta ve istemesini, yani arzu halini betimlemektedir. Bu doğal hatta olumlu bir özellik olarak da görülebilir. Çünkü insan, doğası bakımından arzu ve isteme halinde olan bir varlıktır. Felsefi şiir açısından, bu şiirdeki sorun şu noktada ortaya çıkmaktadır. Arzu ve isteme bakımından insan her çağda aynıdır, arzular ve isteme halindedir. Ama bu arzu ve istemenin gerçekleştirilmesi veya doyurulması ve bu arada yüz yüze gelinen engelleri yaşama tarzı aynı değildir. Daha önemli olan ise, kişinin bir arzusunu gerçekleştirirken hangi değerleri koruduğu veya çiğnediği ve çiğnemek durumunda kaldığıdır. Her çağda ve her durumda aynı olmayan budur.
İdeolojik şiirde çatallı bir durum söz konusu.. Bu ideoloji kavramının, -izm olarak ideoloji ve söylem olarak ideoloji olmak üzere çifte anlam alanı içeriyor oluşundan kaynaklanmaktadır. –izm olarak ideolojik şiirin, Türk şiirine ne yaptığı, örneğin bu tür şiirin, terimin birinci anlamında marjinal bir alana çekilmiş olduğu bugün seçik olarak görülmektedir. Şiirin -izm olması anlamında ideolojik olması gerektiğini savunan şair ve yazarlar bile, bu şiirin bugün yazılmakta olan örneklerini başarılı ve itibarlı bulduklarına dair bir emare gösterememektedirler. Felsefi şiir açısından buradaki sorun, ne belli bir ideolojiye bağlı olarak yazılan şiirin başarılı veya itibarlı örneklerinin bugün yazılıp yazılamadığıdır, ne de bir şiirin ideolojik emareler taşıyıp taşıyamayacağı sorunudur; problem olmuş olan, şiirin tinsel evreninin ideolojinin dünya ve insan tasarımına dayandırılması, dolayısıyla şiirin kaderinin, ideolojinin kaderine teslim edilmiş olmasıdır. Çünkü söz konusu ideolojilerin dönemi geçtiğinde, yani ileri sürdükleri dünya ve insan tasarımı inandırıcılığını yitirdiğinde, bu tasarıma göre yazılmış şiir de inandırıcılığını yitirmektedir.
—izm olarak ideolojinin şiire ne yaptığı bugün seçik olarak ortada, ama söylem olarak ideolojinin şiire ne yaptığı henüz seçik değil. Söylem olarak taşıdığımız ideoloji, tutum ve tepkilerimizin neliğini belirler ve bu ölçüde, örneğin “kadın sorunu”, “milliyetçilik”, “cinsiyetçilik”, “insan hakları” gibi sorunların ortaya çıktığı durumlardaki edimlerimizi yönlendiren itkiye dönüşürler. Şairler de, Althusser’in terimleriyle söylersek, devletin ideolojik aygıtlarının öznesidir veya Foucault’nun iktidar analizleri çerçevesinde ifade edersek şairlerin zihni de iktidarın epistemik söylemi tarafından oluşturulmuştur. Türk şairleri, yaygın olarak kendilerini bu tür ideolojinin öznesi olmanın dışında görürler; ne yazık ki durum tam tersidir ve o ölçüde de şiirleri iktidar ideolojisi denilen şeyi söylemsel olarak yeniden üreten bir içeriğe sahiptir. Örneğin, iktidar düzleminde yer alan bir şair, bulunduğu statüyü yitirdiğinde, o statünün dünya tasarımına göre yazılmış şiir de, devam edilebilirliğini, dolayısıyla da ilgi etkisini yitirmektedir.
İdeolojik şiirin, şiirde ortaya çıkardığı en önemli negatif netice, şairin, insanın realitesini ve bu realitede ortaya çıkan varlığı duyma, hissetme, görme olanağını tahrip etmiş olmasıdır.
Felsefi Şiir İle Felsefe Arasındaki İlişki
Felsefi şiir, ne felsefi söylemle kurulan bir şiirdir, ne de felsefenin ortaya koyduğu bilgiye dayalı bir şiirdir. Felsefi söylemle ve bu söylemin içerdiği felsefi akıl yürütme sistematiğine göre yazılan bir ‘şiir’ zaten şiir olmaz. Felsefenin, yani filozofların ortaya koyduğu bilgiye dayalı olarak yazılan ‘şiir’ de, yaratıcılık ve söz konusu şaire aitlik ilkesi bakımından şaibelidir. Felsefi şiir, şairin ‘felsefi göz’ edinmesini gerektiğini dile getiren bir anlayışa sahiptir. Felsefe, bize, zaten bunun için, yani felsefi bir göz edinmek için gereklidir. Yoksa felsefi bilgi üretmek için değil. Felsefi bilgi üretme işi, kuşkusuz şairlerin değil, felsefeciler ile filozofların işidir. Şiirin, içinde yaşadığımız çağın koşulları içinde insanın bulunduğu durumu göstermesi bakımından, şairin felsefi göze sahip olması gereklidir. Felsefi göz derken kastettiğim, görülen şeyin ‘ne’ olduğunu, onu o yapan şeyin ne olduğunu görmektir. Problem edindiğimiz konu nesnesini bağlantılar içinde görmemizi ve nesneyi gözden kaçırmamamızı sağlar böyle bir göz. Şairler çoğu zaman, şair olmayan kişiler gibi bakarlar ve baktıkları şeyin ne olduğunu görmezler. Çoğu kişi gibi, şairler de, olup bitene, inandıkları dünyagörüşü ve ideolojilerin ‘göz’üyle bakarlar ve, olup bitenin ne olduğunu değil, olup bitenin zihinlerindeki tasarıma uyup uymadığını problem edinirler. Ve şiirlerini de tam bu algı durumu içinden yazarlar. Felsefi göz, ‘ideolojik göz’ün, ‘dünyagörüşü gözü’nün dışında bir gözdür. Felsefi göz ifadesindeki ‘göz’, kavramsal sığa bakımından, duymayı ve hissiyatı da içine alan bir algı alanını kapsar. Şiir duymakla ilgilidir. Şiir, şairin gördüğünü aynı zamanda duymasını da gerektirir.
Felsefi şiir, bir aporia durumunun, insanın bir problemle yüz yüze geldiği bir varoluş durumunun şiiridir. Aporia, daha önce yazdığım gibi, Grekçede insanın anlamakta ya da açıklamakta güçlük çektiği bir sorunda, çözüme ulaşmanın olanaksızlığını, dile getirir ve kelime anlamı, çözümlenemezlik; çıkış yolunun yokluğu; çıkmaz demektir. Antik Yunan felsefesinde, bir sorunun çözümünde karşılaşılan, içinden çıkılmaz mantıksal güçlük ve gidilecek yolun olmayışı anlamında kullanılmış.
Bu bağlamda, felsefi şiir, şiirde konuşan öznenin, çözümlenemez bir durumla yüz yüze gelmesinin, bir çıkış yolunun bulamadığı bir varoluş durumun şiiridir. Ama, bu çözüm sunan bir şiir olmadığı gibi, bir çözümsüzlük, bir çıkışsızlık sunan bir şiir de değildir; ama bu durumu gösteren bir şiirdir.
Bu şiire, felsefi şiir yerine, kısa yoldan aporia şiiri adı da verilebilirdi. Yabancıya, yani başkasına düşkünlükle ıralanan bir kültürel ortamda veya toplumda, bu adlandırma kuşkusuz daha sükse yapıcı olurdu. Ama o zaman, felsefi şiir derken kastedilen tam olarak ifade edilmiş olmazdı. Daha kötüsü, felsefi şiir, insanın çıkmazda olduğunu söyleyen bir şiir anlamına gelebilirdi. Bu durumda, felsefi şiir derken, bir şiir anlayışından değil de, daha çok şiirin içinde bulunduğu bir durumu betimlemiş olurduk. Örneğin, şiir çıkmazda, çünkü insan çıkmazda(Turgut Uyar), gibi. Felsefi şiir, insanın b u g ü n bir çıkmaz noktasına geldiğini söyleyen bir şiir değil.
Bununla birlikte, felsefi şiir, şairin bir derdinin, bu anlamda bir probleminin olması gerektiğin dile getirir. Bir şairin yazdığı şiirler arasındaki ortak bağ, şairin varlık derdi tarafından belirlenir. Problem bulmaca değildir. Değişik zamanlarda, birbirinden farklı dönemlerde yazılmış şiirleri aynı estetik kategori içine sokan öğedir problem. Bir şairi, o şair yapan edimler, o şairin varlık derdi tarafından organize edilirler; söz konusu şairin karakterinin cisimleştiği, yazgısının somutlaştığı edimlerdir bunlar. Çünkü, karakter halleri, benzer etkinliklerle oluşur(Aristoteles). Kişinin, devam ettirebilir olduğu şey, kendisinde özdeş olarak bulunan şeydir.
Felsefi Şiir İnsanı Merkez Edinir
Felsefi şiirin en önemli özelliklerinden biri, insani merkez edinmesidir. İnsanı merkez edinmek derken kastetiğim, insanı, kişi bütünlüğü içinde ele almaktır. İnsanı kişi bütünlüğünde ele almak ise, onun canlı olmaklığının temel nitelikleri olan bir itki ve isteme varlığı olarak ele almakla birlikte, bir kişiyi o kişi yapan mizaç ve karakter özelliklerinin içeriğini oluşturan, o kişinin değerlere ve insan başarılarına bağlılığı içinde nesne edinmek anlamına gelir. İnsan, arzu ve isteme halindedir. Ama, aynı zamanda etik değerlere ve insan başarılarına itikat edebilen bir varlıktır. Bu özellik, insanın arzu ve istemesini gerçekleştirme tarzına şüpheler ve çekinceler koyar, durdurur. Çünkü insan, kendi öz varlığında sürme çabası içinde olan bir varlıktır ve kendi doğasından gelenden başka bir şey yapamaz; dolayısıyla her insan kendini koruma, güç ve etkinliğini artırma eğilimindedir(Spinoza). Spinoza’yı yorumlayarak ilerlersek: İnsan eksiksiz olmak ister. Bu sadece özne konumundaki insanlar için değil, diğer insanlar için de böyledir. Her insan eksiksiz olmak ister. Daha iyi bir eksiksiz duruma geçmek bize neşe ve haz verir. Başkaları daha iyi bir eksiksiz duruma geçerken biz yerimizde sayar veya daha eksik bir eksiksizlik durumuna inersek bu bize acı ve keder verir. Bu nedenle, her ölüm erken ölümdür(Cemal Süreya). Ama burudu sözü edilen, Süreya’nın şiirinin ortaya koyduğu bilgi kadar masum değil. Acı ve keder, insanın etkinlik gücünü azaltır(Spinoza). Etkinlik gücü azalmış insan, varlıkta var kalma çabası azalmış ve kendisini koruyamaz duruma gelmiş insandır. Her insan eksiksiz olmak ister ama içinde yaşadığımız tarihsel dünyada, insanlar, onları eksiksiz kılacak olanaklar karşısında eşit koşullara sahip değiller. Bütün insanların aynı koşullara sahip olmadığı, ancak çok azının üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmanın sağladığı koşular içinde olanaklarını yaşadığı bir dünyada, çoğunluk yenilmişliğin varlıksal durumu içinde. Spinoza’yı, Marx’ın ortaya koyduğu sınıf çelişkisiyle ilgili felsefi bilgiyi hesaba katarak okuyorum. Spinoza, Marx’ın antropolojik temelidir. Marx ise, Spinoza için bir barajdır, barbarlığa kadar götürülebilecek bir itki yorumunun, itikatlılık üzerinden insanileştirilmesi. Türk şiiri ortamında, Marksizm, bir insan felsefesi olarak değil, iktidarı ele geçirmeye yönelik bir devrim teorisi (bir fırsatlar teorisi) olduğu ölçüde şairleri etkilemiştir.
İnsan, etik değerlere ve insan başarılarına itikat edebilen bir varlıktır, ama aynı zamanda göz ardı edebilen bir varlık da. Kişisel çıkar ve itkileri nedeniyle. Bu nedenle, etik değerlere göz yumabilen insan, sıradan insandır(Kuçuradi). Onu, ya kişisel çıkar yönlendirir, ya da itkileri. Buradan hareketle, sadece insan itkilerini betimleyen şiire, sıradan insanın şiiri diyorum. Örneğin sadece ‘kadın arzusunu’ dile getiren şiirler bu türdendir. Buradan bakıldığında, felsefi şiir için önemli olan, sıradan insan değil, etik değerlere ve insan başarılarına itikadı olan insandır.
İnsanın Karşılaştığı Metafizik Durum
Bir çatışma durumundan söz ediyorum; insanın kendi tinsel dünyasında, kendi istemesi ile, bu istemeye engeller koyan öğrendikleri veya itikat ettiği değer veye değer yargıları arasında ortaya çıkan bir çatışma durumundan.. Kendimiz isteriz ve kendi inandıklarımız tarafından durduruluruz. Bu metafizik bir durumdur. Metafizik durum, insanın, kendini ona göre kurduğu etik değere bağlılığının sonucunda, bu bağlılıktan dolayı içinde yaşadığı gerçekliğin koşullarıyla bir çıkmaza, bir çözümlenemezliğe sürüklendiği bir durumudur. Mevcut bilgilerle, mevcut mekanizmalarla artık gidilecek bir yolun olmadığı bir durum. Bize öğretilen yaşamın bittiği, ve ancak kendi edimimizle varolacak bir yokluk ve hiçlik alanının başladı bir durum.. Kara ormanla(Dante) yüz yüze geliş anı da denilebilir buna, trajik bir durum da.
Bu bakımdan, felsefi şiir, insanı bir durum içinde, varoluş durumu içinde gösteren bir şiirdir. Gerçeklik koşullarında veya bir arzu ve isteme halini yaşarken, insan bir durum içinde değildir. Sadece o andadır, o andaki arzuda veya istemede. Bugün yaygın olarak yazılan şiir, arzu halinin betimlemesini dile getiren bir şiirdir. İnsanın yaşadığı anın veya gerçekliğin bir durum haline gelmesi, o anın bir problem haline gelmesiyle olanaklıdır. İnsanın gerçeklik halinde bir problemle yüyüze gelmesi ise, içinde bulunduğu koşulların hesaba katılmasını gerektirir. İnsanın yaşadığı an, o anın yaşandığı koşullar içinde konumlandırıldığında, o an, bir durum olur. Dolayısıyla, bir durum içinde olmak, kişinin daha önceden bağlandığı, itikat ettiği değerlerle, insanın başarılarıyla çatışan bir arzu, isteme veya edimlerle yüz yüze geldiği koşullar içinde olması demektir. Kişinin ahlaki değerleriyle kendi istemesi arasındaki çatışma.. Bu trajik bir durumdur. Felsefi şiir, buradaki etik kaygıyı dile getirir. Başka bir deyişle, insanın kendi kendine yenilmesinin şiiridir felsefi şiir. Bir kişiyi bir durum içinde göstermek, o kişiyi bağlandığı, inandığı değer ve başarılarla geçekleştirmek istediği olanağı yaşayamaması, yaşamayı denediğinde de içsel ve ruhani bir çatışma içinde kaldığını göstermek demektir.
Apollon ve Trajedi
Nietzsche’nin estetik kuramının temelini oluşturan Apollon-Dionysos ayrımı, bu metafizik durumla özdeş olmamakla birlikte, felsefi şiirin insan anlayışını antropolojik bakımdan destekleyicidir.
Nietzsche’nin yaptığı ayrıma göre, Apollon biçime dayalı sanatların, yani plastik sanatların, Dionysos ritim ve müzik sanatlarının tanrısıdır. Dionysos, yaşamak itkisinin ve bu itkinin sınırlandırılmadan yaşamak istemenin tanrısını temsil ederken, Apollon, “sınır” kavramını temsil eder ve sınır kavramı insan için “Kendini Bil!” ifadesinde dile gelir. “Kendini bil”, “Kendini tanı” ifadesi yaygın olarak, kişinin kendi eylemlerinin sınırlarını tanıması gerektiğini, neyi yapıp neyi yapamayacağını bilmesi gerektiği biçiminde yorumlanır. Bu yoruma göre, “Kendini bil” akla vurgu yapar ve kişinin karakter özelliğinin sığasının sınırlarını tanıması gerektiğini dile getirir.
İnsanın bütünlüğünü dikkate aldığımızda, etik değerlere göz yummayan veya etik değerleri göz ardı edemeyen insan için, Apollon-Dionysos karşıtlığı ayrılabilir ve aşılabilir değildir. İnsan, Apollon-Dionysos karşıtlığını içinde taşıyan varlıktır. Apollon ile Dionysos insanın tinsel bütünlüğünde karşı karşıya gelir. Bu nedenle, felsefi şiir, Apollon-Dionysos karşıtlığını gösteren, başka bir deyişle etik kaygıyı dile getiren bir şiirdir. Buna, yaşayamamanın, yaşamak halinde olamamanın şiiri de denilebilir.
Felsefi şiir poetikası bakımından insan, Nietzsche’nin Apollon-Dionysos ayrımında dile getirilen özelliklerden birine indirgenemez. Ona göre, Apollon-Dionysos karşıtlığını kendi varlık bütünlüğünde taşıyan insan trajik insandır. Dolayısıyla, Apollon’un temsil ettiği değerleri kaale almayan ve Dionysos’un temsil ettiklerine göre kendini gerçekleştiren kişi trajik durumda değildir. Sadece Dionysos’un temsil ettiklerini dile getiren bir şiir de trajik bir şiir değildir.
Nietzsche’nin Apollon-Dionysos ayrımı, kuşkusuz filozofun felsefi kaygısını dile getiren bir ayrım. Bu yorum, Apollon’un felsefe üzerinden, orada da Sokrates üzerinden okunuşunu dile getiriyor. Buradan okunduğunda, Apollon şiir için ‘tehlikeli’ olarak görülebilir. Oysa, felsefi şiir için, Apollon vazgeçilebilir değildir. Bu vazgeçilmezliğin görülmesi için, Apollon’un felsefe üzerinden değil, şiir üzerinden, dolayısıyla Sokrates üzerinden değil, Sophokles üzerinden okunması gerekir. Felsefi şiir için, ayırıcı olan poetik karşıtlık, Apollon-Dionysos arasında değil, Homeros ile Sophokles arasındadır. Apollon, bu karşıtlıktan hareketle okunduğunda, “kendini bil”, kendine çizdiğin sınırları aşma yorumunun ötesinde, bu sınırları oluşturan değerlere bağlı kal demektir. Bu sınırları ihlal etmek, bu sınırların taşıyıcısı olan değerleri çiğnemek anlamına gelir. Sophokles, Kral Oidipus, Oidipus Kronos’ta, adlı yapıtlarıyla, bu sınırların çiğnenmesi durumunda insana ne olduğunu gösterir bize. İnsanın, sadece Apollonsal olanı çiğnememesi gereken bir varlık olduğunu değil, çok daha fazlasını, insanın, insanlığın temel problemleriyle yüz yüze kalmak durumunda olan bir varlık olduğunu, görmüştü Sophokles.
Homeros, destansı olanın temsilcisi iken, Sophokles, trajik olanın temsilcisidir. Destanı değil, trajik olanı tercih ediyoruz, ama elbette zorunlulukla. Destanı trajedi izler; Homeros’u Sophokles izlemiştir. Büyük anlatıları kriz durumlarının izlediği gibi.. Trajedi, kriz denilen çıkmaz durumunun edebi adıdır aslında. Kimsenin kaybetmeden içinden çıkamadığı durumdur trajedi. Trajedi, destanın sorguya çekilmesidir. Her destansı dönemden sonra, o destansı dönemin sorguya çekildiği bir dönem gelmiştir. Homeros, Sophokles tarafından sorgulanmıştır. Destanı trajedi izler ise, kahramanı ‘kral’ takip eder. Oidipus, kahramanın, Sophokles tarafından, “kendini bil” fiskesiyle tuz buz haline getirilişidir. Kendini bilmek, sırrın açığa çıkması ve sırrın açığa çıkmasıyla oluşacak olan cezayı kabul etmek demektir. Bu aynı zamanda kişinin kendi kendisiyle barışması anlamına da gelir. Buna, Sophokles barışı diyorum. Bugün, çeşitli uluslar arası etkinliklerle geliştirilmeye çalışılan bu barış anlayışı, bize, ilk defa Sophokles tarafından gösterilmişti. Bu barış, kişinin, sınırları belirsiz ceza tecrübesini göze alarak yıllarca gizlediği suçu itiraf etmesini gerektirir. Sonra da, uzun uzun kendisiyle hesaplaşarak, kendi kimliğinin sınırlarını çizmesini..
Felsefi şiir ve Sınıfsal Çelişki
İnsanın kendi tinsel bütünlüğünde bir çıkmaza sürüklenmesinin nedenleri, son analizde onun içinde bulunduğu sınıfsal yapıyla bağlantılıdır. İnsan kendi içinde bir çıkmaz durumunu ve bu durumun ruhsal gerilimini yaşarken, soyut uzayda değil, sınıfsal farklılıkları içeren belli bir toplumun içinde, o toplumun zaman ve mekânında yer alır. Günümüze dek bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımlarının tarihi(Marx) idi. Günümüzde de bu böyle. Ancak, bugün, sınıf çatışmaları 19. yüzyıldaki gibi basit değil, daha karmaşıktır. Sınıfsal çıkarlar birbirine karşıt olsa da, bu karşıtlık, 19. ve 20. yüzyıldaki gibi birbirine karşıt iki düşman kamp durumunda değil. Egemen sınıfların iktidar söylemi veya söylemsel ideolojisi, -izm olarak ideolojilerin yıpranmış olduğu günümüzde, köylü kulübesinde yaşayan insanları saraydakiler gibi düşünmesini göreli olarak başarmış gözükmekte. Günümüzde yaygın olarak birbirine karıştırılan şu ayrım felsefi şiir için, tanımı gereği vazgeçilmezdir: İdeolojiler arasındaki karşıtlık ve çatışma, sınıflar arasındaki çatışma veya karşıtlık değildir. Felsefi şiir için önemli olan, kimin hangi ideolojiyi temsil ettiği değil, kimin hangi sınıfı temsil ettiğidir. Bu ayrım göz ardı edildiğinde veya dikkatten kaçırıldığında sınıf çelişkisini gösteren bir şiir, ideolojik karşıtlık açısından ele alınıp ‘cumhuriyet karşıtı bir şiir’ olarak yorumlanabilir. Bugün, kendini solcu olarak tanımlayan kimi şairlerin şiirlerinin tinsel evrenine baktığımızda, sanki dünyada ve hayatın içinde sınıf farklılığı ve sınıfsal çelişki diye bir şey mevcut değilmiş gibidir. Sanki ezilmişlik ve ezilmişliğe yol açan nedenler dünyadan temizlenmiş gibi. Bu bağlamda, söz konusu şairin, geçmişte ne olduğu değil, bugün iktidarda olanı temsil edip etmediği ve hangi sınıfın söylemiyle konuştuğudur önemli olan. Buradan bakıldığında, felsefi şiir Marksist olmakla ıralanır. Marksist ıra derken, vurgulamak istediğim, şairin siyasal bağlanışı veya ideolojik kimliği değil. Bugün sol kimliğin içinde veya solcu olmakla ıralanan cemaatler içinde yer alan, ama Marksist değerleri kişisel çıkarları için ihlal eden şair ve yazarlar da söz konusudur. Felsefi şiir için önemli olan, şiirde konuşan öznenin edimlerini eşitlik ve adalet talebi gibi Marksist değerlere göre gerçekleştirip gerçekleştirmediğidir. Buradan bakıldığında, her türlü pazar ilişkisinden sıyrılabilmiş bir insan topulumu(Althusser) talebi, felsefi şiirin katharsis alanını oluşturur.. Etik ve insani değerler bakımından savunulabilir olmayan ilişkileri savunmamak, bu katharsisin gerekliliğidir.
Günümüz şirinde görülen temel problemlerden biri, kırın kentten daha aşağı görülmesi fenomeninde ortaya çıkmakta. Daha önemlisi ve trajikomik olanı ise, bu tutumun, kendini solcu olarak tanımlayan kır kökenli şairler tarafından dile getirilmesinde görülmekte. Marx’ın dile getirdiği eleştiri, kırın kentten aşağı olduğu değil, tam tersine, burjuvazinin, kırı kentin egemenliği altına sokmuş olmasına ilişkindir(Komünist Manifesto). Sınıflar arasındaki karşıtlığın karmaşıklaştığı günümüzde, sınıfsal çelişki ile eşitsizliğin, iktidar olanaklarından mahrum bırakılmışlığın insanın varoluşuna ne yaptığının, onu nasıl murdarlaştırdığının gösterilebileceği yerlerdendir taşra. Sınıf çelişkisi teorisinin bir argümanını dile getirmek başka bir şeydir, insanı yaşadığı çağın koşullarındaki sınıf çelişkisi içinde göstermek başka bir şey. İlki ideolojik bir tutumu dile getirirken, ikincisi felsefi şiire ilişkin bakış tarzını dile getirmektedir.
Böyle bir şiir yapı olarak izleksel bir şiir değil. İzlek, teknik yapısı gereği, sınırlandırmayı, varoluşu izleksel bir sınıra indirgemeyi gerektirir. Bugün yaygın olarak yazılan şiir, insanı, ne bir kişi bütünlüğü içinde, ne de bir durum içinde göstermektedir. Ama bu şiir, insanı, izleksel sınırlama içinde, onu içinde bulunduğu durumdan soyutlayarak ya bir zihin durumunda ya da kör bir arzuya indirgenmiş olarak betimlemekte. Bu nedenle, yaygın olarak yazılan şiir, ya betimlemeye dayalı neşe şiiridir, ya da daha önce yazılmış metinler üzerinden yazılmakta olan bir zihin şiiri. Buna çağdaş şiir adı da verilebilmektedir. Felsefi şiir için önemli olan, şiirin modernist veya çağdaş olup olmadığı değil, bugün bulunduğumuz çağın koşullarında insanın bir çıkmazla, bir aporiayla, bir problemle yüz yüze gelme durumu içinde gösterilip gösterilemediğidir. Bu durumda, neşe ve haz durumunu dile getiren şiir, felsefi şiirin karşıtıdır. Neşe ve hazzın, insanın daha küçük bir eksiksizlikten daha büyüğüne geçişi(Spinoza) olduğunu hesaba katarsak, sürekli neşe ve haz durumunu dile getiren bir şiirin günümüz dünyasında egemen olma halinin, her ilişkiden kazanarak çıkan kişinin duygusunu dile getiren bir şiir olduğunu ileri sürüyoruz. Mağlupların, mahvolmuşların ve mağdurların şiiri, felsefi şiirin sığası içinde kendine bir olanak alanı oluşturuyor.
Epistemik Değil Ontik Ira
Bugün yaygın olarak yazılan şiirin temel özelliklerinden biri de, bu şiirin epistemik bir karaktere sahip olmasında görülmektedir. Epistemik olmakla ıralanan şiirde konuşan özne veya anlatıcı-ben zihin düzleminden konuşmaktadır. Bu şiirde söz konusu olan, tinsel evren değil, zihinsel ifadedir. Anlatıcı-ben zihinde olanı ifade etme halindedir. İmgelemimizde canlandırabileceğimiz veya gözümüzün önüne getirebileceğimiz bir durumu, bir hali göstermez epistemik şiir. Ancak zihinle tasarlayıp bağlantılar kurabileceğimiz bir veri sunar bize. Epistemik olmakla ıralanan şiir, enformasyona dayalı bir şiirdir. Denilebilir ki, ‘şair’ yazmakta olduğu ‘şiiri’, enformasyonla kurmaktadır. Bu enformasyon, ideoloji veya dünyagörüşlerinin insan ve dünya hakkındaki tasarımları olduğu gibi, şiir enformasyonu da olabilmektedir. Şiir enformasyonu kavramıyla, şiirle ilgili olarak daha önce başka şairlerin ortaya koyduğu başarıları kastediyorum. Bizden önceki şairlerin ortaya koyduğu başarılar anlamında şiir enformasyonu, şair için pedagojik şarttır, ama varolma şartı değil. Şiir yazarken, şiir enformasyonu işimize yaramaz, şiir enformasyonu ile yazılan şiirde yaratıcılık söz konusu değildir; tıpkı, aşk durumunda, aşk enformasyonun, hiçbir işe yaramaması gibi. ‘İfadecicilik’ ve ‘söylemsel takip’ diye adlandırdığım şiir fenomenleri, epistemik olmakla ıralanan şiirin bugünkü yaygın örnekleridir.
Felsefi şiir ise, ontik durumu içermekle ıralanan şiirdir. Ontik olmakla ıralanan şiirde konuşan özne veya anlatıcı-ben, içinde bulunduğu varolma durumunu betimlemekte, bu varolma durumunda yaşadığı tinselliğin içinden konuşmaktadır. Bu bir düşünme durumudur. Bu düşünme, bilinçle edinilmiş olanın dile getirilmesi değil, düşünme anında varlıksal olanın açığa çıkmasıdır. Düşünme, öznenin kendi varlığı ile kurduğu bir sondaj diyalogudur. Özne, kendi varlığına sondaj yapmakta, kendi varoluşuna ilişkin bir hakikati keşfetmekte ve keşfetmekte olduğu hakikati dile getirmektedir. Yani şiirdeki düşünme, bir bilinç veya bir akılyürütme veya matematik anlamında bir düşünme değil, insanın kendi varoluşunu kendi varoluşu yapan varlık katmanıyla kurduğu bir sondaj ilişkisidir. Bilinçle elde edilmiş olanı dile getirmek, bir düşünme hali değildir, tam tersine ezberleme hali içinde bir enformasyonu dile getirmektir. Bu da epistemik olmakla ıralanan şiirdir. Şiirdeki anlatıcı-ben, veya şiirde konuşan özne, bir yüzeydir. Sondaj işleminin başlatıldığı yüzey.. Söz konusu öznenin varoluşuna ilişkin hakikatin ortaya çıktığı yüzey ise, söz konusu şairin (şiir) dilidir. Örneğin, Nazım Hikmet’in Severmişim Meğer adlı şiirinde, şiirde konuşan özne, bir düşünme anındadır ve bu düşünme anında kendine ait bir hakikatin açığa çıkmasını dile getirir. Burada söz konusu olan hakikat, aslında şiirin ortaya koyduğu bilgidir. Buna, üryan halde ortaya çıkan bilgi de denilebilir. Çünkü, şair, varlıkta üryan halde olan kişidir, itibar maskeleri edinen kişi değil. Bu anlamda, felsefi şiir bilgi ortaya koyan bir şiirdir, ama bu bilgi (episteme) ontik temelli bir bilgidir, buna içsel episteme de denilebilir. Bu bilginin epistemik şiirin içerdiği bilgiden farkı, ideoloji ve dünyagörüşü gibi enformasyondan değil, öznenin kendi içsel deneyimi sonucunda kendi varlık durumundan ortaya çıkmış olmasıdır. Başka bir deyişle, felsefi şiirin ortaya koymayı hedeflediği bilgi, insanın varlığı hakkında bir bilgidir, insanın içinde bulunduğu durumun ona ne yaptığı hakkında bir bilgi.. Felsefi şiirin hedef edindiği ve ortaya koyduğu ontik temelli bu bilgi, değişmez, dolayısıyla kesin bir bilgidir. Bu kesinlik, söz konusu şiir-bilgisinin ilgili olduğu nefsle bağlantılı olduğu ölçüde, onunla ilgili hakikati dile getirdiği ölçüde bir kesinliktir. İşte örnek; şiir-bilgisinin kesinliğine: Bende sığar iki cihan ben bu cihana sığmazam(Nesimi), Gök boş. Nereye bağlasam atımı?(Melih Cevdet Anday), Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz/Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz/Kadının üstün olduğu ama mutlu olamadığı/Günlere geldim bunu bana öğretmediniz(Sezai Karakoç), Hüzün ki en çok yakışandır bize(Hilmi Yavuz), Yitiği bulduğundan çok olmalı insanın/ki sonu gelmiyor aramanın(Ebubekir Eroğlu)..
Şair, aslında tarihsel zamanda olamayan kişidir ve bu bağlamda da toplumdışı. Bugünkü yaygın şair tasarımı, kendini tarihsel zamana yapıştırma kaygısını edimselleştirmektedir. Oysa, şair kayıp kişidir. Gayb olmuştur. Şiir, o, “Ben kayboldum!” dediği oranda hakikatle bağlantılı bir ses. Artık bir çıkış yolunun tükendiği ve hiçlikle yüz yüze gelindiği durumda, insan kendinde olanı keşfetmekle yüz yüze. Bu varoluş bağlamı tasavvuf’un da varlık alanıydı. Be nedenle, felsefi şiir, insanın huylarını, yani doğasını, onun yokluk veya çıkışsızlık durumuyla yüz yüze geldiği bağlamdan hareketle anlama/tanımlama olması anlamında tasavvufla bağlantılı bir şiirdir. Başka bir deyişle, felsefi şiir için tasavvuf, bir dindar yaşama tarzı olmasından önce, insanın aporia durumundaki neliğiyle, varlık bütünlüğüyle ilgili olduğu için önemlidir. Dindarlık bir sonuçtur. Dindarlık, bir ‘bulma haline’ bağlanmaktır. Tasavvuf, kişisel moment olarak, dindarlık öncesinde yer alan bir varoluş durumunda odaklanır. Bu bağlamda, felsefi şiir için, tasavvuf, insanın doğasıyla ilgili olduğu ölçüde vazgeçilmezdir.
Felsefi Şiir ve Eleştirel Bakış
Felsefi şiir eleştirel bir şiirdir. Ama bu eleştiri, ne ideolojik bir eleştiri ne de pragmatist amaçlı yani iktidar, konum, statü elde etmek için yapılan bir eleştiridir. Bu türden bir ‘eleştiri’, aslında eleştirinin akıldışı öğeler lehine araçsallaştırılmasıdır. Dolayısıyla, pragmatist niyetli bu eleştiri, akılla değil bilinçle yapılan bir eleştiridir. Kişisel çıkar, hazımsızlık, iktidar hesaplarıyla konuşan, akıl değil bilinçtir. Uyumluluk bilincin özelliğidir, tutarlılık ise aklın. Felsefi şiir eleştirel bir şiirdir derken, eleştiri kavramıyla kastettiğim, etik, ontolojik ve antropolojik temelde ıralanan eleştiridir. Karakter ve varoluş olarak tahammül edilemez olanın sınırlarının belirlenmesi.. Karakter tercihi gösteren şeydir(Aristoteles) ve baht dönüşümüne yol açan tercih anlarında ortaya çıkar. Tercih etmek demek, (kendi varoluşuna ait olmayanı) tercih edilmeyenle hesaplaşmak demektir. Bu da bir ‘kriz’ durumudur. Çıkışsızlık, gidilecek yolun olmayışı durumu bir kriz durumudur. Eleştirel olmak demek, kriz denilen durumu kendi varlığında hissetmek, yaşamak demektir. Kriz ile kritik terimlerinin aynı etimolojik akrabalıktan(Reinhart Roselleck) olmaları rastlantısal değildir.
Felsefi Şiir ve Yalınlık
Felsefi şiirin temel özelliklerinden bir diğeri yalınlıktır. Yalınlık meselesinde, bugün yaşanılan en önemli problem, yalın şiirin radikalliğe ve muhalefet düzlemine itilmiş olması değil, yalınlık denilen niteliğin bilgisel bakımdan tanımlanmamış olmasıdır. Yalınlıkla kastedilen, çoğu durumda kolay algılanabilirliktir. Oysa yalınlık hemen nüfuz edilebilirlik değildir. Tinsel evreninde gösterilen insanın durumuyla zorunlu bağıntısı olmayan dizeler de, yalın dize olarak kurulmuş olsa da, o şiir için süsleme işlevi görür. Yalın şiirde özne, sadece hakikati, sadece can yanma noktasından dile getirmektedir dile getirdiğini. Böyle bir durumda süsleme bir gevezelik biçimidir. Yalınlık dilsel değil, insanın içinde bulunduğu varlıksal durumun neliğiyle ilgili bir durumdur.
Yalınlık öznenin kendinde kalması durumudur, öznenin ötekine yönelim halinde olması durumuna karşıt olarak. Kendi varlık durumunda kalmak demek, her şeyden önce ötekine açılan pencerelerin olmadığının(Leibniz) ‘bilincinde’ olmak demektir. Başına ne geldiyse, başına gelen çıkmaz durumuyla, kendi varlık durumunda olmak. Bu bir kayıp olma halidir. Burada söz konusu olan, sonradan elde edilenin, sahip olunanın yitirilmesi değil, insanın kendi varlığının zaman aracılığıyla gayb olmasının ve bu durumun bilinci dışında olamaması halidir. Sözünü ettiğim modernist genç özne ideolojisi değil kuşkusuz. Bu ruh durumunun veya varoluş halinin temel özelliği süsleme değil, kabalıktır. Kabalık, yalınlığın temel özelliğidir. Kabalık, insanın kendi varlığında kalma durumunda yaşadığı gergin ruh durumunu konuşma halinde bastıramamasıdır. Türkiye toplumunun yaşadığı kültürel ve toplumsal değişimin değer yargıları açısından bakıldığında, kabalık, bir özellik olarak savunulabilir olmadığı gibi telaffuz edilebilir de değil. Çünkü bu bağlamda, kabalık, gelişmemiş olmaklık ve gelişmemiş olmaklığı kontrol edilmeyen bir tarzda göstermek demek. Bu değer yargısı, kabalığın toplumbilimsel açıdan okunmasını ve epistemik tarzda kavranılışını dile getirir. Burada üzerinde durulan ise, kabalığın toplumbilimsel yorumu değil, kabalığın fenomenolojisidir. Kabalık, kendiliğindenliktir. Kabalık, nazikleştirilemeyen tinsel acıdır. Kieslowski’nin Mavi adlı filminde, Julie’nın eşini ve kızını kaybettikten sonra bir gazetecinin onunla röportaj yapmaya geldiği bir sahne var. Julie konuşmak, görüşmek istememektedir. Gazeteci Bayan, bu direnç karşısında “Çok değişmişsiniz” der, “eskiden bu kadar kaba değildiniz.” Julie’nın cevabı, kabalık suçlamasını reddetmeye yönelik değil; ve yeterince sakindir: “Haberiniz yok mu” der, “bir kaza geçirdim; kocamı ve kızımı kaybettim.” Şiirden de örnek vermek gerekir: Dünyamda sabahleyin aç karnına içilen cıgaramın tadı(Nazım Hikmet), beni gene bir yere götürmek istiyorlar(Behçet Necatiğil), Beyaz çarşafların üzerinde,/Sağıma dönemez’im./Soluma dönemez’im(Mehmet Taner). Gibi. Ama, gaybdan olma acının net olarak görüldüğü metinler türküler ve ağıtlardır. Süsleme bu acıdan yoksun ruhun edimidir. Varlık acısı çeken ruh için süsleme sıkıntı verici bir edimdir. Şiirde süsleme, bir varlık durumundan çok, bir tasarım içinde olmakla ilgilidir. Süslemeye dayalı bir şiiri yazan bir şair, şiirde dile getirilen duygunun benzer bir biçimde okurda da bulunduğunu varsayar. Bu nedenle bu şiir katharsis işlevi taşımaz. Her şiir, örneğin ideolojik veya dünyagörüşüne dayalı şiir katharsis işlevi görmez. Şöyle sorulabilir; her şiir, katharsis işlevi taşımak zorunda mı? Değil; ama her şiir de felsefi şiir değil. Her şiir de felsefi şiir olmak zorunda mı? Evet, değil.
Felsefi Şiir ve Açığa Çıkmak
Felsefi şiirin bu niteliklerini hesaba kattığımızda, denilebilir ki, şiir, ne bir ‘yaratma’ edimidir, ne de bir ‘yapma’ edimi.. Yaratma kavramı teolojik ideyi dile getirir; ve aslında şiir için yaratma kelimesini telaffuz eden anlayış, hümanizmin teolojiyle mücadelesini temsil eder. Yaratma kelimesi, şiirin neliğinden çok, şaire ilişkin, şairin neliğini dile getirme tasarımını içerir. Bu tasarım, şairin seçilmiş bir kişi olduğu tezini gizli olarak içinde taşır. Şiirin yapılan bir şey olduğunu ileri süren anlayış ise, şiir yazmanın materyalist bir açıklamasını yapmayı hedeflemekle birlikte, temelde hümanizm ile teoloji arasındaki gerilime son verme işlevi görür. Bununla birlikte, yapma kavramı ile şiir, ontik bakımdan aynı türden değildir. Yapma, nesneler dünyasıyla, fenomenlerle, nesnelerle, dolayısıyla gerçeklikle yani duyularla algılanan dünyayla ilgili bir edimi anlatır. Oysa şiir, gerçeklikle değil, tinsellikle, hissedilebilirlikle, duymaklıkla ilgilidir. Şiirin yapma bir şey olduğu tezi, analojiye dayanır. Bir masa veya bilgisayar yaparsınız. Bir nesne, örneğin masa yapılırken, önce masa hakkında bir tasarı söz konusudur; şiir yazılırken de önce tasarlanır; o halde, şiir de masa gibi yapılan bir şeydir. Ama uygunluğu da dile getirmek gerekir; şiirin yapma bir şey olduğu anlayışı, şiirin metinler arası bir şey olduğu anlayışı ile bakışımlıdır. Masa yapmak için, nasıl tahta, çivi, çekiç gibi malzeme gerekli ise, şiiri yapmak için de başka şiir metinleri, ‘gelenek metinleri’ gibi ‘malzeme’ler gereklidir ve şiir zaten bu anlayışa göre bu ‘malzemelerle’ yapılan bir şeydir. Bu anlayışa göre yazılan şiirde, zaten bir hakikatin dile getirilişi söz konusu değil; söz konusu olan daha çok keşfedilmiş hakikatlerin betimlenmesi ve bu yolla hatırlatılmasıdır.
Şiir, ne bir ‘yaratma’ edimidir, ne de bir ‘yapma’ edimi.. Şiir, açığa çıkma, meydana gelmedir, hâsıl etmektir, “fuka açmaktır”, “ferâ âverden”dir(Pürcevâdî); bizim varoluşumuzda veya gerçekliğimizde varolan varlıksal niteliğin açığa çıkması, meydana gelmesi durumudur. Açığa çıkma veya meydana gelme derken a priori veya teolojik bir içerikten söz etmiyorum, sözünü ettiğim, kendi içimizde yaşadığımız gerilimden, etik değerlere ve insanın başarılarına itikatlı biri olarak bunların gizlenerek ihlal edildiği, göz ardı edildiği bir dünyada yaşadığımız gerilimden açığa çıkan, meydana gelen bir şey. Şiir, meydana gelmek olduğunu anlamak için, ağıtların ontolojisi üzerinde düşünmemiz gerekir.
Heidegger, Grekçe “poiesis” sözüne önceden gizli olan şeyin açığa çıkarılması ya da önceden ortada olmayanın ortaya çıkarılması olarak yorumlar ve şairliğin mahiyetini yaratıcılıkla değil, ortaya çıkış ve meydana getirme olarak kabul eder.( Pürcevâdî)
Şiirin yapılan bir şey olduğunu savunan anlayışın dile getirdiği bir diğer argüman ise, şiiri oluşturan kelimelerin bir gösterge olduğuna yöneliktir. Burada, şairin, bir şair gibi, yani şairlik deneyiminden hareketle değil, bir dilbilimci gibi konuşması söz konusudur. İlham, şiir birikiminden değil, şiir-dışı bir alandan, genel olarak dilbilim alanından, dilbilim kuramlarından gelmektedir.
Şiir, açığa çıkma, meydana gelme olduğu ölçüde, şair için kelime gösterge değildir. Göstergebilim, şiiri göstergeye indirgeyerek inceleyebilir; ama bu şairin değil, göstergebilimcinin edimidir. Kelimeler, şiirde açığa çıkan varlık durumuna ait ses birimlerinin taşıyıcılarıdır. Ses düzleminde, ruh durumumuz, kelimeleri oluşturan sesbirimleri tarafından temsil edilirler.
Kelime, deneyimdir. Ama her yaşantı, her duyum ve her algı deneyim değildir; deneyim ruh durumu tarafından belirlenir(Nietzsche). Şiirde kullanılan kelimeler, rasgele değil, tercihe göre belirlenir. Her tercih ise, belli bir varoluş durumundaki ruh hali tarafından..
Kendi kişiselliğini, kendi realitesinden ve o realitenin içerdiği varlık probleminden çıkaramayan kişinin şairliği, kendine mahsus değildir. Başka bir şiirden ilham alarak şiir yazan kişinin şairliği, saymaca bir şairliktir.
Son olarak:
Alıngan türe(Horatius) sebep olmak istemem; felsefi şiir, kendi şiirime ilişkin poetik tasarımın ve bu şiirin öznesine ilişkin varlık durumunun teorik tarifinden başka bir şey değildir. Ama buna rağmen yapılan içeriksel bir tanımlama da değil, daha çok forma ilişkin bir çerçeve, bir poetika..
Yücel Kayıran
|
|
|
|
|