S O Y L U E D E B İ Y A T

Ahmet İnam



Felsefeyle Titreşen Şiir
 

 

 

  

 Şiir felsefesiz de yazılır. Nasıl, yaşanıyorsa yaşam, felsefeye değmeden. Şiirin şiir olarak değerini göstermez, felsefeden beslenişi ya da yoksun kalışı. Felsefe, Batıda, üç bin yıla yakın geçmişi olan bir etkinlik. Kendine özgü dili, tavrı var. Şiir daha eski. En eski. Önce şiir vardı.

 

 

 

 Şiir yaşamsız yazılamaz. Yaşam can suyu. Salt sözcüklerle görünemez şiir. Şiire yaşam üflemek gerek. Yaşamdan beslenen anlam. Bundan dolayı, şiir kurnazlıkla yazılamaz. Hesabî adam, eleştirmenleri, okurları kandırabilir ama şiiri kandıramaz. Hesabînin hesabı, yaşama uyarsa o başka. Hesabîlik, şiire kalkışanı bu dünyada bırakır çünkü. Şiirse bu dünyada değildir.

 

 

 

Şiir ötede biter. Başlar. Açar. Şiir kurma; planlar, haritalar, pusulalar, kitaplar, tarifeler, tanımlarla gerçekleştirilmeye çalışılıyorsa; batar dünyaya. Yerçekimini güçlendirir retorik. Şair kendisiyle gider öteye. Kendisinin onda dokuzunu da bilmez. Onda dokuzuyla gider öteye. Aralar kapısını şiirin. Kuram kurutucuların kılavuzluğuyla şiir gerdeğine girilmez. Elbette bu sözlerim de kılavuzluktur ve hiçlenmelidir.

 

 

 

 Üstümüze gelen, bizi sarıp sarmalayan, derinliklerimizde tınlayan yaşamla yürünür öteye. Kulak, sözcük duyarsa, ötedeki dalga seslerine sağır kalır. Sözcük bahanedir. Vesiledir. Sözcük şairin çaresiz çaresidir, umutsuz umudu, kanayan yarası. Uğradığı lanetidir. Onsuz edemez. Ona kapılırsa, dünyanın pılı pırtı ormanında yok olur. Şiir dilden doğmaz. Dille başlar. Dilin yaşam ardı vardır. Sağı solu, önü arkası yaşamdır şiirin, ebe olarak söbelemesi gereken. Dil taşır yaşamı. Elbette “yaşam” bir sözcük değildir. Ne var sözcüklerden başka? Ne yok diye sormalı. Aş sözcüğü. Kimi zaman yüce bir dağ olan sözcüğü. (Şiir tarihinde, özellikle ondokuzuncu yüzyıl şairleri böyle sözler söylediler. Sarkaç, yeniden aynı yere gelmiştir. Şiirde dil olmayanı yakalama zamanı gelmiştir. Dille sürekli icat çıkaran şairlere sevgiyle bildiririm!)

 

 

 

 Şiirde ötenin yüreği atıyorsa, orada hikmete bilgeliğe bulaşmıştır şiir. Önce manzume oluşu geçmeli. Farsçada bir söz var: “Ez her çe kim mireved suhan-ı dost bihter est.” Geçip gitmekte olanlar arasında, dostun sözü en iyisidir, en güzelidir. Nedir dostun sözü? Dostun sözü, söz ötesi olduğu için en iyidir. Söz sözde kalırsa, sözde bir şey olur. Dost, bu dünyadaki yaşantılarımızın anlamını, bu dünyayı öteleyerek bize anlatan şiirdir. Felsefe, dilde, felsefe dünyada, felsefe dil-dünya sınırındadır. Felsefe sınırda durandır. Şiirse sınır ötesidir. Kaçakçıdır, kimi zaman. Mayın döşeli sınırları aşmaya çabalar. Şiir bunu, söze kendine özgü bir bakışla yapar. Şiirin insana armağan olarak verilmiş olanağı buradadır! Platon’a bir haddini bilmezlik olarak görünse de. (Demek ki onun çağında şairler sözcük simsarları imiş!)

 

 

 

Şairin öteye onunla vardığı onda dokuzu, felsefeye, bilince, bilime, ün tutkusuna, kıskançlığa, kopya çekmeye reklama kapalıdır. Onda dokuzundan devşirdiğini, dilerse, Nietzsche, Heidegger gibi öte duyarlı dostlar, yorumlayabilir, onda birleriyle ya da biraz da onda dokuzlarıyla, felsefe şiire gölge etmemelidir. (Şiir bu aralar felsefeye gölge etse de!)

 

 

 

Şiiri onda birleriyle yazanların çoğalmakta olduğunu görüyorum. Sıkıysa felsefe çalışsınlar. Kendini yaşama bırakmış, bırakma gözüpekliğine erişmiş olanlara şiir uğrar. Şiire mâruz kalırlar. Diğerleri şiir avına çıkarlar. Kendilerini vursalar iyi, sözcükleri vururlar, palazlanırlar.

 

 

 

 Yaşamın kendiliğindenliğini yaşantılayabilenler, felsefenin kendiliğindenliği ile şiirlerini biler, öte yolculuklarını kendilerine özgü biçimde sürdürürler.

 

 

 

 Şiire yakışan felsefe, ancak felsefeye yakışan şiirle buluşunca, şiir titreşir.

 

Ahmet İnam

 

EBEDİYÂTINI YİTİRMİŞ EDEBİYÂT: EDEBİYÂTIN EDEBİ YATIK MI? (Ahmet İnam)

 

 

 

Edebiyâtın çağdaş dünyadaki, ülkemizdeki genel durumunun değerlendirmesi, içinde büyük zorluklar taşıyan bir çaba. Edebiyât, içinde şiirden günlüğe dek zengin bir çeşitlilik içeren, yoğun bir geçmiş mirasıyla yüklü bir kavram. Ortaya çıktığı dilin, kültürün olanca derinliğini, gizemini barındırıyor bağrında. Üstelik, kültürün, sanat, bilim, düşünce gibi alanlarıyla yoğun ilgisi, ekonomik, toplumsal, siyasal, ahlâk yaşamıyla olan karmaşık bağları, edebiyâtın değerlendirilmesinde göz önüne alınması gerekli noktaların çokluğunu gösterdiği, bu çokluğun ve karmaşıklığın sağlıklı değerlendirme çabalarında zorlukları yarattığı açık.

 

 

Bu çalışma, edebiyât ürünlerinin nasıl olması gerektiği üstünde değil de, edebiyâtın değerlendirilmesi, edebiyâtın yaşanması ile ilgili çağımız insanının içine düştüğü durumun ele alınması üstünde duruyor. Edebiyâtı yaşayışımızdaki sorun nedir? Temel sorum bu. Edebiyâtın yaşanması, yaşantılanması (tecrübe edilmesi, anlaşılması, yorumlanması...), edebiyâtın yaşamımızdaki yeriyle ilgili sıkıntılarımızın olduğunu düşünüyorum.

 

 

Belki de bu sıkıntı, yaşayışımızın kendisinden gelen bir sıkıntıdır. Çağdaş kültürün sıkıştığı dar alanlar, yaşadığı sorunlar yalnızca edebiyâttan ibâret değil ki! Bilimde, sanatın değişik dallarında, felsefede sıkıntılar yok mu? Her çağda yok muydu? Çağımızda, özellikle ülkemizde, edebiyât sıkıntısının, edebiyâta özgü sorunların kaynağı nedir? Sorun bu gezegendeki yaşananın anlamlandırılması sorunudur. Edebiyâtta, edebiyâtla, görülen insanın anlamı sorunudur. Yeni bir yüzyılın başında yaşamakta olduğumuz yaşamın, edebiyât yorumlarından görülen derin anlam dertleridir. Yaşadığımız hayatın anlamından gelen, kültürün diğer alanlarında farklı biçimlerinde kendini ortaya çıkaran dert, edebiyâtın yorum alanında kendini nasıl gösteriyor? Anlam sorunu bu yazının doğrudan konusu değilse de, insanın yaşamına anlam vermekte hep zorlukları olan bir varlık olduğunu söylemeliyim yalnızca; çağımın edebiyâtıyla ilgili nicedir duyduğum sıkıntının köklerinde yaşayışımızdaki anlam yoksulluğu duruyor.

 

 

EDEBİYÂTIN EDEBİYÂTLIĞI

 

 

Nedir edebiyât? Nasıl oluştu? Kültürün neresinde duruyordu? Farklı kültürlerde, tarih boyunca aynı kültürde, edebiyâtın yeri ne olmuştur? Bu soruların yanıtları için yazılmış yazıların, kitapların anlamı nedir, peki? Ne söyler edebiyât bana? Hayatımda yeri nedir? Ne olmalı? Sıradan bir edebiyât okuru olarak ne verir edebiyât bana? Edebiyâtla ilişkim nedir? Ne bulurum edebiyâtta? Neden okurum? Neden yazarım? Benimle ilişkisi bir yana, nedir içinden çıktığı kültürle, toplumla, ekonomik düzenle, siyasal yapıyla ilgisi edebiyâtın? Nedir sebeb-i hikmeti edebiyâtın? Ne arar hayatımızda? Olmasa nasıl olurdu hayatımız? İnsan, edebiyât yapan hayvan mıdır? Dili nasıl kullanırsak edebiyât olur? Dil, edebiyâta nasıl olanak sağlar? İnsan ruhuyla ne ilgisi var, dilin ve edebiyâtın? Edebiyât sıkıntısı, üstüme böyle sorularla geliyor. “Nedir şu edebiyât denilen ?” diyorum kendi kendime. Yıllardır içinde yaşadığım, ürünler verdiğim, vermekte olduğum alana bunca yabancılaşmamın ardında ne var? Sanki edebiyât üstüne ilk kez düşünüyormuşum gibi geliyor bana. Başımı ağrıttığını, canımı sıktığını görüyorum.

 

 

 

 

 

Söz. Edebiyât bu mu? Logos’un dille estetik alanında kendini göstermesi? Sözlerden ibaret değil edebiyât. Sözle görünüyor, sözle gösteriyor kendini. Alışılagelen çağrışımlardan ürktüğüm için Logos ve Kelâmla anlamaya çalışıyorum edebiyâtı. (Elbette böyle de anlaşılabilir. Ben o yolu seçmiyorum!) Nasıl ortaya çıktığı, içinde yer aldığı kültürlerde nasıl bir işlevi olduğu sorusundan yola çıkarak arıyorum yanıtı.

 

 

Edebiyât, insanın kendindeki sonsuzluğu aramasının gerçekleştirmeye çabalamasının yollarından biri. Edebiyât, deyim yerindeyse bir ebedîliğin yolculuğu, bir ebedîyât. Sonsuzluğun ardındaki insan, bunu dinle, sanatla, bilimle, felsefeyle, düşüncenin kıvılcımları ardından koşmaya, yürümeye çalışarak başarmayı umuyor. Ebedîyât tarihi, edebiyât tarihinden daha eski insanın. Ebedîliğini arıyor, bilinç taşıyalı, dil kullanalı, kavramlarla düşüneli beri. Geceleri gökyüzüne attığı çığlıklarla, mağara duvarlarına işlediği resimlerle sonsuzluğu aradı. İnsan sonlu, bitimli, fâni bir varlık. Sonlu-sonsuz bir varlık. Sonluluğunun içinde aradığı sonsuzlukla. Konuştuğu dilin sağladığı olanaklarla da bu sonsuzluğa tutunmaya, bu sonsuz seyire, yolculuğa çıkmaya çabalıyor. Ebediyâtını, edebiyâtla gerçekleştirmeye uğraşıyor. Öyleyse, edebiyâtın edebiyâtlığında, iki olmazsa olmaz temel öğe var. 1. Sonsuzluk 2. Dil. Nasıl bir dil? Sonsuzluğu taşıyabilen, taşımaya hazırlanmış bir dil. Sonsuzluğu taşımaya hazır bir dil. Sonsuzluğu taşımaya hazır dille meydana getirilmiş ürünlerden oluşmuyor yalnızca edebiyât. Edebiyât bir etkinlik. Sonsuzluk açısından dile bir yönelme, bir tavır alma, bir duruşla gerçekleşiyor. Buna edeb diyoruz! Edebiyât, öyleyse, ebediyâtı, dili ve edebi içine alıyor en azından.

 

 

Edeb, kültürümüzde çok derin anlamları olan bir sözcük. Tahirül Mevlevî (Edebiyât Lûgatı,yayına hazırlayan Kemal Edib Kürkçüoğlu,Enderun Kitapevi, 1973, s. 39), Divânû lûgât-i- Türk’te edeb karşılığının “erdem olarak” verildiğini söylüyor *; “öd”le ilgili olduğunu da biraz tereddütle belirtiyor. Edeb, ona göre, hem terbiye hem edebiyât demektir. Edebin kültürümüzdeki özellikle tasavvufi anlamlarına girmeden, edebiyâttaki edebin sonsuzluk karşısında dille takındığımız bir tavır olduğunu söyleyebilirim. Sonsuzluğa dilimizle gönderdiğimiz bir selâmdır, bir saygıdır, bir yönelmedir, edeb. Edebin geleneksel yorumlarına ters düşmeyecek yeni yorumlara açık olduğunu düşünüyorum. Edeb, dünyayı, evreni edebiyâtlama tavrıdır. Sonsuzun ardında, dilden geçirerek, dilden süzerek. Sonsuz olan insan, sonsuz olan evren, sonsuz olan insanın inançları, düşünceleri, düşleri, dili, umutları, beklentileri, yorumlarıdır... Hayatımızı çepeçevre kuşatan (Jaspers!) sonsuza uğramamış, ufku içinde sonsuzu göremeyen, sonsuza çıkamayan, onunla yüzleşemeyen, hesaplaşamayan, onunla korkup titremeyen, ondan bunalmayan, ondan dolayı acı çekmeyen ya da yaşama sevinci duymayan edebiyâtın edebinden kuşku duyuyorum. Sonsuz, çok küçük esnelerde, örneğin bir bardak suda, bir kelebeğin kanadında, bir ağacın kırık dalında, sevgilimizin titreyen sesinde görülebileceği gibi, gözlerini üzerimde hissettiğim insan yüzünün (Levinas!) derinliğinde de vardır. Sonsuzu dilde, dilden yansıyan dünyadan, insandan yaşantılığımda çıkar önüme edebiyât olarak edebiyât. Orada sıradanlığın içinde kendimi, kendimdeki insanı, insandaki sonsuzu görürüm. Sonsuzun önünde durmayı bilebildiğim, sonsuzun edebine sahip olduğum için edebiyâtla görünürüm. Sonsuz benim kalemimde gösterir kendini, sonsuz kalemimde tecelli eder. Kalemimin edebi, dilimin edebiyle sonsuza yönelir. Yaşadıklarımı edebiyâtlama çabam başlamıştır.

 

 

Edebiyâtın olmazsa olmaz bir diğer öğesini anmadım şimdiye dek: Güzel. Edebiyât, sonsuzluğun yaşandığı bir alan olarak güzele, edeble, dili kullanarak yürüme yoludur. Güzel, güzel olan, bir duygu değildir yalnızca; güzel, sonsuzun kendini gösterdiği bir alandır, bir boyutudur yaşayışımızın. Bir benzetmeyle anlatırsa, bir ülkedir sanki güzel, öyle bir ülke ki, oradan bakıldığında, yaşadığımız dünyanın içindeyken göremediğimiz boyutları, incelikleri, yüzleri ortaya çıkar. Bizdeki “estetik” sözcüğünün kökeni olan Eski Yunanca’daki Aisthesis sözcüğünden yola çıkarak Aisthesia ya da Türkçe okunuşuyla Ayistesya diyorum, güzel ülkesine. (“Güzellik” sözünü kullanmaktan kaçınıyorum. Sıfat olan güzeli bir ad olarak kullanıyorum. Platoncu çağrışımları önlemek için belki. – Boşuna bir çaba mı dersiniz?- )

 

 

Güzelden görülen: Edebiyâttan görülen. Güzelden görülen insan, güzelden görülen çirkin, iğrenç. Güzelde yaşar edebiyât sonsuzluğu. Bu güzelde varlığın görülebilen tüm yüzleri vardır: Elbette çirkin de. Bu çirkin, güzelde görülen çirkindir. Örneğin, güzelde görülen insan iki yüzlülüğü, yalancılığı, sahteciliği, sığlığı...

 

 

Edebiyâtımızda ebediyât olmalı ki güzel olsun. Sonsuzla çıkar güzel. Güzele varmak, yoğrulmuş, işlenmiş, dokunmuş, dilin uçan halısında edeble oturmayı bilerek başarılabilir. Peki soralım, hayatımızdaki edebiyâtta sonsuz var mı? Güzel? Edeb? Edeble, güzel tezgâhında dokunmuş dil var mı edebiyâtımızda? Hangi edebiyâtta var? Sorular böyle sorulunca edebiyât sıkıntısı başlıyor. İyi ki başlıyor. Edebiyât sıkıntısı edebiyâtın edebiyâtlığını sorgulamaya götürüyor bizi. Sonra da “nasıl yaşanır edebiyât? diyorum. Sahi, “nasıl yaşanır edebiyât?”

 

 

EDEBİYÂTIN KENDİLİĞİNDENLİĞİ

 

 

Bu sonsuzdaki güzele, güzeldeki sonsuza dilin patikalarından, edeble yürüdüğümüz edebiyât nasıl yaşanır? Nasıl yaşantılanır edebiyât? Onunla güzelin ülkesinden ayistesya’dan dünyaya, hayata baktığımız edebiyât, nasıl yaşantılanır? Nasıl yaklaşılır ona? Neyle yaklaşılır? (Hem okur hem de yazar açısından soruyorum hem de yorumcu açısından!).

 

 

Edebiyâtın kendiliğindenliği çoğunlukla yanlış anlaşılan bir kavramdır. Edebiyâtın kendi başına, bağımsız bir varlığı var mıdır yoksa bir araç mıdır o? Örneğin sahip olduğum inanç sistemimi (dinimi, ideolojimi, dünya görüşümü...) desteklemek için kullandığım bir duygusal etkileme aracı mıdır? Kendi duygularımı anlattığım bir ifade aracı mı?

 

 

Edebiyât dünyayı, hayatı, onlar karşısındaki duygu ve düşüncelerimi dile getirdiğim bir tasarımlar düzeni midir? Gerçekliğin bir tür resmi midir?

 

 

Bu sorulara yanıtım “hayır”dır. Edebiyât kavramındaki belirsizliği açmalı biraz: Edebiyât, en azından üç ayrı öğeyi kapsıyor : Ürünü,yâni edebiyât yapıtını; yapıtın ortaya çıkışını,yâni yazar etkinliğini; okurun ürünü okuyup değerlendirmesini. Ürün, yazma ve okuma. (Edebiyât sosyolojisi açısından ilginç olabilecek, yayınlama, dağıtım, satış gibi süreçleri şimdilik göz önüne almıyorum!). Edebiyât, temelde, bu üç temel yapıtaşıyla, insanın yaşamına anlam verdiği, anlam aradığı bir etkinliktir. İnsanın, dünyanın, evrenin ortaya çıktığı bir görünme alanı, kültürümüzün geleneksel deyimiyle bir tecelligâhtır.

 

 

Edebiyâtı anlatma biçiminden mistik “saplantılar” içinde olduğumu düşünenler olabilir. Anlattıklarımda “karanlık”, salt benim kendi öznelliğimle yaşantılayabileceğim özellikler yok. Edebiyâtta görünen, görülen varlıktan, insandan söz ediyorum yalnızca.

 

 

Edebiyât kendini edebiyâtlayarak ortaya koyar. Bu sözlerimde Heidegger etkisini görenler yanılıyorlar. Edebiyâtlama, temelinde bir şiirleme çabasıdır. Edebiyâtın çekirdeği şiirdir çünkü. Edebiyât şiirden doğmuştur. Şiirleme eyleminden.

 

 

Şiirleme, şiirleyen aklımızın bir başarısıdır. İnsan, aklıyla yalnızca sorunlarını çözmez, teknoloji ve bilim yapmaz, aklın şiirleyen bir özelliği vardır. Şiirleme, aklın sınır ötesi bir atılımdır. Burada kuram (teori) yapan, kontrol eden bir akıl değil de, bilinmeze anlam veren, sonluluktan sonsuza açılan kapıdan çıkıp, yorum yapan, kendini dile getiren aklın işleyişini görüyoruz. Şiirleme, gerçeklikle bir karşılaşma biçimidir. Aklı, bilimsel olarak açıklama, anlama, denetleme çabasının dışında kalan bir eyleminde görüyoruz: Akıl, türkü söylüyor gerçeklik karşısında.

 

 

Şiirleme eyleminde olağan ortam ve çevrenin ötesine taşma, öteye aşma çabası var. İnsan geceleri mağarasında yıldızlara bakarken, artık çevresinden bir korku, bir beklenti içinde değil, şiirleme çabasında. Yıldızlarla karşılaşmaya hazır, onlara sığınma amacıyla, yazgısını denetleme kaygısıyla gerçekleşmiyor şiirleme, içindeki sözler öyle yorumlansa da. Şiirleme, dönüşen anlamları içinde (Bu konuda şu yazıma bakılabilir:”Şiirden Doğan Şiirle Taşınan Bir Etkinlik Olarak Bilim”,Cogito,Sayı 31,2002,s.312-312). yaşamsal tutunmaların dışında, yaşamda kalma çabalarından geldiği halde, bu çabalardan fazla olan bir eylem. Gerçeklikle, içimizdeki ve düşüncelerimizdeki varlıkla farklı bir ilişkiye girme biçimi: Varlığa öteleyici anlamlar yükleme çabası. Bilimsel, kuramsal, metafizik, teknolojik yaklaşımlardan farkı ne? Logos temelli, denetleme, ele geçirme, sorun çözme amacı taşıyan bir akıl eylemi değil! Daha özgür. İçinde edebiyâtın edebiyâtlığını sağlayan, sonsuzu, güzeli, edebi taşıyor. Şiirleme mutlaka dille yapılmıyor: Müzik, heykel, seramik, resim, mimarlık ürünleri de şiirlemeyle oluşuyorlar.

 

 

Ne var ki, edebiyâtta “şiir” olarak ortaya çıkan, aslında edebiyâttan ve edebiyâttaki şiirden önce gelen, bütün sanatların kaynağı olan şiirleme, denetleyen aklımızca çok kolay taklit edilebilen, sömürülen, yönlendirilmeye açık özelliklere sahip. Bu açığı, para, unvan, makam karşılığı şiirleme taklidi yapan, bundan çıkar sağlayan insanlar,  tarih boyunca bol bol sömürmüşler, hâlâ sömürüyorlar!

 

 

İnsan aklının şiirleyen boyutunun yanında, teori yapan denetleyen, anlayan, erotik, bağlanan, eleştiren boyutları da var. (Bu konunun kısa bir açıklaması için Gönülden Bilime Yolculuklar Kitabı adlı kitabıma bakabilirsiniz, Hece Yayınları, 2002, Ankara). Edebiyâtın devingenliğinde aklımızın anlayan, erotik, bağlanan, eleştiren boyutları da yerlerini alırlar. Anlayan aklımız, varlığın anlamına nüfuz etmeyi; erotik aklımız, edebi yaratmalarda ve yorumlardaki aşkı, coşkuyu; bağlanan aklımız inançlarımızı, güvenimizi; eleştiren aklımızsa dünyayı yeniden yorumlamaya, dönüştürmeye, değiştirmeye götürecek eleştiri tohumlarının canlanmasını sağlar. Edebiyât, varlığını aklımızın en azından bu beş yanıyla ortaya koyar.

 

 

Edebiyât karşısında, onu oluşturan şiirleme gücümüz karşısında nasıl bir duruş içinde olmalıyız? Okur olarak bir edebi metin önünde, yazar olarak yazacaklarınıza, yazdıklarınıza karşı tutumumuz nasıl olmalıdır? Aklımızın, özellikle denetleyen boyutu, şiirleyen yanına her zaman müdahalede bulunabilir.

 

 

Şiirlemenin, ondan kaynaklanan edebiyâtlamanın kendiliğindenliği belki şu örnekle açıklanabilir: Saz çalan, acemi ya da yeteneksizse, ya da salt denetleyen aklıyla çalıyorsa, sazıyla arasında hep uzaklık kalır. Ustaysa çalan, çok çalışmış şiirleme gücüne erişmişse, artık sazı denetleme kaygısı, notaların tek tek ayırdına vararak, tüm dikkatini saza ve parmaklarına yöneltme telâşı ortadan kalkmıştır; artık o sazı değil, saz onu çalmaktadır. Şair, şiire doğru yürür, bu şiire ulaşabileceği anlamına gelmez, edebiyât yolcusu edebiyâta doğru yürür, edebiyâta doğru gider. Ama şiir şaire, edebiyât, edebiyât yolcusuna doğru gelmiyorsa, ulaşma, vuslât gerçekleşmez. Edebiyâta gitmekle ulaşılamaz, bir yere kadar yürüyebilirsiniz, yürümelisiniz de, orası sizin emeğinizle, donanımınız, bilginiz, yeteneğinizle vardığınız noktadır, orası edebiyât değildir, orası edebiyâtın size sunduğu yer değildir; o da size gelmelidir. Size gelmesine izin vermeniz, kendinizi edebiyâta bırakmanız, edebiyâta teslim etmeniz gerek. Sorun basit bir “esin (ilham) mı, çalışma mı” sorunu değil. Edebiyât, denetimle, denetleyen aklımızla, kurnazlıkla, belli kalıplar ve tekniklerle ulaşılabilecek bir özellik taşımıyor. Edeb, edebiyâtın size gelmesini bekleme, kendinizi edebiyâta (şairsiniz şiire, öykücüyseniz öyküye, denemeci iseniz denemeye) bırakabilme demektir. İşte çağımızda edebiyâtın edebi yatık (eskimiş, yıpranmış, kokuşmuş ve doğru değil de eğri anlamlarında!) olmasının ardında, edebiyâtı kullanma tavrı yatıyor. Edebi yatmış, edebi doğru olmayan, yatık, eğri olan edebiyât. Edebiyâtın edebiyâtlamasına izin verilmeyen bir dünya. Denemenin denemesine, romanın romanlamasına, güncenin güncelemesine, şiirin şiirlemesine.... (Belki edebiyât eleştirisi, bir yapılış tarzıyla, edebiyâtın dışında sayılabilir. O, kuramsal, denetleyen, teknik bilgiler kullanan, uygulayan akılla gerçekleşebilir...) Edebiyâtın kendini gerçekleştirmesine izin verilmeyen bir dünya.

 

 

EDEBİYÂTIN YAŞAM TANIKLIĞI

 

 

Edebiyâtın tanıklığına izin veriyor muyuz? Neden vermeyelim ki! Edebiyât içinden çıktığı kültürün ve çağın tanığı değil mi? Belki kimi edebiyât ürünleri öyledir, onlarda çağın, kültürün karakterleri çok belirgindir; kimilerinin tanıklığını anlamak, daha çaba gerektiren yorumlarla ortaya çıkarılabilir. Evet, edebiyât çağın, kültürün, o çağ ve kültürdeki insanın, o insandaki evrensel insanın tanığıdır elbette. Bu, edebiyâtın tanıklığına ilişkin bir yorum. Edebiyât tanıktır, önemli bir tanık. Örneğin Homeros’la tanımıyor muyuz Eski Yunan’daki yaşamı ? Orada görünen Ayistesya’yı! Güzeli. Birçok, tarihsel, sosyolojik, psikolojik incelemelerde yakalanamayacak insan zenginliğini, derinliğini edebiyât yapıtlarında bulmuyor muyuz?

 

 

Hangi edebiyâtın tanıklığı anlamlı? Edebiyâta, örneğin tarih, sosyoloji, psikoloji, psikiyatri, ekonomi, antropoloji, felsefe bilgilerini sokuşturmaya çalışan, edebiyâta doğru yürümüş de onun kendine doğru gelmesine izin vermemiş insanların, edebiyâta “dışarıdan” güç uygulayanların, sıkıştıranların, mıncıklayanların zorlama edebiyâtının tanıklığı, edebiyâtın tanıklığı olamaz ki! Edebiyâtın edebiyâtlayamadığı bir yerde edebiyâtın tanıklığı mı olur? Edebiyâtımsı ürünlerin, edebiyâtçımsı tanığının, tanıklığı edebiyâtın değil de, başka birşeyin, birşeylerin tanıklığı olur, olsa olsa.

 

 

Nasıl tanık olur edebiyât yaşama? Yaşamı resmederek değil elbette. Söylemiştim: Edebiyât yaşamın resmi değil, onun parçasıdır. Yaşamı kendi edebiyle yöneldiği sonsuzluk olanağı ile tanır, ortaya koyar edebiyât. Edebiyâtın edebiyâtlaması, onu yaşayan insana, kendisiyle, yazarla, edebiyât metniyle ortaya çıkan yaşamı anlatmasıdır. Edebiyât ürünü, zorlama olmayan edebiyât ürünü, ne yazarının ne okurunun ne yayıncısının ne de içinde bulunduğu toplumsal-ekonomik-siyasal koşulların tümüyle denetimi altındadır. Edebiyâtın kendisi, yaşamın kendisi gibidir; kimse denetimi altına alamaz onu, taşıdığı sonsuzluk tüm sınırları, engelleri, belirlemeleri, kuramları aşar. (Elbette bu söylediklerimi de!).Edebiyâtın tanıklığı, yaşananın kendi kendine tanıklığıdır: Yaşamın yaşama tanıklığı. Yaşamın kendi kendini anlatması, kendini dile getirmesidir. Yazar ve okur sadece tanıktırlar. Edebiyâtın edebiyâtlamasının tanıkları!

 

 

EDEBİYÂT VE PAZAR

 

 

Edebiyât metâ olunca, ona sanki kendisi olmayan, kendisi olarak ortaya çıkmasını engelleyen bir deli gömleği giydirilmiş oluyor. Sözlerimin aşırılığının farkındayım, ama haddimi bilmeye çalışıyorum: “Pazarı olmayınca yapıt, okura nasıl ulaşacak?” diyeceksiniz. “Yazarla okur arasında kapitalist düzenin kurduğu köprü olmaksızın, senin edebiyât dediğin nasıl edebiyâtlayacak?” diyeceksiniz. Haklısınız. Yazar, yapıtı ve okuru. Okur, yapıtı ve yazarı, Edebiyât nerede nasıl edebiyâtlayacak? Yazar, yapıt ve okur, edebiyâtın onlarla, onlarda kendini var ettiği edebiyât damarları, aralarındaki iletişimi pazarsız kurabilir mi? Yapıt yazarsız, yazar okursuz olmayacağına göre. (Elbette bu nokta da tartışılmıştır, tartışılmaktadır, edebiyât metni de kendi başına, okursuz ve yazarsız kendini var edebilir mi? Deyim yerindeyse, “metin metinler mi?”, “yapıt yapıtlar mı?” Onları yaşayacak, yaşatacak insanlar olmaksızın?). İnsansız edebiyât olmayacağına göre, insanla, insanda edebiyâtın ortaya çıkması, bu toplumsal, siyasal, ekonomik düzenin sınırları içinde pazarla gerçekleşeceğine göre, bu düzende edebiyât pazarsız edebiyâtlayamayacak.

 

 

Keşke pazarda edebiyât edebiyâtlayabilse! Pazar, edebiyâtı denetim altına alıyor. Pazar, edebiyâtın pazarı değil. Edebiyât, pazarın edebiyâtı! Edebiyât kullanılıyor burada; bir marka olarak. Burada edeb, edebin yöneldiği sonsuzluk yok. Burada edebiyâtçılık oynanıyor. Pazar, edebiyâtın pazarı olduğunda, olabildiğinde edebin pazar içinde bile olsa sonsuzu bulabileceğini düşünüyorum. Pazar köprü olacaktır yalnızca. Oysa pazar edebiyâta değil, edebiyâtı kullanarak kendine çalışmaktadır. Edebiyâtın kendini gerçekleştirmesine neden izin verilmiyor? Pazarla edebiyât neden çatışma halindeler? Pazar neden edebiyâta karşı olsun ki? Pazarda edebiyâta düşman olan ne var?

 

 

Pazarın edebiyâtı kullanmasının ardında, edebiyât düşmanlığı yok. Edebiyât pazarının, pazarın edebiyâtı haline gelmesinde pazarı kuşatan toplumsal yapı, bu yapı içinde yaşanan değerlerin etkisi var.

 

 

EDEBİYÂT VE TOPLUM

 

 

Toplum, kendi kültürünü geliştirirken, doğanın karşısına çıkardığı yaşama zorluklarını, yönetim sorunlarını çözmeye, diğer toplumlarla ilişkilerini düzenlemeye çalışırken, edebiyâtı da bu sorunlarla başedebilmek için bir “araç” olarak kullanmalı mı? Nedir yeri edebiyâtın toplumların yaşamında ?. Kendilerini ifade etme aracı mıdır yalnızca? Belki genel bir soru içinde sormalıyız edebiyâtın toplum içindeki yerini: Sanatın yeri ne olmalıdır, toplumun yaşamında? Genel olarak sanat, özel olarak edebiyât neye yaramalıdır toplumda? Nasıl yaramalıdır?

 

 

Sanatı ve toplumu neden ayrı ayrı düşünürüz? Sanat ve onun içinde var olduğu toplum aynı yaşamın içinde. Sanat o toplumla, o toplumda yaşıyor. Peki neden, bunları böyle ayrı ayrı düşünme eğilimine sahibiz? Toplumun yaşamı, sanatın yaşamından neden ayrı sayılıyor? Sanatı yaşamın içinde düşünmüyoruz; ne sanatın bir yaşam olduğu ne de yaşamın sanat olduğu aklımıza geliyor. Edebiyâtın da kendine özgü bir yapısı, varlığı olduğu düşünülemiyor. Tartışma, “sanat sanat için midir toplum için mi?” düzleminde sürüyor. Sanat toplumda, toplumda sanattadır. Sanat sanatlığını gerçekleştirir, sanat sanat olur; bu yazıdaki Heideggergil deyimle, sanat sanatlarsa toplumun yaşamında yer alır, toplumu anlatır, ortaya koyar, toplum da sanatı içinde taşır; sanatla toplum kendini anlatır.

 

 

Sanata, dolayısıyla edebiyâta görev yüklemek, onu yönlendirmeye kalkmak, toplumu tümüyle öğretimiz, inanç düzenimiz çizgisinde yönetebileceğimiz sanısıyla gerçekleşiyor. Burada edebiyâtın kendisine saygısızlık söz konusu. Edebiyâtın kendini gerçekleştirmesine izin verilmiyor. Edebiyâtın kendi varlığı, kendine özgü bir ontik yapısı olacağı göz önüne alınmıyor.

 

 

Toplumsal ilişkiler açısından, bireylerdeki boşluk bunun bir nedeni olabilir. Yaşadığımız çağda,  dikkat çekici bir benlik boşluğu yaşanıyor. Bundan dolayı bireyler, bireyleyemiyor; kendilerini gerçekleştiremiyorlar. İçlerindeki boşluk, onları sürekli dışa yönelmeye dışı denetlemeye itiyor. Aklı, bu denetim araçlarından biri olarak kullanmak istiyor. Akla uygun karar alma süreçleriyle, bilimin ve teknolojinin yardımıyla bu boşluğunu doldurmak, boşluğun yarattığı eksikliği denetleyerek yok etmek istiyor. Toplumdaki benlikler, içlerindeki boşluktan dolayı, kendi dışındaki varlıkların, diğer benliklerin okşamalarını beklemeyi, bu okşamaların oluşumlarına izin vermeyi başaramıyorlar. Çağımız toplumlarında, bireyler içlerindeki boşluğu, “dışlarında ne bulurlarsa onunla”, alışkanlıklarla, modalarla, toplumsal sürüklenmelerin esrikliğine kapılıp “pılı pırtı”yla, tüketim malzemelerinin hurdalığıyla kapamaya çalışıyor. Benliği benliklenemiyor! Benliği ortaya çalışıyor. Sürekli “dıştan desteğe”, “dıştan dolduruşa” gerek duyuyor. Benlikler, ilişkilerde kendilerini gerçekleştiremedikleri için birbirlerine ve kendi kendilerine kuvvet uygulayarak kendilerini ve birbirlerini şekillendirmek istiyorlar. Oysa boşluğun dolması için benlik olarak içten doğan bir güçle kendi kendini ortaya koyması, benliğin benliklemesi gerekiyor. Birbirimizin gerçekleşmesine izin veren, saygı duyan bir toplumsal ilişkiler ağı içinde olmamız, bundan dolayı, bu gereklilik yerine getirilmediği için, sağlanamıyor. Benlik boşluğu acımasız savaşların, sömürünün, zulmün, birarada yaşama zorluklarının kaynağı olmaya devam ediyor.

 

 

Benlik boşluğunun ayırdına varma, bir başka doluluktur. Boşluğun acısını duyma, boşluğun boşluk olarak ortaya çıkmasına çabalama boşluğun boşluklamasını yaşama. (Heidegger’in “hiç hiçliyor” sözünü anlamsızlık örneği sayanların boşluklarını boşluklamadığını düşünüyorum!). İşte burada edebiyâtın, genel anlamda sanatın kendini gösterebileceği, açabileceği bir toprak, bir bahçe var demektir. Benliklerindeki boşluğu sürekli dış denetimlerle kapamaya çalışanların çoğunlukta olduğu bir toplumda, ne kendilerinin ne öteki insanların “kendi olmasına” izin verilmediği için, edebiyât kolay kolay edebiyâtlayamıyor. Pazar, boşluk kapatmak amacıyla pılı pırtı edebiyâtıyla dolduruyor tezgâhlarını. Toplum, edebiyâtı, bireylerinin boşluklarını kapatacak araç gereç gibi görebiliyor. Bireyler kendi içlerindeki boşlukları farkettiklerinde, boşluklarını birbirleriyle paylaşmaya çabalayabilirler. Edebiyât, kendisi olmaya çabalayan insanların oluşturduğu bir toplulukta, toplumda kendini gerçekleştirebilecek ortamı bulur. Edebiyâtın edebiyâtlamasını ideolojilerle, inanç sistemleriyle engellemek, edebiyâttan beslenerek kendi boşluklarını doldurmaya çalışan insanlara büyük bir kötülük olur.

 

 

Benlik boşluklarının nedeni ne olabilir? Bu boşlukların sağlıksız doldurulmaya çabalanmasının ardında tarihsel, kültürel, siyasal, ruhsal etmenler olabilir. Boşluğun, boşluklanarak kapatılması, bilgeliğin, bilimin ortaya çıkmasına, boşlukla karşılaşmaya izin veren bir tutumla boşluklamak: Buradan, edebiyâtın edebiyâtlamasıyla kesiştiğinde, edebiyât toplum içindeki yerini alacak, bireylerle buluşması gerçekleşecektir. Ancak, bireyin bireyleyebildiği bir toplum, toplumlayabilir ve ancak orada edebiyât edebiyâtlığını gerçekleştirebilir. Boşluğunu görebilen, kendi içindeki ve dışındaki, kendisindeki, kendisiyle öteki insanların ilişkilerindeki, toplum düzeninde, siyasal-ekonomik düzendeki boşlukları kavrayıp, bu içten başlayan, bu içten gerçekleşmeyi sağlayabilen bireylerin, etkileştiği, konuştuğu, söyleştiği, tartıştığı, çatıştığı, ama kendilerini oluşturmaya uğraştıkları bir toplumda açar edebiyât kendini. Edebiyât kendindeki toplumu açar. Yazarının zorlamadığı, dünya görüşünü sıkıştıra sıkıştıra giydirmediği bir edebiyât ürünü, açar, yazarına rağmen. Yazara da, okura da farketmedikleri yüzlerini göstererek. Edebiyât okurun ve yazarın ona verdiklerinden daima fazla olandır. O nedenle, ne yazar ne okur ne yayıncı ne eleştirmen onu tümüyle ele geçirebilir. Ele geçirmeyi çalışanları da yazar edebiyât. Burada edebiyâtı idealleştirip, tüm ilişkilerinden soyutladığımı söyleyenlerin saldırısıyla karşılaşacağımı biliyorum. Tümüyle tersini yaptığımı, edebiyâtı önemli bir yanıyla gördüğümü düşünüyorum. Bunu, varlığı kendinden menkul “edebiyât” sözcüğünün boş bir edebiyâtıyla yaptığımı, “edebiyâtın edebiyâtlaması” diye bir laf uydurup, yüzeysel bir Heidegger özentisiyle saçmaladığımı söyleyebilirsiniz. Elbette. Ben de kendime çok söylüyorum bunu. Bir yanım edebiyâtın edebiyâtlamasını anlayamayışımızın altında bu alışkanlıkla yürüttüğümüz tutumumuzun bulunduğunu söylüyor. Edebiyât, bu kafadan, bu tutumdan dolayı edebiyâtlayamıyor kendini. Bir metâ oluyor. Eşyâ oluyor. Sahte değerlerin çıkmasına yataklık ediyor.

 

 

EDEBİYÂTIN DEĞERSİZ DEĞERLERE VERDİĞİ OMUZ

 

 

Benlik boşluğu, zamanı yaşamada sorunlar yaratıyor. Boş benlik zamanı durdurmak, ele geçirmek, akışını kesip, onu bütünlüğünden koparmak istiyor. Farkındalığını yaşayamayan boş benlik, zamanı üç boyutuyla, geçmiş, şimdi, gelecek birlikteliğiyle; ânı, geçmişle derin bağları içinde, gelecek beklentisiyle yaşantılamıyor. Bir şeyin o şey olarak kendini göstermesi, birşeyin, “birşeylemesi”, örneğin ağacın ağaçlaması, derenin derelemesi, kalemin kalemlemesi ancak zaman içinde bir oluşumla ortaya çıkar. Değişmeyen, önceden planlanmış bir “öz”ün kendini ortaya koyması değildir söz konusu olan. Örneğin, Ayşe’nin Ayşe’lemesi, bir Ayşe özünün, tohumunun kendini gerçekleştirilmesiyle sağlanmaz. Ayşe’nin Ayşe’lemesi, açık uçlu bir oluşumdur. Boşluğu içine düşmüş, düşmekte olan benlik, zamanı bu oluşumu gerçekleştirecek biçimde yaşamak yerine, kafasında tasarladığı, yarattığı, uydurduğu bir görüntüye, imgeye göre yaşar. Oluşumun kendiliğindenliğine izin vermeyen bir yaşamdır bu. Kendini planlar bu benlik, çevresini, ilişkilerini.... Planlananın gerçekleşmesi için sürekli olarak planın uygulama gerilimini duyması, tedirginlik içinde, hedefini kollayıp, gözetip, denetleyerek hayatını sürdürmesi gerekecektir. Bu gerginliğin, denetim kaygısının, gücü elde tutup, olup bitenleri yönlendirme gayretinin yürümesi, boş benliğin sarıldığı değerlerin işlerliği ile olanaklı olacaktır.

 

 

Edebiyât oluşumunu yaşayamayan boş benlik için denetlenmesi gerekli bir etkinliktir. Ben denetlemesem, ben yönetmesem, ele geçirmesem, bir başkası bunu yapabilir diye düşünür. Her varlığın kendini gerçekleştirme hakkı olduğunu aklıma getirmez.

 

 

Denetim, ele geçirme, gücü elde bulundurma gibi temel tasalarla yaşanan bir dünyada, güvensizlik, boşluk arttırıcı kaygı, yaşamın anlamını yitirmesi, yaşanan değerleri belirliyor. İnsanlar “değerleri” yaşayamıyor. Çıkara, zorlamaya, denetime, kurnazlığa dayalı bir anlayış, “değerlerin” değerini düşürüyor. Edeb, sonsuzluk, güzellik, dil sevinci, dil saygısı giderek zayıfladığı için, edebiyât toplumda “yüksek değerler”in oluşumunu sağlayamıyor. Edebiyât, çağımızda, sonsuzluğunu ve edebini yitirmiş sıradan dünyanın meşrulaştırılmasına yarıyor. İnsanlar edebiyât okuyarak yaşadıkları dünya içinde kalıyorlar, bu dünyanın çirkinliklerini onaylıyorlar. “Dayanılmaz hafifliği” içindeki hayata edebiyât “evet” diyor. Edebiyât hayatın çirkinliklerine, değersiz değerlerine itiraz edemiyor. Ediyor gibi görünse de, bu itiraz, düzenin değersiz değerlerini yaşamasını sağlıyor yalnızca.

 

 

EDEBİYÂTIN KAPATTIĞI HAKİKAT

 

 

Eski Yunan’ın anladığı gibi anladığımızda, hakikat, bir örtünün perdenin ortadan kalkmasıyla kendini gösterendir. Edebiyât edebiyâtladığında, kendini açmış, ortaya koymuş, gözönüne sermiş oluyor: Kendini, kendisindeki insanı, kendisindeki toplumu, değerleri ortaya koyuyor. Hakikat, açıyor kendini edebiyâtla. Edebiyâtın hakikat açması, ona önceden planlayarak, zorlayarak koyduğumuzu görmek değildir! “Bir roman yazayım da kahramanlarıma şunları şunları söyleteyim, şunları şunları eleştireyim” düşüncesi, salt bu düşünceyle yazılmış roman, edebiyâtın uzağındadır. Romana belli bir planla başlayabilirsiniz bir ölçüde; ama, roman romanlıyorsa, kahramanlar alır başını gider, olaylar romancının belki de şaşkın bakışları içinde olup biter. Yerli yersiz karışırsınız olaylara; roman, romanlamaz olur. Aynı durum şiir için de, edebiyâtın diğer türleri için de söz konusudur. Karışırsanız, şiir şiirlemez ve yaşadığımız kötü şiir olur. Manzume olur. Hakikatin edebiyâtta kendini göstermesi, edebiyâtın edebiyâtçıya rağmen alıp başını gitmesiyle gerçekleşir. O kendi kendine işleyişin de farkına varmadığımızı görürüz: Romancı roman öncesi tasarlamadıklarını görür romanda, yazdığı romandan öğrenir. Şair şiirinden, öykücü öyküsünden, denemeci denemesinden. Hakikat, edebiyât sık boğaz edilmediğinde kendini gösterir edebiyâtta. “Ben okura gerçekleri anlatacağım” savıyla, kafanızdaki gerçekler kadar edebiyât yapıtı oluşturmuşsanız orada edebiyât edebiyâtlamamış, hakikat kendini açmamıştır. Hakikat ya da sizin hakikat sandığınız, edebiyâttan önce zaten sizde vardı: Önceden planladığınızdan fazlası görünmüyorsa bitimde, o edebiyât yapıtında hakikat, kendini açma olanağı bulamamış demektir.

 

 

Günümüz edebiyâtı, onu evcilleştirip, terbiye etmeye çabalayan,  vitrinlere yerleştirip, bu durumdan kendine çıkar sağlamaya çalışan insanların elinde. Kimse edebiyâtla, ortaya çıkabilecek hakikatin farkında değil. Heidegger’in şiirde yakalamaya çalıştığı hakikatin, çağımız edebiyât düşünürlerince yeterince anlaşılmadığını düşünüyorum.

 

 

EDEBİYÂTIN İNANÇ SİSTEMLERİYLE BAĞI

 

 

Dünya görüşümüz, dinsel, siyasal, kültürel, metafizik inançlarımızın oluşturduğu bütünlüğe inanç sistemi diyorum. İnanç sistemlerimizin yaşamımızı yönlendirdiği, aldığımız kararlarda, bu kararların sonucu ortaya çıkan eylemlerimizde etkili olduğu açık. Edebiyât, inançlarımızın oluşturduğu çerçevede gösteriyor kendini. İnançlarımızın içinde, bağlamında yaşıyoruz onu.

 

 

İnançlarımızı nasıl yaşadığımız, edebiyâtı inançlarımızla yaşama biçimimizi etkiliyor. İnançlarımız, içimizdeki boşlukla, bu boşlukla giriştiğimiz zamansal ilişki ile nitelik kazanıyor. Neye inandığımız değil, nasıl inandığımız; boşluk ve boşluk-zaman etmenleri bizi belirlemeye başlıyor. Boşluğumuz bizi, çevreye karşı demirden sağlam olmasına çalıştığımız inanç duvarları örmeye götürebilir. İnancımız bizi boşluğa çekebilir, boşluğa çektikçe çırpınıp inanç merdivenleriyle çıkmaya çalışabiliriz. İnanç merdivenlerine bakışımızdaki sorunlar, merdiven çıkışımızı, boşluğa düşmeye dönüştürebilir. Çıkmaya çalıştıkça batarız: İnanç duvarlarımızı katılaştırmaya çabaladıkça duvarlar yıkılır, perişan oluruz. Ya da güvenli bir inanç kalesi kurup, içinde pek de rahatsız olmadan yaşar gideriz. İnançlarımızla ilişkilerimiz, edebiyâtı, inançlarımızın dokuduğu iç dünyamıza buyur etmemizdeki tutumumuzu belirler. İnançlarımızın güvenliği için kendimizi bir sığınağa kapatmışsak, bu sığınaktan, bir sığınağı yaşamanın psikolojisiyle edebiyâtı yaşarız. Belki yine bir sığınak, bir silah, bir kaçış, bir yüreklendirme kaynağı olarak.

 

 

İnanç sistemimizin dünyayı dönüştürme kaygıları varsa, edebiyât da bu kaygıların bir parçası olur:Bir savaş aracı. Dergi çıkarılacak ve edebiyât yoluyla inançlarımız,dünyayı dönüştürmek için savaşa gireceklerdir. Elbette bu nokta da edebiyât edebiyâtlayabilir; kavga edebiyâtın özgünlüğünü, özgüllüğünü (kendine özgülüğünü!) bozmayabilir; kavga sırasında, edebiyâtın edebiyâtlamasına izin verirsek. Yazar olarak, savaşçılar olarak, kavga erbâbı olarak, edebiyâtın bu kavgada kendini gerçekleştirmesine izin verirsek. (Mıncıklamadan, ellemeden, sokup sokuşturmadan, kesip biçmeden!) Edebiyât, işte o zaman, kavganın tanığı olan edebiyât olarak çıkar ortaya. “Bu kavgada böyle roman yazılır mı? Hiç yazdığın şiirin kavgayla ilgisi var mı” gibi sorularla baskı uygulamadan, edebiyâtın boğazına halkalar bağlamadan, eli kolu prangalı tutsak bir karikatürünü “işte bizim kavga edebiyâtımız”demeden. Edebiyât senin savaş sırasında söylediğin marş değildir, slogan da! Marşlar ve sloganlar yönlendirmeye yönelik kültürel ürünlerdir. Belki tek bir slogan gerekli edebiyâta: “Lütfen edebiyâtı rahat bırakınız!” Yanıt şu olabilir: Ben bırakayım da karşı taraf eline geçirsin değil mi? Bırakmam, edebiyât benim kavgamın, yazarlar benim kavgamın. (“Bu yazar benim, bu kitabı ben basmalıyım, diğer yayınevinden önce” diyen;  yazarlara da “şöyle şöyle bir roman yaz, bunları şimdi peynir ekmek gibi satılıyor” sözleriyle yapıt ısmarlayan yayıncının da buna yakın bir tutumu yok mu?).

 

 

İnançlarını boşluklarının boşluklaması doğrultusunda, boşluğunun farkına varıp onun zaman içinde oluşumuna yön verebilecek bir gönül açıklığına, gönül zenginliğine ve enginliğine sahip insanların yaşadığı kültürlerde, edebiyât sıkıştırılamaz, zorlanamaz, tornadan geçirilemez. Kendine özgü oluşumuyla edebiyât ortaya çıkar; bize bizi, bize inançlarımızı, toplumumuzu, yüreğimizi, aklımızı anlatır

 

 

AKIL, TEKNİK, KURNAZLIK KARŞISINDA EDEBİYÂT

 

 

İçindeki boşluğun anlamını keşfetmeyi düşünmeden, boşluğun üstünü örtüp, onu görmezlikten gelerek, “dışarı dışarı” haykırışlarıyla dış dünyaya yönelerek, onu denetim altında tuttuğunda, içindeki boşluktan gelen anlayamadığı korku ve kaygılarından uzaklaşacağını sanan insanın edebiyâtından söz ediyoruz. Aklına güveniyor bu boşluk taşıyıcı benlik: “Aklım bana teknikler bul! Beni mutlu et! Can sıkıntımdan kurtar! Beni rahatlat! İlaçlarla, bir makine gibi, öğrenebileceğim mutlu olma teknikleriyle: Meditasyon öğret! Soluklarını denetlemeyi! Kendini denetlemeyi öğret bana! Edebiyât sen de gel! Bana insanı, insanın duygularını, insan ilişkilerini, sevgiyi, nefreti, aşkı öğret!”. Boşlukzedelerin edebiyâta bakışlarında yatan: “Edebiyât beni boşluğumdan kurtar. Boşluğumu anlatarak değil, boşluğumu unutturarak! Bana avutucu hazlar sağla! Bu hazların sarhoşluğunda boşluğumu örteyim. Gözümün önünden silinsin boşluğum.”

 

 

“Yazarım ben: aklım benim çık yetenekli bir yazar olduğumu söylüyor. Öyle şeyler yazmalıyım ki, edebiyât tarihinde yeni olsun. Ne yapmalıyım bunun gerçekleşmesi için?” İşte bu soruyu soran edebiyât mühendisi yazar, edebiyât mühendisliği yapacaktır artık. Yazar olacak, yazar olmak için en uygun araçları, en akılcı biçimde kullanacaktır. Kafanı çalıştır yazar ol!

 

 

Şair mi olmak istiyorsun? Bak bakalım şiir ne âlemde? Piyasa nasıl? “Hüzün” mü iyi satılıyor? Divân Edebiyâtı tarzıyla duygu yoklamaları? Acaba Heidegger’den, diğer metafizik erbâbından, edebiyât kuramcılarından, bizden tasavvuftan falan bir iki şeyi potaya atsak da yoğursak mı? Edebiyâtın senin gidi Frankestein’ı seni! Açtığın atölyende, dünyaya Türk Edebiyâtını, Türk kültürünü pazarlayan ürünler satıyorsun. Edebiyâta boşlukzede ruhlarıyla bakanlara edebiyât mühendisi, edebiyât cerrahı gerek. Yazar da okur da buluveriyorlar birbirlerini. Kalıbını döktüğünüz ürünlerin satışıyla, sıkıştırılmış, canı çıkarılmış edebiyâtımsılar. Almanların deyimiyle ersatz’lar, aslının yerine konmuş kötü kopyalar. Boşlukçu edebiyât! Alanın ve satanın memnun gözüktüğü bir edebiyât tezgâhı. Aklımızın, tekniğimizin, kurnazlığımızın tezgâhında.

 

 

Edebiyâtın “bilimini” yapanlar, edebiyât eleştirisi üstüne çalışanlar da, denetleyen akıllarıyla kavramaya çabaladıkları edebiyâtın içine düştüğü durumu desteklemeye uğraşıyorlar sanki. Yaptıkları incelemelerle, dilbilim destekli bilgisayar teknikleriyle geliştirdikleri çözümleme, anlama, yorumlama çabalarıyla, edebiyâtın kendiliğindenliğini gerçekleştirebileceği toprağı, bahçeyi kurutuyorlar. Bilimsel bakış görüntüsüyle, edebiyâtın içini, yaşamını, dilin güzelle olan bağlantısını, sonsuzu, edebi anlayamamış bu bilimci dostlarımız (bir zamanlar ben de aralarındaydım!) edebiyâtın yeşereceği bahçelere ektikleri yapay gübrelerle toprağı yakıyorlar! “Bilimsel” çalışmalara, sakın yanlış anlaşılmasın hiçbir itirazım yok. Bu çalışmalar, edebiyâtın edebiyâtlamasını desteklediği oranda anlamlıdır. Birçok akademisyenin, edebiyât beğenisi eksikliği taşıdığını görüyorum. Kendi tekniklerini uygulayabilecekleri popüler yapıtlar seçip onlar üzerinde “akademik” çalışma yapıyorlar! Önemli olan edebiyât yapıtı, edebiyâtın edebiyâtlaması değil de, onların kendilerine inceleme olanağı verecek “kurban” yapıtlardır. Edebiyâtı kullanıyorlar. Edebiyât bahçesinin çiçek açmasına, yeşermesine izin verecek, edebiyâtın kendini gerçekleştirmesine yol açacak bir ortamın yaratılması kaygısı galiba çok az akademisyende var. Akademisyen memur çünkü. Onun işi var. İşini yapacak. İşi, edebiyât incelemelerini kalıplamak, düzenlemek. Peki ne adına? Terfi ve maaş için mi? Unvan için mi? Edebiyâtın kendisi ne oluyor, ellerinde? Yatırdıkları teşrih masasında nelere ama nelere dönüşüyor edebiyât? Revâ mı? Edebiyâtı bu hâllere düşürmeye ne hakkımız var arkadaşlar, ne hakkımız var? (Muzip bir akademisyen arkadaşım, bu yazıyı okuyunca bana şöyle seslendi: “Edebiyâta bir şey olduğu yok! Edebiyâta bu zulmü revâ gören sensin. Kendin uydurma bir sorun yaratıyor, bu sorundan dolayı kahroluyorsun. Tipik bir entelektüel mazoşizmi!”).

 

 

EDEBİYÂTIN SONU MU?

 

 

Mıncıklıya mıncıklıya edebiyâtı bu dünyadan kaçırıyor muyuz yoksa? Edebiyât bizi terk mi etti? Etti edecek gibi mi duruyor yoksa? Hırslanan insanların hırsla sanata, hırsla bilime, hırsla teknolojiye, felsefeye yürüyenlerin dünyasında, boşluk özürlü benlikle, edebiyâtı duyup ona yetişmeye çalışan binlerce, milyonlarca insan var. Okuyup yazarak ruhlarını doyurmanın ardına düşmüşler. Çok satan kitapların, afişlerde, reklamlarda görülen yüzleriyle yazarları, edebiyât panayırlarında mallarını satıyorlar. “Hiç şiir okumadın mı hayatında? öldün öyleyse!” “Roman oku hadi, öykü oku, deneme oku, anı, mektup, gezi notları, günlük, edebiyât eleştirisi oku! Oku be, güzel okur, oku da öğren hayatı! Öğren de insan ol! Sana açtığım kapılardan geç, bak kitaplarımda neler sunuyorum sana!” Okur, kışkırtılıyor. Okuma seferberliği başlatmalı! Okusunlar, öğrensinler, gelişsinler. Otobüste, metroda, iş yerinde; çay, kahve, yemek molalarında oku! Okuyan dünya ne güzel bir dünyadır!

 

 

Yaz, yazar kardeşim! Dilinin kültürünün, yaşayışının hakkını vererek! Şaşırtıcı, ürkütücü şeyler yaz! Karanlık bulmacalar söyle! Okuyan feleğini şaşırsın. Yazarsın sen, endersin, eşin menendin yok! Hadi insanlar edebiyâta! Haydin edebiyâta! Kurtuluş ordadır. Selâh!

 

 

Herkes edebiyâta koşsun. Ne savaş kalsın ne açlık ne zulüm! Herkes şiir okusun, öykü, roman! Kurtuluşun edebiyâtta olduğunu bilmiyorlar. Edebiyât ihtiyaçlarının farkında değiller! Her insanın edebiyât ihtiyacı var oysa. Bu ihtiyacı giderecek yazarlar, yayıncılar ve onların oluşturduğu pazar var. Bu pazardan haydin edebiyâta!

 

 

Peki, edebiyâta gideceğiz de, edebiyât nerede?

 

 

 

 

 

Ahmet İnam

 

ELEŞTİRİNİN YOLLARINDA (Ahmet İnam)

 

 

 

Yetmişli yılların başında bıraktığım edebiyat eleştirisi çalışmalarının ardından, ara ara giriştiğim şair ve şiir değerlendirmelerini saymazsak, edebiyat eleştirisi üzerine otuz yıl sonra yazdığım ilk yazı bu.

 

 

Bir ayrımla başlayacağım. Edebiyat eleştirisinin, edebiyat üstüne yapılmış çalışmalar içerdiği için, edebiyat dışında kalan bir boyutu vardır. Bu açıdan bakıldığında edebiyat eleştirisini:

 

 

1. Bir edebiyat türü olarak edebiyat eleştirisi

 

 

2. Edebiyat etkinliğine, ürünlerine, yazarlara, okurlara yöneltilmiş yorumsal, filolojik, felsefî, bilimsel çalışmalardan oluşan edebiyat eleştirisi

 

 

olarak ikiye ayırıyorum. Elbette bu iki tür eleştirinin kesiştiği ortak alanlar da olabilir.Bu yazıda daha çok bir edebiyat türü olarak edebiyat eleştirisi üstünde duracağım. Öyle bir eleştiri olacak ki bu, edebiyat olacak. Şiir gibi, öykü gibi, deneme gibi olacak. Tür olarak daha çok denemeye yakın olacak. Konusu edebiyat ürünleri, edebiyatçılar, edebiyat etkinlikleri ve onların yorumlanıp değerlendirilmeleri olan bir deneme olacak. Bir şiiri ve onun edebî eleştirisini yan yana okuyabileceğim, bir eleştiriden alacağım tat, bir edebiyat tadı olacak. Elbette çözümlemeler, mantıksal, dilsel, felsefi yapı taşıyan özellikler içerir. Bu özellikler edebî bir atmosferde yoğunlaşarak, edebî tat taşıyan eleştiri, edebiyat tadında olan eleştiri ortaya çıkacak. Bu tür eleştiriye edeştiri demeyi öneriyorum. Edebiyatın olan, edebî, edebiyatlanmış eleştirinin “l”sine, edebiyatın “d”sini yerleştirerek oluşturduğum bu sözcük, edebiyatla eleştiri arasındaki karşılıklı “etme”leri, “edebilmeleri” de yansıtıyor olabilir.

 

 

Eleştiri gibi zaman zaman “nesnel”, “bilimsel” olması gerekliliği ileri sürülen bir çalışma alanının edebî bir yapı taşıması, bu alandaki çalışmaların “ciddiliğini”, anlamını, kültür yaşamı için önemini zedelemez. Edeştiri, “boş”, “cilâlı” duygusal ağırlığı sözlerle yapılan; ayırd eden, çözümleyen, irdeleyen, didikleyen özelliklerden yoksun bir çalışma değildir. “Edebiyat yapmayı”, içi boş, süslü sözlerle gerçekleştirilen, insanları duygusal açıdan sömürmeye yönelik bir çaba sananlar yanılıyorlar.Edebiyat, “akla”, düşünmeye, akıl yürütmeye, sorgulamaya, araştırmaya ters düşen bir etkinlik değildir. Edebiyat, edebiyatla düşünür; edebiyattan, edebiyatça düşünür, çözümler, irdeler, değerlendirir edeştiride. Edeştiride, belli bir kuramın biçimsel kuruluğu görülmez.Bir siyasal, sosyal bilimsel, dilbilimsel, mantıksal, matematiksel kuramın edebiyat yapıtına tepeden uygulamaya çalışıldığı çabalar edeştiri olamaz. Edeştiride, edeştirmen edebiyatçıdır. Her edebiyat yapıtı bir anlamda şiirsel özellikler taşıdığından (Bkz. “Ebedîyatını Yitirmiş Edebiyat” adlı yazım, Doğu-Batı, sayı: 22, 2003, s. 21-36) edeştiri, yapıtın kendine özgü yapısını ortaya çıkarıp göstermek yerine, alışılagelen basmakalıp şekillerle, formüllerle, onu önceden kurgulanmış değerler,değerlendirmeler düzeneğinde bir yerlere yerleştirme değildir. Yapıtı önceden verilmiş kuramlara uydurarak görmenin adı edeştiri olamaz. Böyle bir yaklaşım, yukarıda sözünü ettiğim anlamıyla şiirsizliktir: Dar düşünce kalıplarına takılarak, yapıtın kendi farklılığını ortaya koymasına, ona tepeden kuramlar, ölçütler giydirerek izin vermemektedir. Edebiyata saygısızlıktır. Şiir, çünkü, olağan dilin ötesine dilin olanaklarıyla çıkarak başarılabilir. Edebiyat elbette boş söz değildir. Her “dolu” sanılan söz de edebiyat değildir. Sözün şiirlediği, şiir olarak ortaya çıktığı bir alandır edebiyat. Ölçülü, uyaklı dizeler anlamında, bir edebiyat türü olarak şiiri kastetmiyorum burada. Şiir, duyuş, düşünüş, kavrayışa dille açılan ufku gösterir. Eleştiride şiirin olması, ele aldığı yapıtın değerini, özelliklerini gösterecek biçimde, yapıtın etkisiyle eleştiri dilinin dönüşümler gösterebilmesi demektir. Yanlış anlaşılmaları önlemek için açıklama gerekir, bu noktada. Bir soruyla başlayayım:“Şiir eleştirisi şiirle, öykü eleştirisi öyküyle, deneme eleştirisi denemeyle mi yapılacak?” Şiir eleştirisi, örneğin, şiir üstüne, şiiri anlayıp, çözümlemeye, yorumlamaya, değerlendirmeye çalışan bir etkinliktir. Şiir eleştirisi şimdiye dek büyük çoğunlukla, düz yazıyla, belli düşünme, kavrama alışkanlıklarıyla yürütülmüştür. Bu eleştirilerin çok azının edebî bir değeri vardır. Elbette edebiyat üstüne yazılanlar, edebiyatla ilgilidir, edebiyat alanındadır ama edebiyat değildir. Şiir üstüne yazılan eleştirinin edebî olması da gerekmez. Ama, edeştiriden söz ediyorsak, edeştirinin başarabildiğinde, şiir olabileceğini söyleyebiliriz. Deneme edeştirisi, deneme; öykü edeştirisi öykü olabilir. Edeştiri, basma kalıp eleştirinin karşısına konulan bir eleştiri türüdür. (Örneğin, Tanpınar’ın Cemal Süreya’nın kimi yazılarının, eleştirilerinin edeştiri olduğunu söyleyebiliriz!)

 

 

Bu ikili ayrımın dışında kalan, basma kalıp, çalakalem eleştiri taslaklarında görünen eksik ve özürlerden bir bölüğünü dile getirerek, eleştiri yolundaki engellerden bazılarını sergilemiş olacağım.

 

 

a)Eleştiri olarak ortaya konan ürünlerin kimileri yalnızca değerlendirmeye (iyi, kötü; güzel, çirkin; değerli, değersiz gibi…) yöneliktir. Oysa o değerlendirmenin dayanakları verilmediğinde, değerlendirmeyle oluşturulmaya çalışılan edebî canlılık sağlanamaz.

 

 

b)Edebiyat yapıtının özelliklerini betimlemeye yönelik, betimlemenin ötesine geçmeyen eleştiriler. (Yapıtın kurgusu, sözcüklerin sayısı, yapısı gibi yapıtın “emripik” özelliklerinin betimlenmesi…)

 

 

c)Yapıtın yalnızca belli bir tarihsel dönem ya da akın içinde ele alınarak eleştirisi.

 

 

d)Yapıtın tanıtımı, propagandası açısından yapılan eleştiriler.

 

 

Kısaca, bütünlük kaygısı gütmeyen eleştirilerin edebiyatı canlandırmada güdük kaldığını söyleyebilirim. Eleştiri birbiriyle içten bağları olan beş boyutlu bir çalışmadır. Bir eleştiri yazısında bu beş boyutun beşinin de bulunması gerekmezse de eleştirmen, bu beş boyutun beşiyle de hesaplaşması, bu boyutlarla ilişkisini geliştirmek zorunda olan biridir. Bu boyutlara geçmeden, edeştiri edeştirmen ya da edeştirici hakkında birkaç not düşelim. Edeştirmen, bir eleştirmendir. Dolayısıyla, beş boyutun beşiyle de ilgilidir. Bütünlük kaygısı taşır. Üstelik, edeştirmen, bir edebiyatçıdır, edebî değeri olan bir yapıt ortaya koymak zorundadır.Edeştirmen de bir “yaratı” ürünü vermek zorundadır. Edeştirmenin hem eleştirme hem “yaratma” kaygısı olduğu için, ona, biraz şakayla, “çifte kaygılı” edebiyatçı diyebiliriz.

 

 

1. Eleştirmenin ele aldığı edebiyat yapıtlarını, etkinliklerini, edebiyatçıları değerlendirirken dayandığı bir yaşam görüşü olmalıdır. Dünyaya bakış biçimi, insan anlayışı olmalıdır. Sıradan anlamıyla, “herkesin zaten böyle bir görüşü vardır”, diyebiliriz. Eleştirmenin saygınlığı, etkinliği bu yaşam görüşünün, işlenmişliği ile, derinleştirilmiş olmasıyla ortaya çıkar. Kitaplardan, çeşitli okumalardan, okuldan edinilmiş bilgilerinin yanı sıra, eleştirmenin yaşamdan devşirebildiği bilgileri, onun kişiliğinde birleşerek, eleştirel donanımını oluşturur. Okur ya da yazar olarak eleştirmenin yaşam görüşü benden çok farklı olabilir; üstelik, o, rahatsızlık duyduğum, belki de düşman bulduğum bir bakışın insanı olabilir. Eleştirmen olarak ona saygım, görüşüyle geliştirdiği insan anlayışının evrenselliğinden, derinliğinden, inceliğinden, kapsayıcılığından kaynaklanır.

 

 

2. Eleştirel bakışın ikinci boyutu, edebiyat görüşü boyutudur. Eleştirmenin, eleştirel saygınlığının ikinci ayağıdır bu: Edebiyata bakışını olgunlaştırmamış, işlememiş, dokumamış, bu bakışının temellerini oluşturmak için yorulmamış, çalışmamış, çile çekmemiş eleştirmene saygı duyamam. “Nokta-i nazârının” beslendiği insan anlayışını, yaşam birikimini, edebiyatı kavrayışının ufuklarını görebildiğimde, bu boyutuyla eleştirmen benim için saygın bir eleştirmen olur. Tıpkı yaşam görüşünde olduğu gibi, edebiyat görüşü, okur ya da yazar olarak benim görüşüme uymayabilir. Yine de, onun edebiyat kavrayışına duyduğum saygı, görüşünün işlenmişliğine, derinliğine, genişliğinedir. Bu saygım, kendi görüşümü tanıyıp, geliştirmeme yol açabilir.

 

 

3. Üçüncü boyut, çözümleme boyutudur. Çözümleme yalnızca mantıksal, dilsel yaklaşımlarla yürütülebilecek, belli kalıpların uygulanmasıyla, ortaya çıkan bir etkinlik değildir. Yaşam görüşümüzün, edebiyat anlayışımızın açtığı ufuk içinde geliştirilebilir çözümleme. Belli dilsel, dilbilimsel kuramlar, çözümlemeye yardımcı olabilirse de, kuramla sıkışmış, sıkıştırılmış, tutsak alınmış bir uygulama çabası olmamalı, çözümleme.

 

 

Çözümleme, yapıtın belli bir açıdan yapısını, öğelerini ortaya çıkarmak, yapıtı oluşturan öğelerin aralarındaki bağlantıları sergilemekle gerçekleşir.

 

 

  4. Dördüncü boyut, ilk üç boyut üzerine kurulur. Eleştirmenin belli bir yaşam ve edebiyat anlayışı içinde geliştirdiği çözümlemelerin yorumlanması, zengin bir sezgi ve donanım birikimiyle gerçekleştirilmelidir. Yorum, çözümlemeden daha zengin, daha özgün, daha kapsamlıdır. Yorum, eleştirmenin yaratıcı gücünün sınandığı bir yerdir. Yorumla, yapıtın, varsa kendine özgü yeri; edebiyatın, edebiyat türünün içinde taşıdığı önem ortaya çıkar. Bunun tersine, yorum, çözümlemenin ardından yapıttaki olumsuzlukları da dile getirebilir.

 

 

5. Değerlendirme, eleştirinin doruğunu oluşturur. Eleştirinin bu boyutunda, eleştirmen, yapıtın, edebiyatçının “değeri” üstüne görüşler getirir. Çözümlemeyle yetinilmiş eleştiri çalışmalarında, değerlendirme tehlikesini göze almayan bir eleştirmenle karşı karşıyayızdır. Değerlendirme, eleştirmenin beğeni düzeyini, edebî değerleri sezip keşfedebilme yetisini gösterir. Edeştirmen açısından da, değer bulma, değer görme, değer keşfetme onun yaratıcılığının temel taşlarından en önemlisini oluşturur.

 

 

Beşli boyutun bütünlüğü içinde ürünler verip, değerlendirmeler yapabilen eleştirmen ya da edeştirmenin edebiyatın canlanmasında etkisi büyük olacaktır.

 

 

İşte edeştiri, eleştiri bütünlüğe sahip eleştirmenin bir edebiyat ürünü olarak ortaya koyduğu eleştiridir. Başarıldığında, sanırım, düz eleştiriden daha öğretici, daha zengin, daha ufuk açıcı olacaktır. 

 

 

Ahmet İnam

 

ELEŞTİRMEN: YAPIT YAŞAYAN, ANLAM İŞLEYEN (Ahmet İnam)

 

 

 

Eleştirmen, yapıt yaşayandır. Eleştirmeni olduğu yapıtı duyar, anlamlandırır, yorumlar. Değerlendirir.

 

 

Eleştirmen, yapıta yaşayışı, yaşantılarıyla yaklaşır. Okur da yapıtı yaşayabilir. Nedir, okurla eleştirmenin farkı? Eleştirmen yaşadığını işler. Yapıta çevirir. Eleştirdiği yapıtı yaşayarak, bu yaşantılarını işleyerek kendi yapıtına, eleştiri yapıtına dönüştürür. Herhangi bir okur, genellikle yaşantıyla yetinir, yaşantıda kalır. Yaşantısını diğer yaşantılara katabilirse de yapıta dönüştürmeyebilir.

 

 

İçim yok. Bulsam. Dışıma çıkacağım. İçimdeki ayna bir uçurum. İçime düştüğüm için çıkamıyorum dışıma. Dışımdaki biçime. İnsanlara. Yüzlere. Nasıl bakıyorum yüzlere? Doğru ürküye. Korkuya. Kalakalmaya. Afakanlara. Basmaya. Kendime. Kendimi. Kendimin saklandığı mağarayı basıp, kendime çıkmaya. Kendimin yüzüne bakmaya. Kendimlerin yüzüne bakmaya. Kendime merhaba demey

 

 

Nasıl yaşanır yapıt? Eleştirmen, fiziksel algılamasından kalkarak, bu algılamanın yer aldığı, kültürel anlam çerçevesinin içinde, dilbilimsel, tarihsel, toplumsal, ruhsal boyutlarıyla karşılaştırdığında, yapıtın,  bir geleneğin devamı olduğunu görür. İlişkili olduğu, anlattığı dünyayı kavrar. Yapıt, dünyayı, insanı, yaşamı bir anlam dağarcığı ile sunar. Her edebiyat yapıtı bir anlam dünyası içindedir. İşte eleştirmen yapıtı yaşayarak, anlam dağarcığı ile ilişkiye geçip, onun anlam dünyasının içine girer.

 

 

Yetkin, bütüncül bir eleştiri, inceleme,anlamlama ve değerlendirme bileşenlerinden oluşur. Yine de, bir çok eleştiri bu üç bileşenin tümünü içinde taşımaz. İnceleme, yapıtı, filolojik, dilbilimsel, bilimler arası disiplinlerle (sosyal bilim dalları, onların kendi aralarında oluşturdukları yeni dallar (sosyo-ekonomi gibi), doğa bilim dallarıyla ortak dallar (nöro-linguistik gibi)),geleneksel edebiyat incelemesi yöntemleriyle de birleşerek gözden geçirir. Özelliklerini saptar. Değerlendirme, eleştirinin estetik değer biçme boyutunu oluşturur. Eleştirmenin kendini ortaya koyduğu, estetik yargılar içeren, edebiyat yapıtının diğer yapıtlar arasındaki yerini, önemini, değerini belirleyen çalışmalardır.

 

 

Yapıtın yaşanması, anlamlamanın gerçekleşmesi demektir. Her edebiyat yapıtı, yaşam karşısında insanın deneyimlerini sunar. Yaşama verdiği anlamı dillendirir. Yapıt, insan yaşantısının anlamla yoğrulduğu, deyim yerindeyse anlamlandırıldığı, bir anlam dağarcığı taşır içinde.Eleştirmen, yapıtı yaşarken bu anlam dağarcığıyla, yapıtın anlam dünyasının içine girer. Bu yaşantı, dilsel anlamların ardına düşer de, yapıtın anlam dünyasının öte yüzüne,arka alanına ya da ard alanına geçebilirse, anlam dünyası derinliğine yaşanmış olur. Dilsel anlamların düzeyinde kalmayıp, yapıtın kültürel, giderek metafizik anlamını yaşayabilen eleştirmenin yapıtı, bu arka alana geçemeyen bir diğer eleştirmeninkine göre daha yaratıcıdır.

 

 

 

 

 

İnceleme boyutunda da yaratıcı olabilme olanağı vardır. İnceleme, bilgiyle pekiştirilmiş bir yaşantı donanımı ister. Kalıpların, mekanik düz teknik uygulamalarının, kuru, basmakalıp çözümlemelerin incelemeyi sıradanlaştıracağı açıktır. Akademik görünümlü inceleme çalışmalarında,inceleyici yapıtı yaşayamadığı, onun anlam dağarcığına ulaşıp, anlam dünyasına giremediği için, bir kuruluk, sığlık sezilir. Eleştirmenin ya da inceleyicinin yapıtın anlam dağarcığına ulaşmadan, anlam dünyasına girmeden incelemeye kalkışması doğru değildir.

 

 

Anlam dağarcığı, bizi dil ötesi anlam dünyasına götürecek, yapıtın dünyaya anlam vermelerinin anlam vermesini, yorumlanmasını sağlayacak malzemedir. Dilsel, ruhbilimsel, dilbilimsel, toplum bilimsel, tarihsel, kültürel, ekonomik…kaynaklardan beslenir. Yapıt bize insan yaşantılardan bir kesit ya da kesitler sunar. Bu yaşantıları dillendirir, diliyle, anlatımıyla, bu yaşantıları anlamlandıracak bir malzeme hazırlar.Dilin anlam çözümlemeleri bu yaşantı birikimi üzerine kurulur. Eleştirmene yapıtın anlam dünyasına girmesi için bir köprü bir merdiven oluşturur. İşte bu geçişi sağlayan donanıma anlam dağarcığı diyorum. Örneğin bir divân şiirini yaşayan eleştirmen için anlam dağarcığı, şiirin sözcüklerinin tek tek anlamlarının toplamından oluşmaz. Sözcük anlamları, şiirin kültür atmosferi içinde, şairin yaşam atanındaki özel anlamlarla birleştiğinde anlam dağarcığını oluştururlar. Eleştirmen bu dağarcıkla anlam dünyasına girer. Başarabilirse, bu anlam dünyasının ardına, metafizik anlam alanına geçer.

 

 

Çağımız insanı bir anlam aşınması yaşamaktadır. Yaşamın, yaşamdaki yerinin anlamı konusunda, gerekli anlam yenilenmeleri, anlamlamalar, gerçekleştiremediği için, anlam sağlığı bozulmuştur. Bu noeziyatrik sorunu, tıpsal ve psikolojik sorunlarının içinde kaybolması yüzünden görememektedir. (Noêsis, anlam verme, iatreia sağlığa kavuşturma anlamında. Eski Yunanca’dan devrişme iki sözcük. Bir araya getirilince Noeziyatri gibi bir sözcük çıkıyor, Türkçe okunuşuyla. Anlam sağlığı olarak kullanıyorum. Bu sözcüğü!) Anlam yılgınlığı, bıkkınlığı çeken çağımız insanı deyim yerindeyse hiponoezi’den, anlam yoksulluğundan çekmektedir. Eleştirmenin gücü, yapıt yaşantısında bu yoksulluğu kırmak olmalıdır. Sanat, anlam yoksulu çağımızda, anlam zenginliğine ulaşmak için önemli bir olanaktır.

 

 

Eleştirmen yapıtın içeriğiyle gördüğünü, anlamlandırdığını, yorumladığını, görerek, anlamlandırıp yorumlayarak, yapıtı, kültürün yaşam alanına katacaktır. Yine, eleştirmen içerikten kopuk olmayan, yapıtın biçimiyle görülen, anlamlandırılan,yorumlananın, görülüp, anlamlandırılıp yorumlanmasını gerçekleştirecektir. Görme, ilk basamaktaki anlam eşiğine atılan adımla oluşur. Görmenin ardından, anlamlandırma edimi, işlenerek yorumlanacaktır. Yorum, anlamlandırmalar üstüne bir anlam işçiliğidir.

 

 

Demek ki eleştirmek, gözü kapalı, soyut kavramlarla, işe yapıtla olan yaşantımızı katmadan girişebileceğimiz, kuru bir çaba değildir. Bir eleştirmen olarak yapıt bizden anlam bekler. Okur da bekler. Belki, yazar da. Edebiyat bizden anlam bekler. Bu noetik talep karşısında, eleştirmen,yapıtın anlam dünyasının kapısını aralamak, eşiğini aşındırmak durumundadır. Bu dünyaya yaptığı gezilerde gördüklerini saptar, notlarını tutar; bu anlamlandırma notlarını işleyerek, bütünleyerek, yeniden anlamlandırarak yorumlarını oluşturur. Okursuz, eleştirmensiz bir yapıt deyim yerindeyse anoezi içindedir, anlam yitimi yaşamaktadır. Okur ya da eleştirmen, yapıtı yaşamıyorsa anoezi anlam yitimi sürüp gitmektedir. Öyleyse, eleştirmen ve eleştirmence yaşayan okur, yapıtın anlam dünyası yolcuları, anlam dünyası kâşifleri, yapıta anlam sunanlardır; noetik açıdan yapıtın canlandırıcıları, yaşatıcılarıdır. Eleştirmen, yapıttaki anlam dünyasına girebilip, yaşayarak, bu anlamı işleyen, dokuyan, bunun sonucunda kendi yapıtını oluşturan, bir yaratıcı anlam kâşifi, bir olmazsa olmaz kültür insanıdır.

 

 

ANLAMLAŞMA

 

 

Eleştirmen, her yapıtın eleştirmeni değildir. Her eleştirmen her yapıtın anlam dünyasını yaşayamaz. Her yapıt her eleştirmene yakışmaz. Memur zihniyetli olmayan bir eleştirmen, yaşayamadığı bir yapıtın anlam kapısından içeri girmeye çalışmaz. Eleştirmen içselliği, içtenliği, namusu, bence, bunu gerektirir. Yapıt eleştirmene, eleştirmen yapıta yakışmalıdır. Sanki, yapıtla eleştirmen arasında bir yaşam anlaşması, karşılıklı anlam alıp vermelerden oluşan bir anlamlaşma olmalıdır. Eleştirmen yapıttan anlam devşirmeli, yapıta kendi eleştiri bahçesinden anlam sunmalıdır. Yapıtın eleştirmence yaşanıp, işlenmesi anlamsal bir etkileşimdir. Ancak anlamlaşabildiğimiz yapıtların eleştirmeni olabiliriz. Bu savım, eleştiriyi akademik bir etkinlik olarak gören arkadaşlarımı kızdırabilir. Onlara da inceleme ve dünyaya girmeden yorum olanağı hep kalacaktır.

 

 

YAPIT - ELEŞTİRMEN - İLİŞKİLERİ

 

 

Bu ilişkileri üç ana öbeğe ayırabiliriz;

 

 

1- Eleştirmeni olamadığımız yapıtlarla,

 

 

2- Eleştirmeni olabildiğimiz yapıtlarla

 

 

3- Eleştirmeni olduğumuz yapıtlarla

 

 

ilişkiler.Bunları sırasıyla gözden geçirelim.

 

 

1-Anlamlaşmayı sağlayamadığımız, yaşayamadığımız yapıtlarla ilişkide, yapıtlara nasıl yaklaşacağız?

 

 

a) Onlardan tad almayı amaçlayan yaklaşımda, yapıtın anlam dünyasına girmeden, yüzeysel dokunmalarla, yapıttaki kimi sözcükleri, imgeleri, anlatımları sevmekten öteye bir amacımız yoktur. Bu yaklaşımda, ‘tad’ alma yeteneği kullanarak yapıtı severiz. Elbette ‘tad’ alma yetimiz bizi yapıttan soğutabilir de. Onu tatsız da bulabiliriz. Bu tür yapıt okumada duygularımızın payı çok olabilir.

 

 

b) Yapıtı gözden geçiririz. Bir dergide, ayın şiirlerini yazan biriysek örneğin, şiirleri gözden geçirip, bir yargıya varırız. Öğretim amacıyla da bu tür “soğuk” gözden geçirmeler yapılıyor. Eleştirmen, bu gözden geçirmelerde, anlam dünyası yolculuğu gibi tehlikeli yolculuklara girişmez.

 

 

c) Yapıt, “akademik” ciddiyetle incelendikten sonra yargılanır. Bu yaklaşım, gözden geçirmeye göre daha donanımlı olmayı gerektirir. Bilgi ve düşüncelerimiz yardımıyla takdir yetimizi kullanarak yapıtı değerlendiririz. Bu tür bir takdir yaklaşımı, yaşanmamışlığı taşıdığı için mesafelidir. Kimi zaman,akademik bakış,buna “nesnellik” der.

 

 

d) Yaşanmamışlığın en olumsuz biçimi yapıta önyargılarla yaklaşmaktadır. Üyesi olduğu, çıkarı bulunduğu bir yayın kurumu adına  eleştiri yapanlarda bu tür önyargılamaları görürüz. Önyargıyla bakan kişi kendini eleştirmen olarak görür. Yapıtı yaşayamadığı için o yapıtın eleştirmeni değilse de, deyim yerindeyse Deli Dumrul’udur! Ticâri satış elemanıdır. Seçtiği ve seçmediği yapıtlarla gerçekleştirdiği budur.

 

 

2- Eleştirmeni olabildiğimiz yapıtlara beğeniyle yaklaşırız. Beğenimiz, bilgimiz, eleştiri duyarlılığımız, eleştiri namusumuz bu yaklaşımda önemli bir yer tutar. Beğenimizle yapıtı yorumlar değerlendiririz. Yine de yapıtın anlam dünyasına girdiğimiz söylenemez. Belki, bu yazıdaki kavramlar açısından söylersek, anlam dağarcığına ulaşıp da, anlam dünyasına girmeyiz.Bunu “tarafsızlık”, “nesnellik” adına ya da yapıtın anlam dünyasını girilmeye değer bulmadığımız için yaparız. İsteyip de anlam dünyasına girememek de, bizi beğeni düzeyinde bir yaklaşımda bırakmış olabilir.

 

 

3- Eleştirmeni olduğumuz yapıta ise, anlamlaşmanın verdiği bir zevk ile yaklaşırız. Zevk, yapıtın anlam dünyasında dolaştıkça dönüşümler geçirir, açık uçludur. Yapıtı denemekte, yaşamaktayızdır, bu yaşam zevkimizin sağladığı enerjiyle gerçekleşir. Anlam dünyasının ötelerine götüren güçtür zevkimiz; bu dünyadan öğrenip, yorumumuzu anlam işliğinde, işleriz. Her anlam dünyası yolculuğundan öğrenerek döneriz.

 

 

Eleştirmen yapıtın anlam dünyasından etkilenir, dönüşür; bu dünya da, eleştirmenden etkilenir, farklı yüzlerini belirgin kılar, örtülü anlamlarını görünür kılar, görünür sandıklarımızı örter.

 

 

Eleştirmeni olduğumuz yapıta yaklaşma yollarından biri de tarzımızla yaklaşmaktır. Tarzımız, bize özgü olan, yapıtla ancak bizim gerçekleştirebileceğimiz yaklaşımı olanaklı kılar Kendimize özgü yaklaşım, başarılı olabildiğinde, okurların da diğer eleştirmenlerin de bundan öğrenecekleri olabilir. Yapıtla eleştirmen arasındaki yakışma doruğuna varmış olur. “Ancak bu eleştirmen, bu yapıtı böyle yorumlayıp değerlendirebilirdi” deriz, tarzı olan başarılı bir eleştiriyi okuduğumuzda.

 

 

TÜRKİYEDEKİ TÜRKÇEDEN ELEŞTİRİ

 

 

Eleştirmek, eleştirmeni ister. Eleştirmen için bir göze almadır eleştiri. Biz de yeterince geliştirilmemiş bir alandır. Eleştirinin, Türkçe’deki eleştiri sözcüğüyle oynayarak, Türkiye’deki durumu için birkaç ipucu verebiliriz. (Bunu bir düşünce oyunu olarak kabul edebiliriz!)

 

 

Eleştiri sözcüğünü “ele-eştiri” diye okursak, ele eştiri yapmak diye bir sonuca varabiliriz. “El”in anlamlarından biri “irade, otorite, iktidar”dır. “Bu adamların elinde ne yapabiliriz?” tümcesinde olduğu gibi. Eştirmek sözcüğü ise, eşme işini yaptırmanın yanında, “bir işi bir an önce yapmaya koyulmak, bir hizmetin yerine getirebilmesine çalışmak” anlamını da taşır. Bu yorumla “ele-eştiri”, otoriteye, koşturmak hizmet etmek anlamına gelir ki, çıkarları, patronları için eleştiri yapanların etkinliklerini anlatır.

 

 

Oysa, başka türlü okumayla ele karşı eştiri, otoriteye karşı çıkmak sonucuna da varılabilir. Kime eştiri yapıyorsun? Ele, Ele koymaya, müdahaleye, müdahale eden otoriteye.

 

 

Eleştirinin yaptığı çağrışımlardan biri de elleştirmedir. Elleştirmenin zengin anlamları içinde, “tokalaştırmak”, “yardımlaştırmak” dikkat çekicidir. Yapıtla eleştirmen, yapıtla okur arasında bir tokalaşma, yardımlaşma çabasıdır.

 

 

Elbette, Batı dillerindeki karşılıklarına benzer temel bir anlamı var eleştirinin. Elemekle ilgili! İncesini kabasından ayırmak, en iyilerini seçmek. Elemek, elimizdedir. Elleşmeye, yardımlaşmaya, bilimlerle, felsefeyle, yaşamla bağlar kurarak, gereksinimimiz var. Bu güçle, bu güce el vererek, bu elle, eştireceğiz, eleştiri atını hızla süreceğiz. Türkçenin olanaklarıyla, Türkiye yaratıcı eleştirmenlerine gebe olabilir. El (sıra) birilerindedir belki, eştirecektir.

 

 

Ahmet İnam

 

 

 

 

 

 

7/6/2007

 

HÜSEYİN CÖNTÜRK ve ELEŞTİRMENİN DÖRT ÖZELLİĞİ (Ahmet İnam)

 

 

 

Buraya gelirken hep şu soruyu düşündüm: Türkiye'de yaşayan bir insan nasıl Hüseyin Cöntürk olur? Türkiye'yle Hüseyin Cöntürk'ü yan yana koymak ilk bakışta bana sanki uzlaşmaz iki parçanın yan yana durması gibi geldi. Fakat sonra Cöntürk'ün ne açıdan bu toprağın insanı olduğunu ve bu kültüre ne açılardan yaşayarak, düşünerek, yazarak katkıda bulunduğunu anlamaya çalıştım.

 

 

20'li yaşlardaydım. Mühendislik okuyan bir genç, tutkulu bir insandım ve edebiyat dergilerinde eleştiri yazmaya başladım. Eleştiriye geçmem şiirlerimi yayımlatamamaktan kaynaklandı. Kimse beni şair saymadığı için ben de eleştiriyle kendimi göstermeyi düşünmüştüm. Birkaç eleştirim Soyut dergisinde yayımlandı. 1967 yılıydı. Sonra Ankara'da yaşadığım ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde elektrik mühendisliği okuduğum nasılsa öğrenilmiş. Yordam dergisinden beni arayıp buldular. Oysa o zamana kadar o dergiyi görmemiştim ve incelememiştim; o derginin bir yazarı olmayı da hiç düşünmemiştim.

 

 

Sanıyorum bir Kasım akşamıydı. Hüseyin Cöntürk'ün Esat'taki evine gitmiştim. Kapıyı Cöntürk açmıştı. O zamana kadar ben, "edebiyatçılar" dendiği zaman, huysuz ve müthiş (eski deyimle) mütekebbir, kendini bir şey sanan, konuştuğunuz zaman konuşmalarınıza sürekli itiraz eden, burnu büyük insanlar düşünürdüm. Belki kısa edebiyat serüvenim içinde bu tip insanlara rastlayışımdandır. Ama kapıyı açan insan gayet sevimli ve inanılmaz derecede olumlu yaşam dalgaları saçan biriydi. Hafif mütebessimdi ve gözlerinde yanan zekâ ateşinde -belki hissettiğim oydu- biraz da alaycı bir tavır vardı. Fakat odaya girdiğim zaman genç insanları gördüm. Şimdi birkaç isim hatırlıyorum. Gün Zileli vardı, Güven Turan vardı, Arkadaş Özger vardı. Oradaki ortam benim ilgimi çekti. Fakat biraz da tepki duydum. Çünkü Cöntürk sürekli olarak birlikte olmaktan, birlikte yaşamaktan ve birlikte üretmekten söz ediyordu. Çok rahatsız oldum. Çünkü bence -o zamanki düşünceme göre- üretmek, insanın yapayalnız olmasıyla olanaklı olacak bir şeydi. Oysa bunlar hep beraber yaşıyorlardı. Hatta öylesine tepki duydum ki Cöntürk'ün evinden birlikte ayrıldığımız Arkadaş Özger'e söylediklerimi hatırlıyorum: "Bunlar feodal bir hayat sürüyorlar; herhalde kabile halinde yaşayacaklar ve üretecekler; ben buna tahammül edemem". Ama yıllar geçtikçe, bu birlikteliğin, birlikte üretmenin, birlikte bir şeyler kotarıp devşirmenin anlamını kavradıkça Cöntürk'ün ne kadar önemli bir iş yaptığını düşünmeye başladım.

 

 

Cöntürk'te bence bir edebiyat eleştirmeni ve kültür insanında olması gereken dört özelliğin dördü de vardı. Neydi o özellikler? Bir defa bir metni anlamak için metne olan saygıdan kaynaklanan metni okuma donanımına sahip olabilmek. İlk kez, ben, o zamanki bilgilerim çerçevesinde, Cöntürk'te bunu gördüm. Çünkü bir metnin nasıl didik didik edilebileceği, nasıl sorgulanabileceği ve ilk bakışta görebildiğimiz metnin içindeki gizlerin ve kopuk kopuk gibi gelen parçaların nasıl bütünlenebileceğini, Cöntürk'ün o inanılmaz edebi zekâsıyla yazdığı yazılarında gördüğüm zaman çok heyecanlandım; biraz da kıskandım. Dedim ki ben herhalde hiçbir zaman böyle bir eleştiri yazısı yazamam. Bu insan benim çok ötemde bir dâhi olsa gerek. Hatta kimi geceler çok rahat uyuyamadığımı ve eleştiri yazmaktan vazgeçmeyi düşündüğümü de hatırlıyorum.

 

 

Bir eleştirmende bulunması gereken dört özellikten ilki olan metni anlama sabrı, saygısı ve bilgisi Cöntürk'te vardı. Kendisi müthiş okuma teknikleri geliştirmişti. Bu teknikler beni çok etkilemiştir. Ben de bir şeyler yapmaya çalıştım o yıllarda kendime göre. Fakat Cöntürk'le bu konuda anlaşamadığımız bir nokta vardı. Ben çok iddialı ve o eleştirdiğim insanlara benzeyen bir insandım o yıllar. Hâlâ öyle miyim bilmiyorum, ama son derece kasıntı, burnu büyük bir insandım. Çünkü Cöntürk'e söylediklerimi şimdi anımsayınca bunlar aklıma geldi. Cöntürk metin okuma tekniklerinin Batı'da çok iyi geliştirildiğini, örneğin şiir inceleme yönteminin veya edebiyat eleştirisi konusundaki kuramların doyurucu biçimde Batı'da oluşturulduğunu, dolayısıyla kuramsal tarafın Batı'dan alınması gerektiğini ve bizim Batı'dan aldığımız tekniği kendi edebiyatımıza, kendi şiirimize ve öykümüze -o zamanlar şiir üzerinde konuşuyorduk daha çok- uygulamamız gerektiğini söylemişti. Ben çok öfkeli bir şekilde karşı çıktığımı hatırlıyorum. "Hayır, kuram da bizden olacak, uygulama da bizden olacak" dediğimi anımsıyorum. Fakat o hafifçe gülümseyerek hiçbir şansımızın olmadığını, kendi başımıza kuram yapsak bile Batı'dakilerin çok kötü bir kopyası olacağını söylemişti. Ondan öğrendiğim, bir eleştirmenin metni anlaması, metni çözümlemesi, metnin çözülebilecek, anlaşılabilecek, didik didik edilebilecek ve edebiyat eleştirisi teknik bilgisi ve donanımı ile gözden geçirilebilecek noktalarının gözden geçirilmesiydi. Bu kaygıyı ondan öğrenmiştim ve büyük ölçüde de hak vermiştim. Çünkü bu, okuduğumuz metne saygının bir sonucuydu. "Acaba metin ne söylüyor" sorusu önemli bir sorudur ve o sorunun yanıtı da çok kolay verilecek, belki de düz anlamda hemen verilebilecek bir şey değildir. Şimdi tabii akademisyen arkadaşlar -değişik filolojilerde görüyorum- bu tip teknikleri büyük ölçüde Batı'daki birtakım dilbilimsel çalışmalar sonucunda öğrenerek uygulamaya çalışıyorlar. Ama bu uygulamaların bir kısmının çok yapay olduğunu düşünüyorum. Yani sanki akademisyenin kafasında önce teknik var, onu uygulayacak bir metin arıyor. Bu bence çok anlamsız, çok gereksiz, çok saçma ve edebiyat eleştirmenliği adına da kötü bir şey. Belki biraz kızarak söylüyorum. Çünkü eleştirmenin ikinci özelliği, Cöntürk'ten öğrendiğim değerlendirebilme özelliğidir. Yani şiirden anlamak dediğimiz şey, şiirin yapısı üzerine teknik uygulama anlamına gelmiyor. İlhan Berk üzerine yaptığım bir çalışmadan son derece rahatsız olduğunu hatırlıyorum. Beni şöyle eleştirmişti: Sen İlhan Berk üzerine kendine göre birtakım teknikler uygulayarak yazılar yazıyorsun. Ama İlhan Berk şair midir acaba? Yani önce şiir değeri olan bir şey üzerinde oturulur, çalışılır ve ona çözümleme teknikleri uygulanır. Ama şiir değilse o zaman bu kadar tekniğin ne anlamı vardır? Ben şimdi görüyorum. Ümit Yaşar kötü bir şairdir demiyorum, ama Ümit Yaşar üzerine ve adı ünlüye çıkmış romancılar üzerine inanılmaz çözümlemeler yapılıyor. Öncelikle bir edebiyat eleştirmeninin bir beğeni gücünün olması ve o beğeni gücünün de yazarlar üzerinde etkisinin olması gerekir. Eğer bu gücü yoksa uyguladığı birtakım tekniklerle kimsenin eleştirmen olabileceğini sanmıyorum. Yani sözcükleri saymak, onu başka metinlerle teknik düzeyde ilişkilendirmek filan boştur demek istemiyorum. Ama eleştirmende olması gereken dört özelliğin dörtte biridir onlar. Eleştirmenin edebiyat zevkinin olması gerekir ki o biraz da bilgiyle, yaşayışla ve sezgiyle kazanılabilecek bir şeydir. Benim okur olarak edebiyat eleştirmeninin o beğeni keskinliğini ve beğeni açısından bana nasıl katkıda bulunacağını, nasıl kılavuzluk yapacağını bilmem ve ona güvenmem gerekir. Yoksa ben onun teknik irdelemelerini ne diye okuyayım ki? O açıdan da çok cesur biriydi Cöntürk. Hazırladığı Şairler Sözlüğü çok tepki almıştır, fakat inanılmaz bir şeydi ve çok gerekli olduğunu hâlâ düşünüyorum. Çünkü bu yürek isteyen bir şeydir. Şairleri veya yazarları eleştiriyorsunuz. Cöntürk eleştirirken zaman zaman "bunda iş var" ya da "altı tane şiirini okudum, hiç birinde iş yok" diyebilecek cesarete sahipti ve hepsinin gerekçesi vardı. Çünkü şiirin Türkiye'deki serüvenini biliyordu ve beğenisi son derece yüksek biriydi. Ondan öğrendiğim şeylerden biri, şiirden anlamak diye bir şey olduğuydu. Şiirden anlamak, ancak şiirden anlayan insanlarla etkileşim içinde oluşabilecek bir şeydir. Yani kitap okuyarak, teknik birtakım bilgiler edinerek, başka dünya edebiyatlarının bilgisine sahip olarak, kitabi bir bilgiyle devşirilecek bir özellik değildir. Bu beğeni gücü apayrı bir şeydir; şiir yazma gücü gibi bir şey olduğunu düşünüyorum. Edebi türler içinde eleştiri bir kenara konur ve denir ki şiirde başarılı olamayan, yahut öyküde, yaratıcı ürünlerde başarılı olamayan insanlar o ürünlerin eleştirmeni olur. Bir benzetme yapmak gerekirse, hiçbir zaman şoför değilsiniz, hep muavin olmak durumundasınız. Eleştirmene ikincil bir yer vermeye çalışırlar. Bunun son derecede yanlış bir şey olduğunu düşünüyorum. Çünkü Ataç'tan öğrendiğimiz buydu. Cöntürk, Ataç'ı hep takdir etmiştir. Cöntürk'ün nesnel eleştirinin bizdeki öncüsü olduğu söylenir. Doğrudur. Birinci dediğim özelliğiyle, bir metni anlamak ve değerlendirmek için gerekli ön hazırlıkları yapmak, adına öznel, nesnel ne dersek diyelim, bir eleştirmen için kaçınılmaz bir özelliktir. Bunu yapmak gerekiyor, ama değerlendirme nesnel olarak yapılacak bir şey değildir. Orada eleştirmenin yüreği, eleştirmenin öngörüsü, eleştirmenin sezgisi önemlidir ve geleceğe karşı eleştirmen her zaman bir risk altındadır. Eleştirmeni eleştirmen kılacak da odur. Cöntürk bunu yapmış biriydi. Çevresinde onunla yakın ilişkide olan birçok arkadaşı vardı. Bugün onları pek göremiyorum. Onların şiirlerine ve edebi yaratmalarına olumlu ya da olumsuz açıdan, yani başarısız olanları bu yoldan alıkoymak, başarılı olanlara da katkıda bulunmak açısından çok önemli bir etkisi oldu.

 

 

Üçüncü olarak, Cöntürk yaşayan, duyan biriydi. Kesinlikle duyan biriydi. Yani hiçbir zaman sahtekârlıkla, sadece kitabi bilgiyle veya sadece ilişkileri kollamak açısından bir yazı yazmamıştır. Bilen, teknik bilgisi olduğu için edebi bir metni çözümlemeyi bilen, değerlendirmeyi bilen ve o değerlendirmeye ve çözümlemeye uygun içselleştirmeyi gerçekleştirmiş, bilgisiyle ve değerlendirmesiyle yaşayışı arasındaki uçurumu ortadan kaldırmış, Türkiye'de benim görebildiğim ilk ve en önemli kültür insanıdır. Ondan dürüstlüğü, haddini bilmeyi, iki yüzlü olmamayı, kendini didiklemeyi, eksik ve yanlışları görüp nerde susulması gerekecekse orda susmayı, birçok şeyi öğrenmeye çalıştım.

 

 

Bir eleştirmende olması gereken dördüncü özellik, eleştiri etkinliğidir. Yani diğer insanlarla kurduğu iletişim ve genç insanlara, edebiyat alanında yazmaya soyunmuş insanlara tuttuğu ışıktır. Demek ki Cöntürk'te ilkin edebiyat bilgisi, çözümleme donanımı, anlama ve yorumlama donanımı vardı. İkinci özelliği, değerlendirme sezgisinin yüksekliği, keskinliği, gelişmişliğiydi. Değerlendirmelerini beğenirsiniz, beğenmezsiniz, ama o Cöntürk'tü, yani Cöntürk böyle değerlendiriyordu. Muhakkak sizin gibi değerlendirmek zorunda değildi. Ama o kadar çok gereksinimimiz var ki bu değerlendirme yiğitlerine eleştirmen olarak. Yalansız, doğrudan doğruya söyleyebilecek, acaba hangi dergi ve hangi yayınevi benim bu yazımı basar diye hesap yapmayacak, ben böyle değerlendirirsem bu adamın yüzüne nasıl bakarım diye birtakım toplumsal ilişkiler açısından kaygıları olmayan bir insana ne kadar çok ihtiyacımız var. Üçüncüsü de, edebiyatı gerçekten yaşayan, duyan bir insandı; edebiyat onun için bir yaşam biçimiydi. Bugün onlarca kitabı çıkmış ve her dergide belki her ay iki üç yazı yazan insanların edebi bir yaşam biçiminin olmadığını da görebilirsiniz. Onlar bir başka şey yapmaya çalışıyorlar belki. Ama edebi yaşam biçimi, yani o üçüncü özellik veya bilgileriyle yaşayışı arasında bütünlük dediğim şey olmadığı zaman, ikinci özelliğin, yani beğeni yüksekliğinin, hatta birinci özelliğin (teknik bilgilerin) bile yerine oturacağını düşünmüyorum. Dördüncü özelliğinin de etkinlik olduğunu söylemiştim. Etkin bir edebiyatçıydı Cöntürk. Yazmadığı zaman bile etkindi. Bunu genç arkadaşlar bilir. Cöntürk yıllardan beri yazmıyordu. Neden yazmadığını da bir türlü anlayamamışımdır. Yazanları sürekli eleştirirdi ve bence de haklıydı. Ama neden yazmıyorsun diye sorduğunuzda daha hazır olmadığını, yazmak için çok şeyler yapması gerektiğini söylerdi. Bunu da çok anlayabilmiş değilim. Yazmıyor oluşu isabetli olabilir; bilmiyorum, genç arkadaşlar onu değerlendirirken bu noktalara değinebilirler, ama dördüncü özelliği ile, yani etkinlik ve heyecan yaratma özelliği ile o aslında hep vardı. Yazmayan bir insanın edebi yaşam içinde olabilmesi ve yaratması çok müthiş bir şeydir. Çünkü biz ancak yazarak bir yerlere tutunmaya çalışırız. Ama o yazmadan, yıllarca bir yayımlama arzusu göstermeden, yayımlayarak kendini gösterme tutkusu, beklentisi içine girmeden, sadece edebiyatı bir edebiyat coşkusuyla anlamaya çalışarak hep uçlardaydı. Cöntürk genç insanlardan daha gençti. O kadar diri, o kadar yeni, o kadar değişmeye açık, ufkunu genişletmeye açık bir insandı ki bu özelliğini de karşılaştığım birçok insanda göremedim. Benim akademisyen olduğumu duyduğunda yine bıyık altından gülmüştü. "İşte sen gene büyük adam oldun" filan gibi imalarda bulunmuştu. Ben onu tabii hemen Cöntürkçe anladığımı düşündüm: "Sen gittin" demek istiyordu. Belki de haklıydı, çünkü akademik safsatalara hiç itibar etmezdi. Hep yeni başlayan genç insanlarla birlikte bu heyecanı yaşamak istedi. Zaman zaman onlarla bir araya geldi, toplantılar yaptı. Onlara hem heyecan açısından, hem de belki maddi açılardan katkıda bulunmaya çalıştı. Cöntürk'ün olduğunu bilmek, Cöntürk'ün Ankara'da yaşıyor olduğunu bilmek -ki 10 yıldır falan kendisiyle görüşmüyordum- Ankara'da yaşanır ve Ankara'da edebiyat olabilir anlamına geliyordu; henüz olmamışsa bile bundan sonra olacaktır, çünkü Cöntürk vardır diye düşünüyordum. Cöntürk'le konuşmasam, yazışmasam, etkileşim içinde olmasam da bilirdim ki, o heyecanıyla o genç insanlara yeni ufuklar açabilir, yeni kapılar açabilir, gereğinde onları yerden yere vurabilir, gereğinde onlara inanılmaz müşfik bir insan tavrıyla destek verebilirdi. Edebiyatı böylesine dürüst, böylesine heyecanlı yaşayışıyla bize tuttuğu ışık açısından Cöntürk'ü gerçekten saygıyla, sevgiyle anıyorum. Umarım genç arkadaşlar onun yapmaya çalıştıklarına yakışan çalışmalar yapacaklar ve Türkiye'de edebiyat eleştirisi, edebiyat beğenisinin güçleriyle sürecek. Cöntürk'teki dört özelliğin belki bir kısmı, hiç değilse bazı genç insanlara geçecek veya dörtte dörtlük özellikleriyle genç insanlar bu ülkede edebiyatı diri, canlı, düzeyli bir biçimde tutacaklardır. Umuyorum.

 

 

Ahmet İnam

 

 

(Bu konuşma, 15 Aralık 2003'te Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi'nde Cöntürk'ü Anma toplantısında yapılmıştır.)

 

 

HİÇ GÖZÜYLE EDEBİYAT (Ahmet İnam)

 

 

 

                          Hiç Gözüyle Edebiyat

 

 

 

 

 

Kim dolduruyor edebiyatı anlamla? Edebiyat, bir edebiyat küre içinde olup bitiyor. Edebiyat kürede, yazarlar, okurlar, eleştirmenler, kitaplar, dergiler, onların elektronik ortamda kopyaları, yayınevleri, dağıtım şirketleri, kitabevleri… bulunur. Edebiyat küreyi anlamla dolduran bunlardır.

 

 

İnsan anlam vererek, anlamlar alarak, anlam alış-verişi içinde, anlamlarla yaşıyor. Edebiyat, edebiyat kürede, edebiyat küreyse, anlam kürede bulunur. Edebiyat küre, insanın anlam yaşantılarının bir bölümünü oluştururur. Edebiyat etkinliği dediğimiz etkinlik, bu kürede olup biter.

 

 

Edebiyat küredeki olup bitmelerin üç temel öğesi vardır.

 

 

1. Anlam doldurcularının, doğurucularının ya da üreticilerinin etkinlikleri. Alışılmış anlamıyla yazar ve okur, anlam doldurucuları, doğurucularıdırlar. Yazmak da, okumak da anlam vermek, anlam yaratmaktır.

 

 

2. Anlam taşıyıcıları, bu üç temel öğenin ikincisini oluştururlar. Taşıyıcılar edebiyat metinleridir. Edebiyat yapıtları açığa çıkarılmayı keşfedilmeyi bekleyen anlam kaynakladır.

 

 

3. Anlam dağıtıcıları, pazarlayıcıları, ısmarlayıcıları; alışılmış anlamıyla, yayınevleri, dağıtım şirketleri, kitabevleri, üçüncü temel öğeyi getirirler.

 

 

Edebiyat küredeki anlam akışı bu üç odak etkisinde gelişir. Burada anlam, dilsel, ahlak alanıyla ilgili, estetik, metafizik boyutlar taşır. Alışılmış anlamıyla, belki dilsel anlam dışında olanlara “değer” diyoruz. Ahlak, estetik, “metafizik” değerler gibi… (“Metafizik” ya da “ontojik” değerlerin neler olabileceği konusuna girmiyorum!)

 

 

DOLDURAN EDEBİYAT

 

 

Edebiyat küredeki anlam akışını, trafiğini düzenleyen güçler, birinci ve üçüncü temel öğeler üzerinde yoğunlaşıyorlar. Kimdir bu güçler? Çağın edebiyata bakışı, ondan beklentisi. Bu bakış ve beklentiyi etkileyen, doğal, ekonomik, siyasal, kültürel etkenler. “Edebiyatı hayatımızın neresinde görüyoruz?”, “Ondan ne umuyoruz?”, “Edebiyata olan talep nereden kaynaklanmaktadır?” sorularının yanıt arayışlarıyla dile gelebilecek olan farklı etkiler, edebiyat küreyi düzenlemektedir.

 

 

Okumak, düşünmek, duyumsamak için zamanı olmayan, yoğun anlam çevrimleri (girdapları) içinde savrulan çağımız insanı, edebiyatı, bir eğlence, bir “boş vakitleri doldurucu”, “hoş vakit geçirmeye yardım eden” bir ilişkiler yumağı olarak görüyor. Geçmişten miras alınan “entelektüel” olmanın bir koşulu olarak, “edebi” kitaplar okuma gereği de edebiyatla bağ kurmaya yardımcı olabiliyor. İletişim araçları, anlam küredeki anlam akımlarını yayabildikleri için, edebiyat, sinema, televizyon, bilgisayarlar (internet) aracılığıyla geçmişe göre daha çok sayıda insana ulaşabiliyor. Bu olanak, edebiyata bir pazar kapısı açıyor. Satılan, alınan ürünlere dönüşüyor, edebiyat yapıtı. Tecimsel kaygı, satışın anlamını, yapıtın taşıdığı anlamdan daha baskın kılıyor. Yapıtın içinde barındırdığı anlam, değer yitmeye başlıyor. Anlam verme, anlam alımlama gücünü yitirmiş yazar ve okurlar, dağıtıcı ve pazarlamacılar tarafından noetik (anlamla ilgili) şiddete maruz bırakılıyorlar. Anlamlama gücümüz(anlam yaşama gücümüz!), vakti olmayan, eğlenmek dinlenmek, rahatlamak isteyen insanlar olarak direncimiz azaldığı için, edebiyat tezgahtarlarınca zayıflatılıyor, yok ediliyor! Edebiyat küreyi, hızla, edebiyata özgü noetik kaynaklarından çıkararak, kendi “pılı pırtı” anlamlarıyla donatıyorlar. Dolduruyorlar. Yayıncılar, onların danışmanları, eleştirmenleri, güçlü anlam dolum merkezleriyle edebiyat küreyi işgal ediyorlar! Yapıt, kullandığımız masa, sandalye, eğlence olsun diye dinlediğimiz müzik seti gibi bir şey oluyor! Edebiyat ürünü sıradanlaşıyor, günlük, bayağı, alelade yaşamın yumuşak zeminine gömülüyor. İnsanlar okuyup okuyup bu zemine gömülüyorlar. Eğleniyorlar, rahatlıyorlar, kendilerine göre “müthiş keyif “ alıyorlar; duygulu, akıllı, düşünen, cici entelektüeller oluyorlar.

 

 

Yapıtın kendini açmasına, içinde barındırdığı anlamlar yumağının çözülmesine izin vermiyorlar! Yapıt, deyim yerindeyse, yapıtlamıyor! Kendini ortaya koyamıyor. Pazarlayıcıların anlam dolum merkezlerinde koparılan anlam fırtınaları, ortalığı kasıp kavuruyor; herkes koşullandırılmış bir biçimde anlam tufanı içinde, pazarlanan yapıtları, pazarlanan anlamları içinde okuyor. Okudukça, sıradan dünyanın, önceden konulmuş tasarlanmış anlam sıradanlığı içine gömülüyor. Edebiyat beriyi göstermeye başlıyor: Bildik, tanıdık dünyayı. Alışkanlıkların sığlığı içine çökmüş, kokuşan dünyayı. Bu kokuşmuşluğu gidermek için, biraz heyecan, biraz dedektif öyküleri, bir tutam esrar (giz), bir avuç seks, bir avuç sapıklık (insan var oluşunu yakalayamadığı için, insan eğilimlerini gıdıklamaya yarayan!) katılıyor. İnsanın yaşam enerjisi sömürülüyor! Berileştiriliyor insan!

 

 

 EDEBİYAT ÖTE YOLCULUĞUDUR

 

 

 Edebiyat yapıtı, taşıdığı anlam yüküyle, yaşadığımız hayatın “sandığımız gibi”, “bu kadar” olmadığını söyler bize. Bizi, gömüldüğümüz “beriden”, öteye çeker. Edebiyat, sonsuzluk ve kendiliğindenlik demektir. Kurnazlıkla edebiyat olmaz. Yönlendirme, yönetme, ele geçirme, dayatma ile edebiyat olmaz. Edebiyatın “edeb”i yiter, berilerse. Edebiyatı, “edeb”de kaldı, “bilimsel” olarak ele alınmadı diye eleştiren, edebiyatı bilimin konusu yapmak isteyenler var. Olsun. “Bilim”le ele alınsın, bakalım neye benziyor edebiyat. Alınıyor da. Elbette yararı var, bilimsel, toplumbilimsel, ruhbilimsel, dilbilimsel, bütün bunları kucaklayıp aşan, “olabilirse”, “edebiyat bilimsel” bakışın. Tanırız berideki edebiyatı iyiyce. Ama, o, ötede. Öte, mistik, dinsel bir deyim değil! Öte, bir, sınır tanımazlığı, aşkınlığı gösteriyor. “Ne söylersek, bir fazlasıdır edebiyat!” Blanchot hocam sağolsun, ufkumuzun zorlanması, genişlemesidir. Bayağılığa, sömürüye, tezgahlanmaya aykırıdır edebiyat. Eğlence değildir. Edeptir. Edepsizliğin bile edebi! Sahici yaşantıların, hesapsız yaşama coşkusunun, hüznün, çatışmanın, başarının, başarısızlığın, çare sanılan çaresizliğin fokurdadığı alandır, edebiyat.

 

 

ELEŞTİRMEN: ÖTE İLE BERİ ARASINDADIR YERİ

 

 

Oradadır, eleştirmen. Doldurulmuş, yozlaştırılmış, tezgahlanmış, satılmış, yavanlaştırılmış, sömürülmüş beri ile arayan, araştıran kafa tutan, baş kaldıran, isyan eden, öte arasında. Edebiyat, doğal soluğudur insanın. Kır havasıdır. Evren havasıdır. Çirkinliğin, yalnızlığın, ezilmişliğin, pısırıklığın, insan zavallılığının feryadıdır, sonsuzluğudur. Edebiyat tükenmez. İnsan tükenmediği için. Yozlaşsa da. Kokuşsa da. Eleştirmen ne okurdan ne yazardan ne dağıtıcıdan, pazarlayıcıdan yanadır. Eleştirmen yapıttan yanadır. Yapıtın, edebiyat küredeki zulüm ile ezilip yok olmasına karşı çıkar. Eleştirmen yapıtı, edebiyat küredeki kokuşmuşluktan koruyandır. Eleştirmen, yapıtı, dağıtıcılardan, yayıcılardan, pazarlamacılardan, tezgahlayanlardan koruyandır. Eleştirmen yapıtı özgürleştiren, yapıtın yapıt olarak, içindeki anlam kaynağı ile ortaya çıkmasını sağlayandır. Eleştirmen, yapıtla, yapıt olandır.. Ne satıcı, ne alıcı, ne komisyoncu ne çıkarcıdır. Yapıtı okurdan, yazardan, kendinden koruyan biridir. Yapıtın, yapıt olarak ortaya çıkışını engelleyen, çarpıtan, abartan, aşağılayan güçlere karşıdır. Yapıt dostudur. Edebiyat kürenin, dolum merkezlerinin savurduğu bir satılmış, bir köle, bir kör cahil değildir. Asidir. Kafa tutandır. Edebiyat üstüne oynanan oyunlara karşı direnme gücü olandır. Eleştirmen, Türkçe’de yapılabilecek bir şakayla “ele eştirmem” diyendir. Elin edebiyat küreyi yönetmesini engellemeye çabalayandır. Eli tutan, ele engel olandır.

 

 

Beridekilere yapıttaki öteyi gösterendir. Öte taklitlerini yakalayan, beriye gömülenlerin ipliğini pazara çıkarandır. Elbette öte duyarlılığı olan, beri ile öte arasında bir geçit, bir köprü olabilendir. Öte gücü olan yapıtları, berilemeye çabalayanlara karşı verdiği savaşımda, öteyi ima edebilecek, öte yaşantısına sahip biridir.

 

 

ÖTEYE GİDEN YOLU AÇMA BİÇİMİ OLARAK HİÇ

 

 

Anlam pılı pırtısıyla doldurulmuş edebiyat küreyi, bu vıcık vıcık pılı pırtıdan nasıl arındırabiliriz? Kafasını bayat alanlara gömmüş eleştirmen edebiyat küreyi göremez. Dar kafalı sığ eleştirmen, yapıtla ilişkisinde hep beride durur. Edebiyat küreyi, giderek yaşadığımız çağın anlam küresinin hiç değilse belli bir açıdan belli bir bölümünü göremeyen eleştirmen, öteyi göremez. Öte, “parça”larda, “ayrıntı”larda yok olup gitmiş eleştirmene görünmez. “Bütün” gören göze gerek var, öteyi görmek için. Dayatılmış bütünlükleri değil elbet. Kendi gözümüzle görülmeye, kurgulanmaya, algılanmaya çalıştığımız bütünlüklerden söz ediyorum. Beriyi tanımadan öteye geçilemiyor. Beri, elbette ayrıntılarıyla, parçalarıyla verir kendini. Bu parçaları görüp, onları bir “bütün” çerçeveye oturtacak gücün karşısında, beri anlaşılır, aşılır. Beri, bizden anlaşılıp aşılmayı bekler!

 

 

Hiçseme, berinin anlamlarının sökülüp atılması için gerekli tutumun, tavrın, düşünmenin, eylemin adıdır. Hiçsemenin ardından hiçleme gelir. Hiçseme, edebiyat küreden üzerimize yağan, abanan değerlerden kendimizi korumak demektir. Yapıta kol kanat germedir. (Cura, sorge, care!) Hiçseme, edebiyat küredeki anlam saldırıları karşısında kullanmayı çabaladığımız bir kalkandır. Hiçseyerek yaklaşılan yapıt, üzerine giydirilmiş anlamlardan kendini arındırmaya başlar. Bir yorumlamayla, yapıt üzerindeki anlam tozlarını üflemektir. Hiçseme, bakageldiğimiz, kullana geldiğimiz anlam gözlüklerinin değişmesi, daha doğrusu gözlüğün çıkarılması demektir. Gözlük çıkarılır: Yapıt hiçsenir. Anlamlarından arınır.

 

 

Hiçleme de ise çıkarılan gözlüğün ardından, içine düştüğümüz anlam boşluğunu, anlam travmasını, noetik travmayı yaşamaya başlarız. Hiçseme cesaret gerektirir; hiçleme ise sabır ve tahammül! Gözlüğünüzü çıkarır, boşluğa düşersiniz. Yoksa beri sizi bırakmaz. Beri yapışkandır, çok kolludur. Her koluyla sizi sarar. Kımıldayamazsınız. Hiçseme cesareti bu kollardan kurtulmayı sağlar. Ardından hiçleme gelir. Düşersiniz. Boşlukta kalırsınız. Hiçseme ardından hiçleme gelmezse ne olur? Hiçliğin sessizliğine gömülür, kör olursunuz. Sarsılmazsınız. Örselenmezsiniz. Anlam yokluğunu yaşayamazsınız. Gözlüksüz gözlüklü olursunuz. Kımıldayamazsınız. Eliniz kolunuz bağlanır. Basiretiniz bağlanır.

 

 

Hiçlerseniz sarsılırsınız. Sonu belli olmayan bir yolculuktur bu. Öteye. Berinin gözlüklerinin iş görmediği bir “alana” geçerniz! Öteye savrulursunuz. “Hiç” sizi öteye fırlatır. Burada yaşadıklarınızı, yapıt yardımıyla, yapıtın içinden geçererek beriye aktarabilirsiniz, başarabilirseniz. Bu, elbette öteye nasıl düştüğünüze, beriyle olan ilişkinize bağlıdır.

 

 

Eleştirmen beriyle ötenin sınırında, bir sınır bölgesindedir. Ne ötede ne beridedir. (no man’s land!) Öteyi de beriyi de belli bir açıdan görebilir. İki bölgeye de girip çıkabilir. Hiçsemiş, hiçlemiştir çünkü. Yapıtı iki âlemden de seyredebilir. Beriyi öteye, öteyi beriye taşıyabilir. Elbette, beri ötede, öte beride yok olur. Bu, bir anlamda araf yaşantısıdır.

 

 

HİÇ GÖZÜYLE ELEŞTİRMEN

 

 

Eleştirmen, edebiyata hiç gözüyle bakabilendir. Hiçseyen, hiçleyen, edebiyat küredeki anlam kokuşmuşluğuna karşı çıkıp, edebiyatı, yapıttaki öteyi işaret ederek, öteye açandır.

 

 

Ahmet İnam

 

 

 

HİÇLEYEMEYEN SANAT YOLCULARINA... (Ahmet İnam)

 

 

 

                                                              Eniştelerim Levinas ve Blanchot için…

 

 

 

 

 

 

Hiçlenme, bir tür içlenmedir. Hiçleme, hiçlenmeyle yürür. Kendimize dönük hiçleme, kendimizi hiçlemedir, hiçlenme. Neden bu güzelim dünyayı hiçleyeceğiz ki? Kendimizi hiçlersek ne kalır geriye? Yaşamı hiçlersek ne kalır geriye? Yokluk. İşte o, varlığın kendini açmasındaki boyut. 

 

 

Nerededir bu edebiyat yapıtı? Bir şiir nerededir, bir öykü? Yokturlar. Bu tepeleme dolu doluluğun olduğu, bu vıcık vıcık dünyada; bu insanların eksiklik eksiklerini duymadıkları dünyada, edebiyat nasıl soluk alsın? Olmayan varlıklar; onlar, kâğıttaki mürekkep lekeleri, tuvaldeki boyalar, çizgiler, kulağımıza ulaşan sesler müzik olarak: Sanat yapıtının izleri burada. Kendisi yok. Roman kahramanları aramızda değil, zaman içinde değiller bizle birlikte. Ayrı bir zaman ayrı bir mekândalar. Hiç olmadılar. Olmayacaklar. Elbette andıracaklar gerçekte olanları. Benzeyecekler, insana, dünyaya. Şiirdeki sözcük, şiirde anlamını bulacak, dışında, şiirin, günlük konuşma diline dönüşecek. Resimdeki çiçekler, çıkıp resimden, bu dünyanın çiçekleri olacak, bu dünyanın zamanında solacak. Oysa resimdeyken hiçtiler, buraya ait değillerdi. Kendi zamanlarında, kendi mekânlarındalar. Neresi orası? Burada yoklar ama. Tablo var, fiziksel olarak. Resimse yok. Şiir var, fiziksel varlığı ile, kâğıt üzerinde ya da kaydedilen ses olarak. Kendisi yok. Resim tuvale, çizgiye, boyaya nasıl indirgenemezse, şiir de sözcüğe indirgenemez. Tuval, çizgi, boya, sözcük var oysa ne resim ne de şiir var.

 

 

Olmayan bir şeyle bağlantı kuruyoruz, şiirle yaşarken. O olmayanı, kendi olmazlığı, yokluğu, hiçliği ile yaşayabilendir, okur. Hiçi, hiçliği yaşantılayabilendir. Gerçek sanat yaşayıcısı, sanatın fiziğini, sanatın maddesini yaşamaz; o fizikteki, maddedeki sanatı yaşar. Hiçliği yaşar. 

 

 

Elbette söylediklerimden “hiçlik”, “olmayan” sözleriyle oynadığım, onun anlamını belirgin kılmaktan kaçındığım sonucu çıkarılabilir. Sanat insanın hiçleyebilme gücünden doğdu. Mağara duvarlarına çizdiklerini bugünkü gözlüklerimizle okursak, insanın sanat tarihini çok eskilere götürebiliriz. Bence, sanat değil onlar. Sanata giden yolda başlangıç adımları. Sanat bu dünyada olmayana açılan bir kapı. Hiç kapısı. Neden hiç. Bu dünyada bulunmadığı için hiç. Bu dünyada bulunmayan hiç midir? Örneğin,  mantığın, matematiğin nesneleri? Platon’un ideaları?

 

 

Hiç edebiyatın, genel olarak sanatın yokluğuna karşın söylenmiştir. Yaşamını sanatın, edebiyatın varlığı ile doldurduğunu düşünenlere karşı söylenmiştir. Sanat yapıtlarına para akıtan varsıl insanlar, bir hiçe mi harcıyorlar varlıklarını? Hiçin izlerine. Kâğıttaki mürekkep lekeleri, mimarlık ürünlerini oluşturan taşlar, çimentolar, ahşaplar, hiçin izleridir. Hiç onlarda, Heidegger’in bir başka bağlamda kullandığı sözüyle, hiçlemektedir. Hiç hiçlendiğinde izlerden sanat yapıtına yürürüz; hiç hiçlendiğinde izleri oluşturacak, mürekkep lekelerini, taşları, boyaları kullanarak yapıtı ortaya koyarız.

 

 

Hiç, bu dünyadaki hepliği anlamak için yaşamamız gereken süreçtir. Kendimizi boşaltmak, saçma sapan anlam yığınları arasından, kendimize yeniden başlamak için gereklidir. Hiçleyen, sanat yoluyla, hiçleme sürecini gerçekleştirebilir. Sanat, edebiyat, tek hiçlenme, hiçleme yolu değildir. Hiçleme, irademiz dışında bir ruhsal bozukluk da olabilir. Toplumsal, ekonomik, sorunlarla başetme yolu da. Oysa sanattaki hiçleme, ahlak boyutu olan, bu dünyanın alışılagelen sınırlarının dışına taşmaya olanak veren bir başarıdır. Okur hiçler, yapıt hiçlenir, yazar hiçlenir. Yazar hiçler. Okur ve yapıt hiçlenir.

 

 

Hiçlenince dünya yiter. Yeni bir anlam dünyası gelir. Kokuşmuşluğun kaynağında hiçleyememe beceriksizliğimiz durur.

 

 

Okur bunları anlamak için, söylenenlerin hiçliğini görmeli. Olağan dünyada işleyen bu yazıyı, bu konuşmayı hiçlemelidir. Hiçlemenin bir oyun olmadığını hiçlenenlerin yanan yüreği bilir.

 

 

Sanatın hiçliğinde durur yaşamın içliği.

 

 

Ahmet İnam

 

 

 

MERHÂBÂ ŞİİR, MERHÂBÂ METAFİZİK (Ahmet İnam)

 

 

 

Şiir yaşamdadır. Yaşamın soluk borusu, öteyi gören gözü olarak. Şiir dünyadadır ve insandadır. Bundan dolayı şeytânî, bundan dolayı rahmanîdir.

 

 

Ortadoğu, insanına şiir emzirir.

 

 

Ortadoğu insanı metafiziği şiirde duyar.

 

 

Metafiziğin şiire kapısı vardır. Tıpkı diğer sanat dallarına, bilime, felsefeye, dine, hikmete, folklore, günlük yaşam bilgisine olduğu gibi. Metafiziğin sayısız kapısı vardır, sayısız bilgi, ilgi, duygu, görgü alanlarına. Metafiziğin bedene bile kapısı vardır.

 

 

Kapıya gelmektir, gelebilmektir sorun.

 

 

Hayatın şiire kapısı elbette vardır. Kapısız şiir olabilir mi?

 

 

Kapısız metafizik? Metafiziksiz kapı olabilir mi? Her kapı metafiziğe açılabilir, duran varsa önünde, durabilen. Her kapı şiire açılabilir, şiirleyen varsa, şiirlenen. Şiirin ve metafiziğin ortaklığı orada: Açılmadıkları nesne yoktur, açılmadıkları varlık. Açanı varsa, açılanı, göreni; şiirin ülkesi metafiziğin ülkesiyle kapılar doğurur, kapılar "çağlar", kapılar açar, kapılar kırar, yıkar, kapar. Kapılar ülkesidir. Belki de: Şiir de, metafizik de kapıdır. Hem iki ülkedir, birbirleriyle bir yanlarıyla örtüşen; püskürttükleri kapılarıyla; Terra poetica, Terra metaphysica! Âlem-i Şiir, Âlem-i Mâbâdettabîa! Neyin, nelerin kapısıdırlar? Duranına bağlı, önlerinde. Kapıların kapısıdır onlar.

 

 

Metafizik bir alan, bir ülke. Bir uçsuz bucaksız âlem. Gözlemlenebilir, hesap edilebilir olanın ötesi. Bilimle bulunabilir olanın ötesi. Bilim metafiziğin ülkesinde büyümeye başladı. Adım adım onun bölgesini ele geçirdi. Büyümeyi sürdürüyor.

 

 

Şiir ükesi, başlangıçtan beri metafizik ülkesinden ayrıydı, ortak alanları, birbirlerine kapıları olsa da.

 

 

Şiir ülkesi, kültürü yaratmış bir ülkedir. Metafiziği, dini, felsefeyi, sanatı, hikmeti doğuran odur. Sonra koptu onlardan. Başlangıçtaki anlamı zaman içinde dönüşüme uğramadı değil; içinde manzume ülkecikleri doğdu, bu ülkecikler onu ele geçirmeye kalktılar. "Rhetorik" şiirden salt güce; ele geçirici, sömürücü, yok edici güce doğru gelişti: Ölçülü uyaklı sözleri manzume ülkesinin, şiire musallat olmaya, onu istilâ etmeye çalıştılar. Şükür, şiirin hâlâ manzume tarafından ele geçirilmemiş bölgeleri vardır. Şairlerin yüzü suyu hürmetine durur şiir ülkesi, bağımsızlığıyla. Bunca şiir kuramının, edebiyat öğretisinin, dilbilim tekniklerinin, şiir tanımaz "felsefe yapma" çabalarına karşın, şiir hâlâ ayakta durmakta; şiir ülkesi oldukça toprak kaybetmekle birlikte, istiklâlini muhafaza ediyor, bir bakıma.

 

 

Şiir, "söyleyen insan"la başladı. Hem Türkçe'deki "yır", "ır" sözcüklerinde, hem Almancadaki dichten (Latince dictô'dan geldiği söylenebilir!) de bu özellik görülebilir. Batı dillerinin büyükçe bir bölümünde Eski Yunancadaki poiêsis'le ortaya çıkan şiir sözcüğü, bir tür ürün ortaya koymayı; yapmayı, üretmeyi anlatır; bu üretim başlarda şarkı ve türkü ile söylenerek gerçekleştiriliyordu; destan söyleyiciler, "söz"den, epos'dan yola çıkıyorlardı; arkalarında onlara esin veren güçler musa'lar vardı, onun için sanatları mousikê adını alıyordu. Şair, müzikle, dansla, esinle "üretiyordu." (Evmusos, sözü, esini "iyi" olan anlamında mâhir şairlere verilen bir sıfattı!)

 

 

Bizim dilimizde, Ortadoğulu'nun yaşamında yüzlerce yıldan beri egemen olan "şiir" sözcüğü, "şu'ur"la, "şe'ere" sözcüğü ile ilgiliydi. Arapçada çok zengin anlamlara kaynaklık eden "şe'ere", öğrenmek, anlamak, sezmek, farketmek, algılamak, duymak, bilincine varmak, şiir oluşturmak... gibi anlamlar taşıyordu. "şa'ir", yalnızca şiir söyleyen değildi; anlatıcıydı, derin sezgileri olan biriydi. Şâ'iriye sahibi, şiirsel güç sahibi biriydi.

 

 

Batı dillerinde şiir vurgusu, poiêsis sözcüğünden yola çıkılarak bakıldığında, üretmek, ortaya koymakla ilgiliydi; bizde ise, "anlamak", sezmekle.

 

 

Biraz da bundandır: Ortadoğulu'nun şiir ülkesinin kapılarında durucu olması!

 

 

Söyleyicilik, iki kültürde de var: Şâ'ir söyleyicidir, hele Moğolcada, çok geveze, çok konuşkan anlamlarına geldiği savı açısından bakıldığında, "ozan"da da böyle bir özellik görüyoruz; Batılının rapsôdia'sında da olduğu gibi, şiir "okuma" özelliğini; şiirin, söyleyen boyutunu kavrıyoruz.

 

 

Şâir hileci olarak görülmüş iki dünyada da, Batı ve Ortadoğu'da, çoğunlukla; örneğin, Almancadaki Gedicht, buluş(Erfindung) anlamına geldiği gibi, hile (Betrug) anlamına da gelebiliyordu.

 

 

Şiir ülkesi, hayata bu zıt özellikleriyle yansımış, yaratıcılığının yanında, güvenilmezliği ile de; örneğin Platon'un, Kurân-ı Kerim'in uyarıları olmuştur şiir hakkında.

 

 

Bu ikircikli durum, şiirin metafiziğe açılımını engellememiştir. Şâir, sözün basmakalıp anlamlarını, günlük dilde kullanıla kullanıla aşılmış anlamlarını aşabilen biridir. Dilin olanaklarını sınayan dil olanakçısıdır. Dilin alanı, düşüncenin alanıyla içiçe olduğu için, şair, metafiziğin kapılarından geçebilen bir varlıktır. Kimi sıradan metafizikçilerden daha cesur, daha atılgandır. daha yaratıcıdır, bir açıdan. Metafizikçinin süt annesi olabilir, eğer o gönüllü ise. (Örneğin Heidegger'in gönüllüğü gibi!)

 

 

VARLIK, YAŞANTI, ANLAM SÖZ

 

 

Metafizik şiir ilişkisini açıklayabilir umuduyla, bu yazının çerçevesi içinde bir kavramsal tasarı sunmayı deneyeceğim.

 

 

İnsan, yaşantısı olan, yaşantılayan bir varlıktır. Yaşantı, bilinçli, bilinçsiz özelliğiyle insanı, bu dünyada, bedeni içinde var eder. İnsan yaşantısı nesneleri, tek tek varlıkları yaşantılar (tecrübe eder!). Bu nesneler alışılmış anlamda fiziksel nesneler olabileceği gibi, düşünsel nesneler, düş nesneleri de olabilirler. (Uykudaki düşlerimizin, uyanıkken kurduğumuz düşlerin, düşüncelerin...) Bu nesnelere varlıklar (Heideggergil anlamıyla Seiende!) de diyebiliriz. Bunların tümünü oluşturan ve her bir nesnede içkin olarak bulunduğunu düşündüğüm Varlık, yaşantı konusu yapılamaz! Demek ki yaşantı ile Varlık arasında bir uçurum vardır! Bu uçurum bir sınır yaşantı olan anlam verme yaşantısı ile kapatılır! Anlam verme yaşantısının nesnesi fiziksel nesnelerden, düşünsel nesnelerden farklıdır: Burada bir "x" üzerine çalışır yaşantı; onu anlamla dokur! (Bir anlamıyla Edmund Husserl'den edinilmiş görüşler bunlar!) Varlık bize düpedüz yaşantı ile verilmiyor; bir anlamıyla bizden esirgenmiştir! Varlıklar verilmiştir yaşantımıza, fiziksel nesneler, düşler, düşünceler, ama Varlık verilmemiştir. Düpedüz (Almancada, blosse!) yaşantı ile varlık arasında ANLAM UÇURUMU vardır! Nesneleri algılarız; algılarken anlamları da eğitimle, o kültür içinde bize verilir! Bunlar günlük yaşam sorunlarının çözümünde yüzyıllar içinde edinilmiş yaşantılardır. Anlam yaşantılarını zamanla gerçekleştirenler, bunu bizim düpedüz yaşantılarımıza aktarmışlardır. Bundan dolayı gündelik olağan yaşamda anlamları da algaladığımızı düşünürüz! Oysa onların Varlık açısından anlamı bizden saklanmıştır! Öyle olmasaydı, sanatta, bilimde, felsefede, uçsuz bucaksız araştırmalar, denemeler sürüp gitmezdi. Düpedüz yaşantı ile Varlık kavranamaz! Bu evren, bütün bu nesnelerin anlamı! Düpedüz algılamanın ötesinde, onlardaki Varlığı yakalamak açısından tek tek nesnelerdeki anlam da bize verilmemiştir! Tek tek nesnelerde, ister fiziksel, ister düşünsel, ister bunların dışındaki bir varolma biçimiyle, tüm nesnelerde, varlıklarda Varlık vardır! (Tam bir metafizik (!) cümle oldu ama!) İşte bu Varlık, ancak anlam verilerek, ancak yorumla, iğreti bir biçimde kavranabilir. Her anlam verme atılımı geçicidir, değişmeye, dönüşmeye açıktır. Anlamlar, "yakalanıp", değişmez kılınacak bir yapı taşımazlar! Bundan dolayı Varlık hakkında tek "yorum" tek görüş yoktur: Ne sanat ne bilim ne din ne de felsefe alanında! Anlam uçurumu oradadır,anlam verme yaşantısıyla doldurulmaya çılışılır, hiçbir zaman doldurulamaz. Metafizik ülkesi bundan dolayı bir uçurum ülkesidir, bu ülkeye yürüyen uçurumda "yürür", düşmemek için "anlam" dediğimiz iğreti dallara tutunur.

 

 

Peki söz nerede durur?

 

 

Varlık, yaşantıdan öncedir; sözü ise yaşantı doğurmuştur! Önce varlık vardı! İnsan yaşantısı varlıkla anlam uçurumu içinde ilişkiye girdi. Anlam verme çabalarının gelişmesiyle, yaşantı, sözü doğurdu! Yaşantı, sözü doğurdu ama, söz yaşantının "doğal" bir uzantısı değildir! Söz ile yaşantı arasında yine bir anlam uçurumu vardır!

 

 

İnsan yaşantısı ne Varlığı mutlak, kesin olarak "bilebilir" ne de "Söz"ü! Söz, tüm dilleri (yapay ve doğal!), bedensel, elektronik, görsel, kokusal, dokunmasal... her türlü iletiyi, ileti düzenlerini içerir. Sözlere "uzlaşımsal" olarak anlamlar yüklenmiştir; bunlar dilsel anlamlardır, semantik, sentaktik, pragmatik... anlamlar. "Söz" de, Varlık gibi b ir "x"dir. (Husserl'i tanıyan okur, ondan nerelerde ayrıldığımı görebilir!) Onun dilsel, imsel yaşantılar dışındaki anlamı ancak, anlam yaşantılarıyla denenebilir, yorumlanabilir; yorumların hiçbiri mutlak, değişmez, kesin değildir.

 

 

Yukarıdaki şekle bakarak, insan yaşantısının söz ve Varlıkla ilgili olarak iki uçurum arasında kalan bir "dağ" olduğunu görebiliriz: Belki sözü, yaşantıyı, varlığı ve anlam uçurumlarını birleştiren, şekilde kesikli çizgi ile gösterdiğimiz bir bağ vardır aralarında: Oysa, yaşantı, iki yanımda bulunan bu iki uçurumu yaşar: Genişleyen, açılan, geri çekilen; kısaca, devinen, yürüyen(!) bir dağdır o; ne denli uğraşsa uçurumu kapatamaz. Yaşantı, söz ile varlık arasında yalnızdır! İyimser bir yorumla: Söz ile varlığı kucaklamaya, onlara ulaşmaya çalışan bir yolcudur.

 

 

ŞİİR, METAFİZİK

 

 

Şiir, söze doğrudur; metafizik, Varlığa: İkisi de uçurumlar üzerinde yürür, iğreti köprüler, bağlantılarla. Şair, anlam yaşantısıyla söze yönelir, oradan, yeniden yaşantı dağından geçip, Varlığa, sözden-varlığa uzanmayı deneyebilir; çifte uçurum geçerek! Bu gidiş gelişler sürekli olur, her defasında geçilen uçurumların sayısı artar!

 

 

Böyle çifte uçurumlar aşarak yürüyen (belki de uçan!) şair, söze, yaşantıya, anlama, Varlığa değinmeye çabalayan, metafizik ağırlığı olan şairdir.

 

 

Genel olarak, şairin yürüdüğü yön sözdür; şekle göre, varlık arkasında kalır şairin! Varlık sözde oturmaz (Heidegger'in dediği gibi değil!) Sözdeki varlık, yaşantı ile uçurumlar açarak yorumlanabilir.

 

 

Şiirde hile nasıl yapılır?

 

 

Şair ne söze ne varlığa yürür, sözcüklerle oyun oynar; yazdıklarında ne söz ne yaşantı ne anlam (metafizik anlamda!) ne de Varlık imâsı vardır! Sözcüklerle oynayarak, kendine uçurumlar aşmış şâir süsü verebilir: Taklitçidir, oyuncudur, teknisyendir! Yaşantısı "icat" çıkarma yaşantısına benzer, oysa icattan çok, gözümüzü boyayan bir sihirbazdır!

 

 

Sözde sözler söyler, sahici söze kör olduğundan; söze doğru yürüyemediği için, beğenilme, dikkat çekme tutkusuyla, sözde yaşantı içindedir; anlattığını duymaz; başka şeyler düşünür, başka şeyler yaşar; yaşantı tabanı olmayan sözcükleri pıtrak gibi kuşatır şiiri; sözde anlam içindedir; "derin" anlamını, Sözsel, Varlıksal, metafizik anlamını yaşayamadığı sözde anlamlarla bezer şiirini, sözde Varlık'ı anlatır: Şiiri, metafizikten uzak, uyduruk, temelsiz, uçurumlardan geçmemiş varlık imâlarıyla doludur.

 

 

Şair söze yürürken ardındaki Varlığı farkedip, çifte uçurum aşma gücü ve ufku içindeyse, Varlık imâlarıyla anlam dünyamızı şenlendirip, acılandırarak anlam ufkumuzu açabilir!

 

 

Ahmet İnam

 

6/6/2007

 

ŞİİR, ŞİİR, ŞİİR (Ahmet İnam)

 

 

 

Meselâ, şiir nereden başlar? Nerede biter? Nerede bulunur? Peki, nedir şiir? Sadece bir edebî tür mü, yoksa ondan fazla bir şey mi?

 

 

Elbette şiirîn hikmetinden sual olunmaz. Şiir, uzam ve zamanda yer alan bir nesne gibi bilinemez. Salt bir düşünce de değildir. Derrida’nın deyimle bir “belki” ırmağında bulunur.[1] [1] Belki ırmağında örneğin, “yaşam tiksintisi”[2] [2] duyanlar, yaşamdan uzak kalmak isteyenler bulunur. “Belki” bir kenosis’dir.[3] [3] Boşluk açmaktır; alışılagelen pılı pırtı bakışları, düşünceleri bir kenara iterek, yeni bir anlama alanı, yaşam alanı[4] [4] açmak. “Ayaklarım nereye basıyorsa baba yurdu oradadır”[5] [5] diyenlere karşı. Şiir bir baba yurdu değildir!

 

 

Şiir küre çatma anlamında bir “belki”! Dünyaya, şiir küreler çatmak gerek, şiiryuvarlar! Dünya, şiiryuvarlar içre solunursa dünyadır. Ayağımın bastığı yer nasıl vatanım olabilir? İçinde 1. Yârim 2. Şiir küre yoksa? Dünyayı yuvarlayıp küreselleştirenler, “yâr”larını unutuyorlar. Hiçbirinin yâri yok çünkü.[6] [6]

 

 

Şiir bir yurt tutma işidir, Heidegger’e yakın anlamıyla: Bir oikêsis dir. Yâriyle yurt tutar insan. İçindeki dışındaki yâriyle. Yâr şiiri besleyen bir erktir, güçtür, enerjidir. Erôs’tur, libido’dur, wille’dir. Yâr, küreye yuvarlanmış insana cinsel nesnedir, yatak arkadaşıdır. Şiiryuvar yoğun bir dünyayı ayakta tutan bir güç kaynağıdır oysa, “belki ırmağında” yürürsek. Pılı pırtı, ıvır zıvır[7] [7] dünyasının zıppırları olan entelektüeller, dünyayı kavramlara, sözcüklere boğarlar.[8] [8] Sözcüklerin çökeltisi altında, canı çıkmış dünyada, şiiryuvarlar çatamazsanız!

 

 

Şiirin geldiğini ayak sesinden anlarız. Ivırla zıvırla dolu dünyada bu ses duyulmaz! Fizikte olduğunun aksine, şiirin ayak sesleri ancak boşlukta duyulabilir! Şiirin sesini ileten ortam boşluktur. Oysa, tıklım tıklımdır dünyamız, hınca hınç doludur. Bu boşluk yokluğu, bu tehî olmayan dünya, şiiri buyur etmez. Şiir bir eldir, yabancıdır, itilir sınır kapılarından dünyanın. Şiire karşı bu düşmanlık[9] [9] , onun yeryüzünde “mevzûn, mukaffâ” söz olarak anlaşılmasına yol açar. Kapıdan kovdukları şiiri, bacadan manzume olarak alırlar, kendilerine şair diyen zıppırlar! Arada bir düştükleri geçici boşlukları şiirsel boşluk sanırlar. Orda değildir oysa şiir. Şiir yurt tutabilmek[10] [10] için “kalıcı” [11][11]  boşluklar ister.

 

 

Şiire belki ırmağından gidilir. Bu ırmakta yürünürse, görülür ki içimizdedir şiir!

 

 

 Unutma, içimizde çoğu zaman

 

 

 Ateşli bir şiir vardır uyuyan. [12][12]

 

 

Şiir ateşlidir. Yârin ateşidir, ateşi. Öteki’nin ateşi! Batı kültürünün öteki’si, Levinas’da doruğuna varan biçimiyle, Yahudi-Hıristiyan gelenekten izler taşıyarak, bizim dilimizdeki şiir kürede yâre dönüşür! Dolular âleminin zıppırları yârin peşinden gitmeyi budalalık sanırlar. Şâir bir budaladır, boşlukta duyduğu ayak seslerinde dolayı belki de!

 

 

 Kolla düşlerini:

 

 

Bilgeler budalalar kadar güzel düş göremezler.[13] [13]

 

 

Yüreğimizin bağ bozumu sürekli olarak gerçekleştiği için şiirle, sürekli hasadı alındığı için gönlümüzün, hasta derler bize, biz şâirlere.[14] [14]

 

 

 Kalbimiz bir kez bağ bozumuna uğradı mı

 

 

Sayrıdır gayri yaşam. Bilsin herkes bu gizi.[15] [15]

 

 

Sayrı olan, sağlıksız olan bu vıdı vıdı dünyadır. Gönlümüzden hasat alınmasına, şiir devşirilmesine dayanamaz. Şâiri manzumeci yapar. Manzumecilere sözde saygı gösterip, “çok büyük ruhlular”[16] [16] dese de, onların kötülüklerinde de büyük olabileceklerini düşünür.

 

 

Çok büyük ruhluların çok büyük kötülüklere, çok

 

 

büyük iyilikler kadar güçleri yeter.[17] [17] 

 

 

 Bu denli güçlü olan şâir ruhu, şiirin oyuncak olmadığını bilir. Şâirlik zordur, şâiri susturmak zordur çünkü. Şâiri susturamazlar, onun anası sütsüzdür. Sütü olmayan bir anadan, boşluktan, hiçlikten emen şâiri hiçbir ninni susturamaz. Mehmed Hasib Dûrrî (1844-1915) söylüyor:

 

 

                        Şâirin şi’rine eyler kuberâ istihzâ

 

 

                        Lu’b-i sıbyan mı sanırlar acabâ bu fenni

 

 

Mâderi sütsüz olan tıflı avutmak müşkil

 

 

Sesi kesmez ne kadar dense de neni neni

 

 

 “Erbâb-ı teşaür çoğalıp, şâir azaldı” dermiş Muallim Nâci. Teşaür, şâirlik iddiasında bulunan, şiir kurnazı, zorluğu yaşamadan şiir tavrını gerçekleştirmeden şâir olmaya kalkandır.

 

 

 Şâirlik zordur, şiir zor. Boşluktan söz devşirmek.

 

 

Her şey zor! Acı öyleyse,

 

 

Sen herkesten çok şâire

 

 

Amacı coşkudur çünki,

 

 

Çünki en zor iş onunki.

 

 

Affet şâiri, şiiri![18] [18]

 

 

Şiirin zor, şâirin zor olduğu anlaşılsa da, şiirin, şâirin ne olduğu anlaşılmamıştır.

 

 

NELİĞİ ÜSTÜNE ŞİİRİN

 

 

 Şiir bir varoluş biçimidir. İnsan dünya gezegeninde varlığını, nice zorluklarla da olsa, sürdürebildi; bir anlamda da sürdürebiliyor. Karnını doyurabiliyor, neslini sürdürebiliyor. Bir ölçüde doğal felaketlerle, kıtlıklarla baş edebiliyor, oldukça çok fire verse de bu kavgasında. Kendi kendisiyle savaşıyor, kendi kendini kırıp geçirebiliyor.

 

 

 Tutunuyor ama sonunda. Hâlâ bu gezegende var. Tutunma bilgisini geliştiriyor, bilimde, tıpta, teknolojide bilgisini genişleterek; daha güçlü tutunmaya çabalıyor.

 

 

 Mağarasında yaşarken, ava çıkıyor, çevresiyle kavga ediyor, tutunuyor, türünü sürdürebiliyordu. Tutunma kültürü, bu gezegendeki binlerce yıllık tarihi içinde insanı var kıldı. Tutunma kültürü bugünde bugün de egemenliğini sürdürüyor. Yarışmacı, neoliberal düzende, insan tutunmak için koşturup duruyor.

 

 

 Şiir bu tutunma kültürünün dönüşmesiyle ortaya çıktı. Karnı doymuş mağara insanı, cinsel açlığını da biçimde giderdikten sonra ya da bu açlığın yarattığı enerjiyle, belki de mağarasından, yeni doğmuş aya bakarak, belki de kuşluk vakti çiçek açan ağaçları alaca karanlıkta fark ederek ilk çığlığını attı: yere göğe inledi: Şiir, bir kültür olarak, bir tavır, bir yaşam biçimi olarak bu inlemeden çıktı.

 

 

 Şiir kültürü, tutunma kültürü içinden, tutunma kültürü sonrası doğdu: Ardından iki yeni kültürü doğurdu: Anlam ve bezeme kültürünü.

 

 

 Tutunma koşuşturması içinde attığı çığlık, onu türkülere, müziğe götürdü. İçindeki duygu ve düşünce güçlerini uyandırdı. Bu koşuşturmanın anlamını aramaya başladı. Kimi yerlere, kimi nesnelere, kimi insanlara kutsallık atfetti. Değerlerini oluşturmaya başladı. Dili, düşünce ve duygularının gelişmesiyle gelişti. Demek ki şiir dilden önceydi, bir çığlıktı, bir böğürme, bir homurtu. Dil şiirden sonra doğdu!

 

 

 Kendini ifâde etmeyi denedi, bu arada. Tutunma kültüründen, şiir kültürüne, oradan anlam ve bezeme kültürüne geçişte, duvarlara resimler yaptı, onlara büyüsel anlamlar verdi, büyüyle “kerâmetler” gerçekleştirmeye çalıştı. Dünyayı araçlarla bezedi. Araçları tutunma kültürünü geliştirmek için kullanırken, verdiği anlamlarla yeryüzünde evler, tapınaklar yaptı, totemler yarattı! Ahlâk ve estetik kaygıları gelişti, bu gelişmeyle değerlerini daha belirgin kıldı; dilini, müziğini, resmini, heykelini, mimarîsini, şehirciliğini geliştirdi; anlam ve bezeme kültürü giderek tutunma kültürüyle bütünleşti.

 

 

 Bu dönüşümleri sağlayan şiiri, tutunma, anlama ve bezeme kültürleri, kendi içlerinde çoğu zaman gizil olarak, arada bir de şiir olan yapıtlarla, yaşamlarla, tutumlarla etkin bir biçimde hep taşıdı. Şiiri, tutunma yoğun bir yaşam içinde ürün olarak anlamaya başladı, onun bir tavır, bir duruş, bir algılama olduğunu unuttu çoğu kez. Müziğe kattı şiiri, türkü söyledi; resimlere, heykellere kattı, büyüsel bir kılık verdi şiire, inancına kattı. Dinsel ayinlerde, tapınmalarında kullandı. Kutsal saydığı metinlerin diline işledi.

 

 

 Tutunma yaşamında bilgisini yığma bilgi olarak kullandı çoğu zaman hâlâ da öyle yapıyor. Bilgisini süzmeye başladığında, anlam kültürünün etkisiyle “hakîkati” aramaya başladı. Bilimi ve felsefeyi oluşturdu. Unutmayalım, yığma bilgiyle hakîkat aranmaz.[19] [19]

 

 

BELKİ IRMAĞINDA ŞİİR YOLCULUĞU 

 

 

Şiir, yaşanan dünyaya belli bir duruşla başlar. Duruş olan şiir, şiir yolculuğunun başında durur. Şiir âleminin kapısıdır. Şiirin, salt bir edebî ürün olmadığını söylemiştik. Bir insan şiir olabilir: Bir yaşam. Yaşamının, kendinin şâiri olabilir insan. Bu, deyim yerindeyse eko-genetik bir niteliğidir, potansiyelidir insanın. Gücüdür. Çevresi ile bedensel yapısının etkileşimi içinde ortaya çıkmış bir özelliktir.

 

 

Mağara insanı, bir çığlıkla, bir inlemeyle, bir feryatla duyurmuştu, şiirsel duruşunu dünyaya. Bir duruş olan şiir, insanın bedeninden yayılır, duygu ve düşüncelerini etkileyerek çevresine.

 

 

Belki olanağını keşfeden insan, tutunma kültüründen, kendine yeni bir kapı açtı. Duruş olan şiiri gerçekleşti, dünyayı, kendi içinden, bedeninden, duygularından, aklından, ilişkilerinden, çevresinden süzerek geçirdi. Bu, dünyayı, kendini süzgeç kılarak süzme, ona, anlam kapılarını, dünyayı ve kendini (kendisi dünyadır zâten!) bezeme pencerelerini açtı. Kendini kendine, dünyaya, çevresindeki gerçekliği şiirden geçirerek takdim etme, sunma olanağını buldu. İnsan, kendini şiirlemeyi, şiir olarak takdim etmeyi öğrendi.

 

 

Duruşuyla kendini arındırdı tutunma yoğun yaşam doluluğundan; boşalttı içini kaplamış tutunma dünyasını, içinde ve dışında kendine yer açtı.

 

 

Olanaklarını araştırdı. Açılan yere, tutunma yoğun bir yaşamda edindiği dilinin sınırlarını zorlayarak, düş gücünün yardımıyla, farklı olanı koymayı denedi. Farklı olanı araştırdı. Kendi kültürünü, destanlarla, türkülerle, tutunma yoğun kültür içinde şiirin bu farklı duruşuyla besledi. Söylencelerini masallarını kurguladı. Şiir duruşuyla kendine, ilişkilerine, diline, duygu ve düşüncelerine, bedenine farklı bakmaya çabaladı. Kendine, kendini anlatacak ifâde aradı şiirle! Bir duruş olan şiir, kendini edebiyatta, seyirlik oyunlarında, resimde, heykelde ürünler olarak gösterdi. Tutunma dünyasının ifâde biçimlerinin ötesinde ifâde yollarını keşfe çıktı.

 

 

Şiirsel takdim, şiirsel bezeme, şiirsel kendini ortaya koyuş, tutunma kültürü dışında anlama yolları açtı ona. Bedenindeki oynama dürtüsüyle birleşince tutunma dünyasında kendini sınırlayan etkilerden kurtulmayı denedi; bakışında, kavrayışında, anlayışında özgürleşmeye çalıştı. Homo ludens, oyun oynayan insan, şiirleyen insanla örtüştü.[20] [20]

 

 

Şiirleyen duruşuyla insan, belki ırmağında yol almaya başladı, dilin sınırlarında dolanmayı denedi. Dilin olanaklarını keşfe başladı.

 

 

Böylece yola düştü. Bir duruş olan şiirden, bir yola düşme, yola çıkma olan şiire doğru ufuklarını genişletmeye çabaladı.

 

 

Belki ırmağı onu beri âleminden, bu tarafta olan dünyadan, ötede olan dünyaya doğru taşımaya başladı.

 

 

Yola düşme olan şiir süresi, dinleme tavrı, becerisi, eylemi ile gerçekleşir. Dinleme, kendini, kendindeki sesi, evrenin doluluğundan, o doluluğun içinden gelen sese açar insanı. Dinleme insanın sabrını dener. Dinleme insanın kalıplarını kırıp, tüm bedeninin, duygularının ve aklının kulak kesilmesini ister. Oysa tutunma yaşamı içindeki insan, içini savunma mekanizmasıyla, alışkanlıklarıyla, kendini koruyup, sürdürmeye yarayan taktik ve stratejilerle donatmıştır. Bu doluluk, onun dinlemesini, kendini kollamayı bırakıp dinlediğine kendini açmasını, adamasını engeller. Bundan dolayı duruş olan şiirle başlamak gerekir: Duruş olan şiir boşaltır yer açar çünkü. Bu açılan yerin boşluğunu taşıyabilmek zordur, insan boşluğa kolay kolay katlanamaz, belki bir yansıtma (projection) mekanizması sonucu doğanın da boşluktan kaçtığını söylemiştir.[21] [21] Oysa, Lucretius’un bir başka bağlamda söylediği gibi[22] [22]

 

 

 gösterir ne çok daha az boşluk var içeride[23] [23]

 

 

sözü, içinde boşluk bulamayan, içindeki pılı pırtı doluluğuna şaşan insanın sözü olmalıydı. İçinde şiiri alacak boşluk olmayana şiir gelmez. “Ne çok daha az boşluk” olduğunu görünce, boşluk azlığını görünce kahrolan insandır, şiir duruşundaki insan. Belki yukarıdaki dizeyi

 

 

                        gösterir ne çok boşluk azlığı var içeride

 

 

diye yorumlayabiliriz! İnsanın boşluktan değil, boşluk azlığından korkması gerekir. Nedense tersi olmaktadır. Boşluğa dayanması için tutunma kültürü içindeki insanın sabır gücünün son derece gelişmiş olması gerekir, belki ırmağındaki yolculukta. Evrenin sesine, varlığın, yokluğun sesine açılan bir kulağın korkusu, yalnızlığı, çok şiddetli olabilir.

 

 

Burada Doğu hikmetinden alınacak dersler vardır: “Belki” yaşantısı şiir yolculuğunda yumuşaklık (docilité, soumission) gerektirir. Uslu olmak, teslim olmak, boşlukta boşluk olmak, varlıkta varlık.

 

 

Yola düşen, yeterince direnir, sabır ve yumuşaklığını (itidal!) koruyarak, içindeki ve dışındakini dinlemeyi bilirse, üçüncü aşamada dönüşmeye başlar! Dönüşüm bir coşku ve isteme gücü oluşturur. Buradan dördüncü aşamaya sıçranır. Bir geçiş olan şiire. Bu dünyanın, bu dilin, bu düşünme biçiminin ötesinin kapısı aralanır. Beride olan dünya ile vıdı vıdı dünyası ile ötede olan dünya arasında belki ırmağı boyunca şiir durur! Geçiş aşamasında dönüşmeye dönüşen, sürekli dönüşme olan bir yaşama varılır. Dünya salt bir dönüşme kesilir. Şiir, dönüşmeye durur. 

 

 

Bütün bu ırmak boyunca yaşanan şiir serüveni ürüne dönüşürse, bu ürünler ne olarak çıkar önümüze?

 

 

Sanat yapıtı olarak çıkabilir. Düşünce yapıtı olarak da, sanatta, edebiyatta, bilimde, felsefede.

 

 

Bir tavır oluşumu olarak kendini ortaya koyabilir şiir. Tavrımız şiirsel bir ürün olarak sunabilir kendini. Bir karakter oluşumu da olabilir. Şiir olur insan. Şiirleyerek kendini. Nihayet, bir yaşam biçimi de olabilir şiirsel ürün: Yaşama biçimimiz şiir olabilir.

 

 

ŞİİR ve HİKMET

 

 

İnsan yaşam karşısında savrulan bir varlık. Çoğu zaman, savrulmayı istemediği hâlde savrulur. İtilip kakılmak, sürüklenmek istemez. Değişik kültürlerdeki hikmet, yaşam deneylerimizin süzülerek, içselleştirilerek düzenlenip, kuşaktan kuşağa sözel ya da yazılı olarak aktarıldığı bilgiler yumağı olarak, karşımıza kendini bilen, olgun, onurlu insan tipi çıkarıyor, örnek insan beklentisi içinde. Örneğin, bizim kültürümüzde rastgele seçeceğimiz şiir formunda bir örnekte bunu görebiliriz.

 

 

                        Ne olurdu beni dünyâya gelirken yâ Rab

 

 

                        Âlim ü kâmil ü fâzıl olarak halk etsen 

 

 

Kimseden etmez idim şimdi temennâ-yı edeb

 

 

Beni meşmûl-i fezâil olarak halk etsen[24] [24]

 

 

Kendi kendine yeten, erki kendinde bulunduran, nâmerde muhtaç olmayan bilge tipi, özellikle Stoa felsefesinin beslediği Roma kültüründe pek etkindi. Hikmet, bizim kültürümüzde Allah’tan başkasına muhtaç olmayan, kâmil insanların oluşumunu öngörür. Örneğin, aşağıdaki gibi sözler bir zaman evlerimizde, hat sanatının incelikleriyle yazılarak duvarlarımızı süslerdi:

 

 

                        Yarab, beni muhtacına muhtac itme,

 

 

                        Muhtac isem ancak sana muhtac olayım. 

 

 

 Peki, bu kemâle ermeye çalışan insanın çabasında şiir nerede durur?

 

 

                        Öl ve ol: Gerçek bu al!

 

 

                        Ya bil sen bunu ya da

 

 

                        Zavallı bir konuk kal,

 

 

                        Bu karanlık dünyada.[25] [25]

 

 

 Goethe, Doğu’nun sesini duymanın heyecanıyla tavrını almıştır: Öl ve ol! Şiirin belki ırmağında duruş, yola düşme, dönüşüm ve geçiş evrelerini bu dörtlüğün içinde çarpıcı biçimde görüyoruz. Hikmet şiiri, şiir hikmeti yoğuruyor. Duruş olan şiir, bir ölümdür, bir boşluktur, bir hiçliktir çünkü. Bu dünyanın vıdı vıdısına, pılı pırtısına sahip çıkma tavrını yok ederek, ölerek, ırmağa düşebilir, yolculuğa başlayabilirim. Tasavvufun odağını oluşturduğu hikmetimizin, başka bir kültürdeki şiir tarafından şiir ırmağına konularak, şiirsel yolculuğa çıkılması ilginçtir.

 

 

 Şiirin hikmetinden sual olunmaz demiştik; elbette, hikmetin şiirinden de sual olunmamalıdır. Bunlar birbirlerini besleyebilir, güçlendirebilir, örneğin Yunus’ta olduğu gibi.

 

 

Bizim kültürümüzde şiirin kerâmet sayıldığı olmuştur. Örneğin Hacı Bayram Velî, “nazm evliyanın keramatındandır. Zorla değil, hâlle söylenir, görünüşündedir.”[26] [26] 

 

 

Şiiri hikmeti taşıyan önemli bir olanak olarak görmektedir. Örneğin, Nâbî şöyle diyor:

 

 

 Hikmetâmîz gerektir eş’ar

 

 

 Ki meâli ola irşâda medâr[27] [27]

 

 

Oysa Mevlânâ Nefahat’ında şöyle diyormuş:

 

 

 Şiir de nedir ki ondan laf edeyim

 

 

 Şâirlerin hünerlerinden başka bir hünerim var benim[28] [28]

 

 

Şiir hikmetin hizmetçisidir, hikmet şiirden fazladır, Mevlânâ’ya göre.

 

 

Şiir, cilâlı boş sözlerden oluşmuşsa, bir söz yığını ise, zâten şiir değildir, bu yazının çerçevesi içinde. Bundan dolayı Divân-ı Lügât-it-Türk’de şöyle deniyor. (I, 419)

 

 

 Bulmaduk neng-ke sevinmeng

 

 

 Bilgeler anı yirer[29] [29]

 

 

Şiir yitirdiğimiz şeyleri bulma taklidi olamaz. Boş söz olamaz, olursa hikmet sahibi kişiler bunu eleştirirler. Bilgeler, şiirin hikmet, hikmetin şiir olmasını ister. Elbette, Mevlânâ’nın öngördüğü gibi hikmet şiirden fazladır, şiir dışında da kendini ortaya koyabilir: Bilimle, dinle örneğin.

 

 

SÖZ 

 

 

 Şiir sözden önce vardı demiştik. Şiirin söze önceliğinde, bedene, doğaya daha yakın olması özelliği bulunur. Söz, gelişen tutunma kültürünün önemli bir aracı oldu. Aynı zamanda söz, şiirle oluşan dönüşüm sonrasında, şiiri taşıdı, devamını sağladı.

 

 

 Eski Yunan kültüründe epos, Homeros’un metinlerinde, duygusal açıdan etki yapmayı, ahlâkî niyetlerimize seslenmeyi amaçlayan bir söz olarak geçer. Şarkıyla söylenen etkili sözlerdir. Söz, bu anlamıyla, geleneği, geçmişi, geleceğe taşır. Sözün etki gücü duygularımıza, duygularımızla yaşadığımız ahlâk ve estetik yaşama yöneliktir. Batı kültürünü örnek aldığımızda, söz, başlangıçta, tutunma yaşamının yanı sıra şiirin de hizmetindeydi. Dinin sözü ele geçirmesi, şiirin sözü yakalamasından sonra gerçekleşti. İnanma, güvenme, bağlanma gereksinimimiz kökeninde tutunma yaşamında yer alır. Bu gereksinimin tinsel boyutu şiir tutumuyla ortaya çıkmıştır. Şiirsel duruş, kalıpları kırıp öteleyen tavrıyla tinselliği doğurmuştur. Zamanla kokuşan tinsellik, kaynağındaki şiiri yadsımaya çalışmıştır. (Örneğin Platon’da!) Bunda elbette bir tutum olan şiiri, basma kalıp söyleyiş hâline getiren, onu teknik kılığa sokup, sömüren şâirlerin de payı vardır. Şiirin unutulması, tutunma yoğun bir yaşamın gücünden gelir, bu yaşam, yalnız şiiri değil, şiirden doğan tinselliği de almış, götürmüş, kokuşturmuştur. Değerler, şiirin yitimi sonucunda kokuşmaya başlamıştır!(Nietzsche!)

 

 

Sözün sınırları eyleme kadar uzanıyor Eski Yunan’da. Eylemle söz birbirinden ayrılıyordu.[30] [30] 

 

 

Sözün müzikle yürütülmesi, etkileme, güç kaynağı olması, şiirden yansımasındandır. Şiir, poiêsis anlamında Eski Yunan’da konumuz çerçevesinde bakıldığında 1. İcât 2. Hüner 3. Büyü 4. Uyarlama 5. Kazanç 6. ürün oluşturmak, meydana getirmek, yoktan var etmek 7. Tören yapmak anlamlarına geliyor. Tutunma kültürü içinde ilginç bir yerde duruyor! Büyüsel bir gücü var. Bir başarıdır, ortaya koymadır, ürün vermedir! Sözün sınırlarını aşar şiir.

 

 

Eski Yunan’da şiirin, teknik olarak anlaşılıp, kullanılma eğilimi vardı. Bundan dolayı, marangozun, demir ustasının, ayakkabıcının ürünleri de “şiir” di! Meydana getirme, doğurma, ortaya koymanın kendisiydi şiir, hangi alanda, nasıl olursa olsun! Bu anlayışın ardında şiirin tutunma kültürünü dönüştürme gücünün izlerini görürüz. Sanki bir tür kültürel mutasyondur, kültür tarihinde: Kökten bir dönüşümdür, üstü bastırılmış, güdük kalmış bir dönüşüm. Şiir bundan dolayı, söze (epos) eylem dışında, etki yaratıcı türküler olarak gelmişse de tutunma yoğun kültürün etkisiyle, yaşam sorunlarının büyüsel, “teknik”, “ icâd”a dayalı katkıların adı olmuş. Poiêsis anlamında şiir, tutunma kültürü içinde sonuca ulaşma, meydan getirme becerileri olarak ortaya çıkıyor. Poiêsis gerçekleştiren kişi, bir anlamıyla şâir, poiêtikos, yaratıcı, üretken biri oluyor. Bu üreticinin yapıp etmeleri, ahlâk eylemleri (prattein) değildir.[31] [31] Şâirin ürünleri, prattein alanından, ahlâk ve siyaset alanından uzaktır. Şiirin araladığı tutunma kültüründe, siyaset ve ahlâk şiire uzak görülüyor, görülmek isteniyor.

 

 

Oysa, Arapça’dan dilimize girmiş “şiir”, “şuur” la ilgilidir. Şe’ere fiilinden şu’ur ve şiir tıpkı birbirine dolanan sarmaşıklar gibi birbirine girmiştir. Bir bilinçtir şiir. Tutunma kültürü ardından gelen şiir atılımı, Arap dilinde “bilinç” olarak kendini duyurmaktadır. Eski Yunan Kültüründe üretmek, ortaya koymak olarak görünürken, bedevî Arabın bilincinde yansımasını bulmaktadır. İnsan türü, şiir denilen üstü örtülmüş dönüşümü farklı kültürlerde farklı biçimlerde yaşamıştır. Bunlar arasında tutunma kültürü etkisiyle ortak noktalar vardır: Büyü özelliği, müzik aracılığıyla şiir söylemek gibi… Arap insanı, şiiri, sezgi derinliğiyle bilmek, kavramak olarak anlamış, yüceltmiştir. (Özellikle İslâm öncesi dönemde yapılan şiir yarışmaları düşünülürse!) Şiir derinden duyurmak, fark ettirmektir. Tavır olarak şiirin yoğun biçimde yansıdığı kültürlerden biridir Arap Kültürü: Şuurlanmadır. İncelik görmektir. Şaşırtıcı biçimde bu dilde şe’re (çoğulu şe’arat) “kıl” anlamına gelmektedir. (Örneğin “la kedre şe’re” “bir kıl genişliğinde değil!” demektir.) Hayvan kürkü, saç, kıl anlamına gelen sözcüğün “şu’ur” la, “şi’ir” le ne ilgisi olabilir? Bu bir rastlantı mıdır? Belki bir “inceliği”, kılı, fark etmeyle, şu’urla ilgili görüyordu bu kültür! Yine aynı kökten bir sözcük olan “şa’a’îr” köçek anlamına gelmektedir. Şiirin oyun, eğlence yanı mı ortaya çıkmaktadır bu sözcükle? “Kıl” ve ”köçek”? Şiir böyle mi gelecek? Şâ’irîye, şiir gücü, şiir yetisi, yaratıcı şiir alanı, şiirsel karakter demek olan bu sözcük (çoğulu şâ’ irîyât) ne gibi oyunlar oynamaktadır Arap dilinde? Elbette uzman görüşlerine karşı boynumuz “kıldan ince” dir. Fakd eş şu’ur, bir şuur eksikliği midir, şiirin kaynağına varmayı engelleyen? Bir bilinçtir şiir, dünyaya karşı “farklı” bir bilinç, şâ’irîyât doğuran bir bilinç. Derin bir bilinç. Arap çöllerinde çınlayan. Dünyevî hesap kitap altında, kendine, çöllerde yankı arayan bir çığlık.

 

 

Türkçe’ye nasıl görünür şiir denilen bir kültürel sıçrama: Bir tavır olan farkındalık? Yır, yıra, ır gibi sözcükler çerçevesinde, örneğin, Divân-ü Lügât-it Türk içinde düşünürsek ‘yır’ sözcüğünün koşma, türkü, hava gibi anlamları vardır. Yır aynı zamanda ‘yer’le ilgilidir. Ülkeyle. Şiir bize bir “yer” olarak görünüyor. “Yarmak”, parçalamak anlamlarına da yakın duruyor. “Yer”mekle de ilgili.

 

 

Elbette, tutunma kültürünün yarılması, yerilmesidir, şiirsel dönüşüm. Şiir kültüre kendi varlığını ‘yer’ olarak duyuracaktır, göçebe bir kültüre; yerecek ve yaracaktır, çünkü onu uzağa çağıracaktır. (Yıra: Uzaklaşmak, ırak olmak!) Uzağa çağıracaktır, yarıp; şiir ötede dir; bu dünyaya yaramak, yaraşmak için bu çağrısını yineleyecektir.

 

 

Şiir, Türkçe’nin pınarında ırak bir yerdir, kendine yaraşan bir yaşamı çağıran, çığıran bir türküdür. İçinde, yaşanan sıradan dünyayı yermeyi de barındırır, bu dünyadan bir utanmadır.(yır, ır, ıra: Utanma!)

 

 

 

DİLE VURAN ŞİİR

 

 

 

 

 

Tutunma kültürünün “bir noktaya” gelmesi ile oluşan şiir kültürü, tutunma kültürü içindeki bilimi, sanatı, inanç düzenlerini etkiledi. Tutunma kültürü içindeki şiir, damarını, şiir gücünü, şâ’ irîyâtı kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya çabaladı. Şiirin gücü Eski Yunan-Roma kültüründe retorik olarak dönüştürüldü. Siyasal, toplumsal konum elde etme çabasında, Eski Yunanca’daki “rheô” “konuşuyorum” dan yararlandılar. Konuşan, anlamı tutunma kültüründe buharlaşmış, geriye “lakırdı” olarak çökeltisi kalmış şiir gücüydü! Konuşarak ikna etmeye çabaladılar. İkna ederek güç kazanma amacı taşıdırlar.

 

 

Şiir bizde, Divân Edebiyatı çerçevesinde “mevzun mukaffa” söz olarak anlaşıldı. “Nazm” olarak ortaya çıkan şiir kültürü, içinde sıra ve düzeni, “ipliğe inci dizmeyi” barındıran bir özellik taşıyordu. Konuşmanın, sözün bir “cânı olduğuna”, çok etkin olduğuna inanılıyordu. “Nutkun cânı var” deniliyordu. Batının ikna yoluyla güç elde etmeye çalışan retoriği önünde , söze saygıyla yaklaşan, sözün yaşam içinde etkin olduğuna, değişebilir, dönüşebilir özellikler taşıdığına inanan Osmanlı, nazma dönüşen şiiri, Aşkî’nin sözleriyle şöyle dile getiriyordu;

 

 

 

 

 

Vasf-ı dendânınla dürr-î nazma deryâdır gönül

 

 

Nutk sâhil akıl gavvâs u dürr-î şehvâr şi’r

 

 

 

 

 

Yârin dişinin öyle bir özelliği var ki nazm incisini taşıyan deniz oluyor, gönül. Nazm incisi olarak gönlüne düşmüştür insanın. Öyle bir denizdir ki o, sahili söz, dalgıcı akıl, iri taneli incisi ise şiirdir. Sahili söz, dalgıcı akıl olan gönül denizinin incisi şiirdir, nazm dır! Şiir incisi gönül denizinde oluşur. Bu inciyi ise akıl, dalar çıkarır!

 

 

Aklın, sözün, gönlün ve şiirin bu çarpıcı birlikteliği Batının pragmatik yararcı retoriğinden oldukça farklıdır. Şiir, tutunma kültürü içinde yok olup gitmez, insanların gönlündedir! Gönlü olanın ise, Divân-ı Lügât-it Türk’de dendiği gibi[32] [32] dilinden iyi sözler çıkar.

 

 

 

 

 

Tılda çıkar edgü söz

 

 

 

 

 

Belki Batılı, bu sözleri bir verbum inane[33] [33] olarak görecek, belki non est bonum verbum[34] [34] ya da non est malum verbum[35] [35] diyecektir. Bizde söz, Batılının kaygılı, mücadeleci dünyasının anlayamayacağı biçimde, gönül denizinin kıyılarını oluşturur. Şiir, kültürel dönüşüm içinde, onu duyan gönüllerin denizinde inci oluşturmuştur. Şimdi onu çıkaracak akıl aranmaktadır. Bu “vasıftaki” akıl ise, tutunma kültürünün tutsağı olduğu için ortaya çıkamamaktır.

 

 

Ne yapılmalıdır öyleyse? Nietzsche, İnsanca Pek İnsanca adlı yapıtının sonundaki şiirde bunu çarpıcı biçimde yanıtlamaktadır.

 

 

 

 

 

 Güzeldir karşılıklı susuşmak

 

 

 Daha güzeli de gülüşmek,[36] [36]

 

 

 

 

 

Akla yardım, susmakla olur, karşılıklı susuşmayı başararak akılla, tutunma kültürünün sürekli konuşturup iş yaptırdığı akılla karşılıklı susuşmayı öğrenmek gerek: Susuşarak sonradan gülüşeceğiz, birlikte. Şiir, belki ozanın gönül denizinde aklın dalgıçlığına kendini hazırlayabilecek!

 

 

 

 

 

HAKÎKAT PERDECİSİ ŞAİR

 

 

 

 

 

Şâir, dil öncesi tutunma kültürü içindeki şiirsel dönüşümün izlerini dilde arayan, bulan insan. Çok çok eski bir tarihte, tarih öncesi bir tarihte, kültüre giren şiir kültürünün ortaya çıkardığı şiir duruşunun izlerini dilde arayan kişidir, şimdi şâir. Bu duruşu yaşayabildiğinde, şuuruyla, bu tarih öncesi tarihi kendinde yaşayabilir, bu ruhu kendinde duyabilir, bir tür büyücü olur, bir tür şaman! Mücessem bir kelâm oluverir, bedenlenmiş bir söz. Büyücüdür, büyüdür şâir, sözü aşan şâir olduğunda.

 

 

Şiir duruşu, yalnız bugün edebiyat türü olan şiire değil, diğer edebiyat türlerine de, öyküye, romana, denemeye etkisini duyurmaktadır. Yalnız edebiyatta değil elbette, sanatta, düşüncede, kültürün hemen her alanında şiirsel olanın ortaya çıkmasının ardında, bu tarih ve dil öncesi şiirsel dönüşüm bulunmaktadır.

 

 

Belki de evrenin yaratılışındaki şiiri görmekle gerçekleşti, tarih ve dil öncesi şiirsel dönüşüm. “Tanrı şâirdir, insanlarsa yalnızca aktörlerdir” der Balzac.[37] [37] Şâirler, şiirsel dönüşümün ardında, dilde bu dönüşüm izlerini arayıp bulan, bunu yazan; bir anlamda sahneye koyan, sahnede oynayan aktörlerdir. Oysa, şâirin gücü hakîkati bulmaya yeter. Önünde doğa vardır, doğayı örnek alıp, hakîkatin kılavuzluğunda yürümelidir.[38] [38] Tutunma kültürü içinde görünen hakîkatin perdelerini kaldırabilir şâir: Şâir hakîkatin örtülerini kaldıran, hakîkat perdecisidir. (Perdeci, perde yapan anlamına da gelebilir!)

 

 

Bu perdeyi kaldıracak şâirin sıcak kanlı, ateşli, coşkulu olması gerekir. Goethe’nin Doğu-Batı Divânından dinleyelim.

 

 

 

 

 

Şiir yazmak coşkudur hem de nasıl coşku

 

 

Bu konuda ulaşamaz hiçbir azar bana!

 

 

Sıcak kanlı kişi, yoksa içinde korku

 

 

Şendir, özgürdür, her şeyiyle benzer bana[39] [39]

 

 

 

 

 

 Şen ve özgür şâir, hakîkate yaklaşan yolculuğa çıkabilir. Yalnız onlar mı, tâze olanlar, kanlı canlı olanlar, şiir kapısından içeri girebilir. Yine aynı şiirde, Goethe konuşuyor:

 

 

 

 

 

 Şiir yazmak coşkudur hem de nasıl coşku!

 

 

 Sürükler savurur dalgalandırır yapısı.

 

 

 Dostlar, hanımlar, tâze olanlar, yok hiçbir kuşku,

 

 

 Buyrun yalnız size açık şiir kapısı![40] [40]

 

 

 

 

 

İçi kurumamış insan, salt Goethe’nin anlattığı coşkulu biri değildir, iç sıkıntısını (ennui!) yoğun biçimde yaşayan da perdecidir. Bu sıkıntıyı yaşamıyormuş gibi yapan okur da, şâir de, içtenlikten uzaktır, iki yüzlüdür. İç sıkıntısı da şiir kapısını açar. Baudelaire’i Okura adlı şiirinin son dörtlüğünde dinleyelim:

 

 

 

 

 

 İç sıkıntısı!- Gözü yaşlı istemeden,

 

 

 Darağaçları düşler, yakıp çubuğunu.

 

 

 Kibar canavar o, okur tanırsın onu

 

 

-   

 

 

İki yüzlü okur,- benzerim, - kardeşim sen.[41] [41]

 

 

 

 

 

Coşku ve can sıkıntısı, iki karşıt uçta birleşir. Coşku ve iç sıkıntısı savurur şâiri. Hakîkat yolculuğunda başlangıç ve son birleşir, yolun bitmeyişi başlayamamaya yol açar.

 

 

 

 

 

Büyüklüğündür bitiremeyişin,

 

 

Hiç başlayamayışınsa kaderin.

 

 

Şiirin sanki yıldızlı gökkubbe

 

 

Başıyla sonu aynı, hep dönmekte,

 

 

Ortanın getirdiğiyse âşikâr

 

 

Sonda olan herneyse baştada var.[42] [42]

 

 

 

 

 

 Goethe bu şiiri Hâfız’a adamış. Hakîkat’e duruşunda şâirin tutumu burada: Başlayamama ve bitirememe.

 

 

 Başlayamama ve bitirememenin dünyası, bir su dünyasıdır, belki. Âlem-i âb’ın, su dünyası içinde bir gemidedir şâir. Kadeh alır, “sefine-i şiir” verir, şiir gemisi. Şiir mecmuası! Şeyh Gâlib’in su dünyasında, işi, kârı budur, belki de kazancı! Bir kadehe, bir gemi dolusu şiir vermek, şiir dolu bir defter vermek. Burada, “zevrak” da, sefine de, gemi, kayık anlamına gelebilir. Şâirin kadehi de şiiridir belki, aldığı da verdiği de şiir. Başı da sonu da.

 

 

 

 

 

                        Seyr eyle kârın âlem-i âb içre Gâlib’in

 

 

                        Zevrak alır sefine-i şi’r ü gazel verir

 

 

 

 

 

 Zevrak gönül kadehidir; şiir gemisi, gönül kadehidir. “Zevrak-ı derûn”, iç kadeh, içimizdeki kadeh, “derd-i derûn”umuzdur, yürek yanıklığımızdır. “Derûn-i hâne”mizde, ev içinde, hakîkat dolanır; şâirizdir, nasıl yakalayacağımızı bilemeyiz, düşüverir gönlümüzden kadeh, taşlı yola düşer; taşlı yol, şâire, şiiri, haram eden hayattır. Şeyh Gâlib’den dinleyelim:

 

 

 

 

 

                        Yine zevrak-ı derûnûm kırılıp kenâre düştü

 

 

                        Dayanır mı şîşedir bu reh-î seng-sâre düştü

 

 

 

 

 

 Şâir, “reh-î seng-sâr”da dolanır, taşlıklı yolda. Sırca yüreğini, gönül kadehini düşürür durur, kırılıverir yürek, yayılır kâğıtlara paramparça şiirler olarak.

 

 

 Sonra o paramparça kadeh kırıntılarında hakîkat yansır, ışıldar bir ok olarak, gelir saplanır, şiirin yüreğine. Bu ışıltılarda aşk, kanlı canlı bir varlık olarak ortaya çıkar, şiir giysisiyle görünür insana, taşıdığı hakîkatle.

 

 

 

 

 

 Nefis şiirlerden, saf hakîkatle

 

 

Bir oktur, gelir saplanır gönlüme!

 

 

Aşk bu, ete kemiğe bürünüp de

 

 

Çıkar şiir giysisiyle önüme[43] [43]

 

 

 

 

 

 Bir gün kapınızı çalıp gelebilir şiir, hakîkatin bir görünüşüyle, örneğin Erôs olarak,

 

 

 

 

 

                         Erôs’tu görüp geçirmiş

 

 

                         Gelip çalmıştı kapımı.

 

 

                        “Kim” dedim “o yumruklayan?”

 

 

                        “Erôs! Açın hadi” dedi[44] [44]

 

 

 

 

 

 Siz beklemeyi bilirseniz şiir duruşuyla, bir gece apansız Erôs yumruklar kapınızı, alırsınız içeri, ellerinde oku ve mızrağıyla gelir, görkemli Erôs, yer gösterirsiniz oturur ve konuşursunuz. Mücessem bir söz olarak, bedenli bir söz olarak, Erôs, Şiir, gelir, konuşursunuz.

 

 

ÖTE’DE ÜRPERİR ŞİİR

 

 

 Öte de ürperir şiir. Yeri orasıdır çünkü. Dilden önceydi. Tarihten önce. Dilden ve tarihten sonra da olacaktır. Öte, başlangıcı bir anlamda olmayan, başlangıcı dilde belirtilemeyen. Başlangıcı olmayanın, bitişi de olmayacaktır. Öteye geçme o, saptanamayan önceye dönmedir. Şiir bir edebiyat türü olarak yazılı hâliyle yalnızca bir hatemdir: Bir mühür. Hatem, bir bitiş demek aynı zamanda. Üzeri yazılı, mühür olarak kullanılan yüzük de demek. Şiir, öteyle bu dünyayı bağlayan mühürdür, mührün mumudur da. Mum sözdür. İki dünya arasında köprü olan. Mühür mumu. Şiir sözü. Bu mührün bitişi göstermesi ilginçtir. Hatem-î dünyâ. Öte, şiirin sözüne açılmıştır ya, şâir ne kadarını, nasıl görecektir? Öte, bilinseydi, öte olamazdı. Yazılsaydı öte olamazdı. Bir tutum olarak şiir yazılamaz, yaşanır. Duyulur. Öteyi yazdığınızda, beriye çekilmiş olursunuz. Örneğin, Yolculuğa Çağrı[45] [45] şiirinde Baudelaire şöyle betimliyor öteyi.

 

 

 

 

 

                        Orada her şey güzellik, dinginlik

 

 

                        Yalnız düzen, keyif ve zenginlik[46] [46]

 

 

 

 

 

 Baudelaire’e göre güzellik (beauté), dinginlik (calme), düzen (ordre), keyif (volupté) ve zenginlik (luxe), ötenin özellikleridir. Hâşimin O Belde’sine hem yakın hem uzak bir yer mi acaba? Öte, bir yer (topos) midir? Öteyi, edebiyatın bir türünün yazarı olarak şâir bir yer olarak görmek eğilimi taşır, bir ütopya olarak, Oraya yolculuk yapılacaktır.

 

 

 

 

 

 Yeni yi, farklı olanı, bulmak için, cennet de olsa, cehennem de olsa, bilinmeyenin dibindeki yeni yakalanmaya çalışılacaktır. Yine Baudelaire’in Yolculuk’unda[47] [47] görürüz bunu.

 

 

 

 

 

                        Dalalım uçuruma cennet cehennem fark eder mi?

 

 

 

 

 

                        Dalalım dibine bilinmeyenin bulmaya yeniyi![48] [48]

 

 

 

 

 

 Buradaki öte tutkusu, başlangıçtaki şiir kültürünü, dil öncesi şiir tutumuna yönelik arayışı yansıtıyor. Bilinmeyenin ardına düşmüş, yeniyi arayan şâir, öteye geçmeye hazırlanmaktadır. Ötede ne bulacaktır? Dil öncesi dönemdeki o büyük dönüşümün izini arayan şâir, doğanın kendini ortaya koyuşunda yaşadığı etkilenimi doğaya doğa koymak, doğaya doğa olmakla karşılamaktadır. Doğanın verdiğini kendisi doğa olarak ödeyecektir. Doğanın altında kalmayacaktır! Öte, bu dünyanın altında kalmamakla sınırlarına varılacak bir alandır. Öteye, beriye beri koyarak, dünyaya dünya koyarak, dünyaya dünya olarak gidilir. Walt Whitman’ın sözleriyle:

 

 

 

 

 

                        Göz kamaştırıcı dehşetli büyüklüğüyle ne çabuk öldürürdü beni gün doğumu,

 

 

 

 

 

                        Şimdi ve her zaman kendimden gün doğumları göndermeseydim ben.[49] [49]

 

 

 

 

 

Ahmet İnam

 

 

 (Nisan 2005, İstanbul)

 

 

 

 

 

 

 

 

NOTLAR

 

 

1. “Perhaps”, vielleicht, peut-être! Derrida, bu deyimi Nietzsche’nin dostluk anlayışını tartışırken, kullanmıştı. Bu metinden esinlenip yorumlayarak alıyorum, “belki” yi. Bkz. Jacques Derrida, Politiques de l’amitié, Editions Galilée, 1994

 

 

2.  Taedium vitae

 

 

3.  Kenos, boş; kenosis boşaltma anlamında.

 

 

4.  Lebensgebiet

 

 

5.  Ubî pedes ibi patrîa

 

 

6.  Çünkü, yârları yok, yarılmışlıkları, dünyanın herhangi bir yerine yurdum diyemeyen!

 

 

7.  Eski Yunanca da kenos’un, boşluğun, zıttı olan pleôs, mestos, plêrês gibi sözcüklerin yerine, Türkçe de “pılı pırtı”yı, “ıvır zıvır”ı, kullanıyorum!

 

 

8.  Tıpkı, şu an, benim yaptığım gibi!

 

 

9. Hostilité

 

 

10. Oikêsis

 

 

11. Bebaios

 

 

12.  Souviens-toi qu’en nous il existe souvent

 

 

 Un poète endormi, toujours jeune et vivant

 

 

                                    Alfred DE MUSSET

 

 

                                                A Sainte-Beuve

 

 

Türkçe dışındaki dillerden çeviriler benimdir.

 

 

13. Garde tes songes:

 

 

 Les sages n’en ont pas d’aussi beaux que les sots.

 

 

                        Baudelaire, Les Épaves

 

 

                                    XVII-La voix

 

 

14. “Biz” içinde, bu satırların yazarı olan “ben” yoktur!

 

 

15. Quand notre coeur a fait une foi sa vendange

 

 

Vivre est un mal.C’est un secret des tous connu.

 

 

                        Baudelaire, Les Fleurs du Mal, XL

 

 

16.  Grandes âmes

 

 

17. Les plus grandes âmes sont capable des plus grands

 

 

 vices, qussi bien que des plus grandes vertus.

 

                        Descartes, Discours de

la Methode,

 

 

                                               Premiere Partie

 

 

18. NOTHING is easy! Pity then

 

 

The poet more then other men:

 

 

And since his aim is ecstasy,

 

 

And since none work so hard as he,

 

 

Forgive the poet, poesy’

 

 

                        James Stephens

 

 

19. Eğitim sistemimizde hâla mâlûmâta boğulan gençlerimizin üstüne “bilgi” yığılıyor. Oysa, bilgilenen insanın bu bilgiyi süzebilmesi gerekli. Yığma bilgiyle bilim ve felsefe yapılamayacağı gibi şiir de gerçekleştirilemez. Sanat yapılamaz!

 

 

20. Homo poîêsis diyebiliriz belki ona!

 

 

21. Natūrā abhorret ab vacuô.

 

 

22. De Rerum Natura, I. 367

 

 

23. dedicat et multo vacui minus intus habere

 

 

24. Mahmut Kemâleddin-i Fenârî’nin “Kıt’a” sı.

 

 

25. Goethe, Doğu- Batı Dîvânı’nda, Mutluluk Veren Özlem (Seelige Sehnsucht) şiirinden:

 

 

 Und so long du das nicht hast,

 

 

 Dieses: Stirb und werde!

 

 

 Bist du nur ein trüber Gast

 

 

 Auf der dunklen Erde.

 

 

26. Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ethem Cebecioğlu, Rehber Yayınları, Ankara, 1997, s. 675

 

 

27. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Süleyman Uludağ, Maarifet Yayınları, İstanbul, 1999, s.499

 

28. a.g.y. s.499

 

 

29. Bulmadığınız şeylere sevinmeyin/ (çünkü) Bilge kişiler bunu yererler.

 

 

30. Örneğin, Platon, Yasalar 879 c’de söz ve eylemi ayrı ayrı düşünür!

 

 

31. Örneğin, Platon, Kharmides, 163 b

 

 

32. III, 160

 

 

33. Boş söz

 

 

34. İyi söz değildir.

 

 

35. Kötü söz değildir.

 

 

36. Schön ists, miteinander schweigen

 

 

 Schöner, miteinander lachen,-

 

 

37. Dieu est la poète et les hommes ne sont que les acteurs.

 

 

  J.L. Guez Balzac, Socrate Chrétien, Discours VIII.

 

 

38. Victor Hugo, Odes et Ballades, Préface’da şöyle diyor: “Le poète ne doit avoir qu’un modèle, la nature; qu’un guide, la vérité.” Şâirin örnek alması gereken tek şey doğadır, tek kılavuzu ise hakîkattir.

 

 

39. Dichten ist ein Übermut,

 

 

 Niemand schelte mich!

 

 

 Habt getrost ein warmes Blut

 

 

 Froh und frei wie ich.

 

 

 Derb und Tüchtig (Canlı ve Gücü Yeten) adlı şiirden.

 

 

40. Dichten ist ein Übermut!

 

 

                        Treib’ es gern allein.

 

 

                        Freund’ und Frauen, frisch von Blut,

 

 

                        Kommt nur auch herein!

 

 

41.  Au Lecteur şiirinden:

 

 

 Ćest l’ Ennui!- L’ oeil chargé d’un pleur involontaire,

 

 

 Il rêve d’ échafouds en fumont son houka.

 

 

 Tu le connais lecteur, ce monstre délicat

 

 

 -Hypocrite lecteur- mon semblable, - mon frére!

 

 

42. Goethe’nin Doğu-Batı Dîvânı’nda Unbegrenzt (Sınırsız) adlı şiirinde:

 

 

 Dass du nicht enden kannst das macht dich gross,

 

 

 Und dass du nie beginnst, das ist dein Los.

 

 

 Dein Lied ist drehend wie das Sterngewölbe,

 

 

 Anfang und Ende immerfort dassselbe,

 

 

 Und was die Mitte bringt, ist offenbar

 

 

 Das, was zu Ende und anfangs war.

 

 

43.  Goethe’nin Doğu-Batı Dîvânı’nda Süleika (Züleyhâ) şiirinden.

 

 

Süsses Dichten, lautre Wahrheit

 

 

Fesselt mich in Sympathie!

 

 

Rein verkörpert Liebesklarheit

 

 

In Gewand der Poesie.

 

 

44.  Anakreon’a (M.Ö. 563-478) atfedilen şiirin bir bölümü şöyle:

 

 

tôt’ Erôs epistatheis moi

 

 

okheas thurôn ekopton.

 

 

“tis” efên “thuras arassei

 

 

ho d’ Erôs anoige” fêsin.

 

 

45. L’ invitation Au Voyage

 

 

46. Là tout ńest qu’ordre et beauté,

 

 

Luxe, calme et volupté.

 

47. 

La Voyage

 

 

48. Plonger ou fond du gouffre, Enfer ou Ciel, qu’importe?

 

 

Au fond de l’ Inconnu pour trouver du neouveau!

 

 

49. Song of Myself (Kendimin Şarkısı) şiirinden:

 

 

Dazzling and tremendous how quick sun-rise would kill me,

 

 

If I could not now and always send sun-rise out of me

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

   

 

 
   

 

 

 

 

   



 
bugün 428 ziyaretçi (623 klik) burdaydı!
geri git ileri git hakkımda


online
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol