|
Şiir felsefesiz de yazılır. Nasıl, yaşanıyorsa yaşam, felsefeye değmeden. Şiirin şiir olarak değerini göstermez, felsefeden beslenişi ya da yoksun kalışı. Felsefe, Batıda, üç bin yıla yakın geçmişi olan bir etkinlik. Kendine özgü dili, tavrı var. Şiir daha eski. En eski. Önce şiir vardı.
Şiir yaşamsız yazılamaz. Yaşam can suyu. Salt sözcüklerle görünemez şiir. Şiire yaşam üflemek gerek. Yaşamdan beslenen anlam. Bundan dolayı, şiir kurnazlıkla yazılamaz. Hesabî adam, eleştirmenleri, okurları kandırabilir ama şiiri kandıramaz. Hesabînin hesabı, yaşama uyarsa o başka. Hesabîlik, şiire kalkışanı bu dünyada bırakır çünkü. Şiirse bu dünyada değildir.
Şiir ötede biter. Başlar. Açar. Şiir kurma; planlar, haritalar, pusulalar, kitaplar, tarifeler, tanımlarla gerçekleştirilmeye çalışılıyorsa; batar dünyaya. Yerçekimini güçlendirir retorik. Şair kendisiyle gider öteye. Kendisinin onda dokuzunu da bilmez. Onda dokuzuyla gider öteye. Aralar kapısını şiirin. Kuram kurutucuların kılavuzluğuyla şiir gerdeğine girilmez. Elbette bu sözlerim de kılavuzluktur ve hiçlenmelidir.
Üstümüze gelen, bizi sarıp sarmalayan, derinliklerimizde tınlayan yaşamla yürünür öteye. Kulak, sözcük duyarsa, ötedeki dalga seslerine sağır kalır. Sözcük bahanedir. Vesiledir. Sözcük şairin çaresiz çaresidir, umutsuz umudu, kanayan yarası. Uğradığı lanetidir. Onsuz edemez. Ona kapılırsa, dünyanın pılı pırtı ormanında yok olur. Şiir dilden doğmaz. Dille başlar. Dilin yaşam ardı vardır. Sağı solu, önü arkası yaşamdır şiirin, ebe olarak söbelemesi gereken. Dil taşır yaşamı. Elbette “yaşam” bir sözcük değildir. Ne var sözcüklerden başka? Ne yok diye sormalı. Aş sözcüğü. Kimi zaman yüce bir dağ olan sözcüğü. (Şiir tarihinde, özellikle ondokuzuncu yüzyıl şairleri böyle sözler söylediler. Sarkaç, yeniden aynı yere gelmiştir. Şiirde dil olmayanı yakalama zamanı gelmiştir. Dille sürekli icat çıkaran şairlere sevgiyle bildiririm!)
Şiirde ötenin yüreği atıyorsa, orada hikmete bilgeliğe bulaşmıştır şiir. Önce manzume oluşu geçmeli. Farsçada bir söz var: “Ez her çe kim mireved suhan-ı dost bihter est.” Geçip gitmekte olanlar arasında, dostun sözü en iyisidir, en güzelidir. Nedir dostun sözü? Dostun sözü, söz ötesi olduğu için en iyidir. Söz sözde kalırsa, sözde bir şey olur. Dost, bu dünyadaki yaşantılarımızın anlamını, bu dünyayı öteleyerek bize anlatan şiirdir. Felsefe, dilde, felsefe dünyada, felsefe dil-dünya sınırındadır. Felsefe sınırda durandır. Şiirse sınır ötesidir. Kaçakçıdır, kimi zaman. Mayın döşeli sınırları aşmaya çabalar. Şiir bunu, söze kendine özgü bir bakışla yapar. Şiirin insana armağan olarak verilmiş olanağı buradadır! Platon’a bir haddini bilmezlik olarak görünse de. (Demek ki onun çağında şairler sözcük simsarları imiş!)
Şairin öteye onunla vardığı onda dokuzu, felsefeye, bilince, bilime, ün tutkusuna, kıskançlığa, kopya çekmeye reklama kapalıdır. Onda dokuzundan devşirdiğini, dilerse, Nietzsche, Heidegger gibi öte duyarlı dostlar, yorumlayabilir, onda birleriyle ya da biraz da onda dokuzlarıyla, felsefe şiire gölge etmemelidir. (Şiir bu aralar felsefeye gölge etse de!)
Şiiri onda birleriyle yazanların çoğalmakta olduğunu görüyorum. Sıkıysa felsefe çalışsınlar. Kendini yaşama bırakmış, bırakma gözüpekliğine erişmiş olanlara şiir uğrar. Şiire mâruz kalırlar. Diğerleri şiir avına çıkarlar. Kendilerini vursalar iyi, sözcükleri vururlar, palazlanırlar.
Yaşamın kendiliğindenliğini yaşantılayabilenler, felsefenin kendiliğindenliği ile şiirlerini biler, öte yolculuklarını kendilerine özgü biçimde sürdürürler.
Şiire yakışan felsefe, ancak felsefeye yakışan şiirle buluşunca, şiir titreşir.
Ahmet İnam
EBEDİYÂTINI YİTİRMİŞ EDEBİYÂT: EDEBİYÂTIN EDEBİ YATIK MI?
(Ahmet İnam)
Edebiyâtın çağdaş dünyadaki, ülkemizdeki genel durumunun
değerlendirmesi, içinde büyük zorluklar taşıyan bir çaba. Edebiyât, içinde
şiirden günlüğe dek zengin bir çeşitlilik içeren, yoğun bir geçmiş mirasıyla
yüklü bir kavram. Ortaya çıktığı dilin, kültürün olanca derinliğini, gizemini
barındırıyor bağrında. Üstelik, kültürün, sanat, bilim, düşünce gibi
alanlarıyla yoğun ilgisi, ekonomik, toplumsal, siyasal, ahlâk yaşamıyla olan
karmaşık bağları, edebiyâtın değerlendirilmesinde göz önüne alınması gerekli
noktaların çokluğunu gösterdiği, bu çokluğun ve karmaşıklığın sağlıklı
değerlendirme çabalarında zorlukları yarattığı açık.
Bu çalışma, edebiyât ürünlerinin nasıl olması gerektiği üstünde
değil de, edebiyâtın değerlendirilmesi, edebiyâtın yaşanması ile ilgili çağımız
insanının içine düştüğü durumun ele alınması üstünde duruyor. Edebiyâtı
yaşayışımızdaki sorun nedir? Temel sorum bu. Edebiyâtın yaşanması,
yaşantılanması (tecrübe edilmesi, anlaşılması, yorumlanması...), edebiyâtın
yaşamımızdaki yeriyle ilgili sıkıntılarımızın olduğunu düşünüyorum.
Belki de bu sıkıntı, yaşayışımızın kendisinden gelen bir
sıkıntıdır. Çağdaş kültürün sıkıştığı dar alanlar, yaşadığı sorunlar yalnızca
edebiyâttan ibâret değil ki! Bilimde, sanatın değişik dallarında, felsefede
sıkıntılar yok mu? Her çağda yok muydu? Çağımızda, özellikle ülkemizde,
edebiyât sıkıntısının, edebiyâta özgü sorunların kaynağı nedir? Sorun bu
gezegendeki yaşananın anlamlandırılması sorunudur. Edebiyâtta, edebiyâtla,
görülen insanın anlamı sorunudur. Yeni bir yüzyılın başında yaşamakta olduğumuz
yaşamın, edebiyât yorumlarından görülen derin anlam dertleridir. Yaşadığımız
hayatın anlamından gelen, kültürün diğer alanlarında farklı biçimlerinde
kendini ortaya çıkaran dert, edebiyâtın yorum alanında kendini nasıl
gösteriyor? Anlam sorunu bu yazının doğrudan konusu değilse de, insanın
yaşamına anlam vermekte hep zorlukları olan bir varlık olduğunu söylemeliyim
yalnızca; çağımın edebiyâtıyla ilgili nicedir duyduğum sıkıntının köklerinde
yaşayışımızdaki anlam yoksulluğu duruyor.
EDEBİYÂTIN EDEBİYÂTLIĞI
Nedir edebiyât? Nasıl oluştu? Kültürün neresinde duruyordu?
Farklı kültürlerde, tarih boyunca aynı kültürde, edebiyâtın yeri ne olmuştur?
Bu soruların yanıtları için yazılmış yazıların, kitapların anlamı nedir, peki?
Ne söyler edebiyât bana? Hayatımda yeri nedir? Ne olmalı? Sıradan bir edebiyât
okuru olarak ne verir edebiyât bana? Edebiyâtla ilişkim nedir? Ne bulurum
edebiyâtta? Neden okurum? Neden yazarım? Benimle ilişkisi bir yana, nedir
içinden çıktığı kültürle, toplumla, ekonomik düzenle, siyasal yapıyla ilgisi
edebiyâtın? Nedir sebeb-i hikmeti edebiyâtın? Ne arar hayatımızda? Olmasa nasıl
olurdu hayatımız? İnsan, edebiyât yapan hayvan mıdır? Dili nasıl kullanırsak
edebiyât olur? Dil, edebiyâta nasıl olanak sağlar? İnsan ruhuyla ne ilgisi var,
dilin ve edebiyâtın? Edebiyât sıkıntısı, üstüme böyle sorularla geliyor. “Nedir
şu edebiyât denilen ?” diyorum kendi kendime. Yıllardır içinde yaşadığım,
ürünler verdiğim, vermekte olduğum alana bunca yabancılaşmamın ardında ne var?
Sanki edebiyât üstüne ilk kez düşünüyormuşum gibi geliyor bana. Başımı
ağrıttığını, canımı sıktığını görüyorum.
Söz. Edebiyât bu mu? Logos’un dille estetik alanında kendini
göstermesi? Sözlerden ibaret değil edebiyât. Sözle görünüyor, sözle gösteriyor
kendini. Alışılagelen çağrışımlardan ürktüğüm için Logos ve Kelâmla anlamaya
çalışıyorum edebiyâtı. (Elbette böyle de anlaşılabilir. Ben o yolu seçmiyorum!)
Nasıl ortaya çıktığı, içinde yer aldığı kültürlerde nasıl bir işlevi olduğu
sorusundan yola çıkarak arıyorum yanıtı.
Edebiyât, insanın kendindeki sonsuzluğu aramasının
gerçekleştirmeye çabalamasının yollarından biri. Edebiyât, deyim yerindeyse bir
ebedîliğin yolculuğu, bir ebedîyât. Sonsuzluğun ardındaki insan, bunu dinle,
sanatla, bilimle, felsefeyle, düşüncenin kıvılcımları ardından koşmaya,
yürümeye çalışarak başarmayı umuyor. Ebedîyât tarihi, edebiyât tarihinden daha
eski insanın. Ebedîliğini arıyor, bilinç taşıyalı, dil kullanalı, kavramlarla
düşüneli beri. Geceleri gökyüzüne attığı çığlıklarla, mağara duvarlarına
işlediği resimlerle sonsuzluğu aradı. İnsan sonlu, bitimli, fâni bir varlık.
Sonlu-sonsuz bir varlık. Sonluluğunun içinde aradığı sonsuzlukla. Konuştuğu
dilin sağladığı olanaklarla da bu sonsuzluğa tutunmaya, bu sonsuz seyire,
yolculuğa çıkmaya çabalıyor. Ebediyâtını, edebiyâtla gerçekleştirmeye
uğraşıyor. Öyleyse, edebiyâtın edebiyâtlığında, iki olmazsa olmaz temel öğe
var. 1. Sonsuzluk 2. Dil. Nasıl bir dil? Sonsuzluğu taşıyabilen, taşımaya
hazırlanmış bir dil. Sonsuzluğu taşımaya hazır bir dil. Sonsuzluğu taşımaya
hazır dille meydana getirilmiş ürünlerden oluşmuyor yalnızca edebiyât. Edebiyât
bir etkinlik. Sonsuzluk açısından dile bir yönelme, bir tavır alma, bir duruşla
gerçekleşiyor. Buna edeb diyoruz! Edebiyât, öyleyse, ebediyâtı, dili ve edebi
içine alıyor en azından.
Edeb, kültürümüzde çok derin anlamları olan bir sözcük.
Tahirül Mevlevî (Edebiyât Lûgatı,yayına hazırlayan Kemal Edib
Kürkçüoğlu,Enderun Kitapevi, 1973, s. 39), Divânû lûgât-i- Türk’te edeb
karşılığının “erdem olarak” verildiğini söylüyor *; “öd”le ilgili olduğunu da
biraz tereddütle belirtiyor. Edeb, ona göre, hem terbiye hem edebiyât demektir.
Edebin kültürümüzdeki özellikle tasavvufi anlamlarına girmeden, edebiyâttaki
edebin sonsuzluk karşısında dille takındığımız bir tavır olduğunu
söyleyebilirim. Sonsuzluğa dilimizle gönderdiğimiz bir selâmdır, bir saygıdır,
bir yönelmedir, edeb. Edebin geleneksel yorumlarına ters düşmeyecek yeni
yorumlara açık olduğunu düşünüyorum. Edeb, dünyayı, evreni edebiyâtlama
tavrıdır. Sonsuzun ardında, dilden geçirerek, dilden süzerek. Sonsuz olan
insan, sonsuz olan evren, sonsuz olan insanın inançları, düşünceleri, düşleri,
dili, umutları, beklentileri, yorumlarıdır... Hayatımızı çepeçevre kuşatan
(Jaspers!) sonsuza uğramamış, ufku içinde sonsuzu göremeyen, sonsuza çıkamayan,
onunla yüzleşemeyen, hesaplaşamayan, onunla korkup titremeyen, ondan
bunalmayan, ondan dolayı acı çekmeyen ya da yaşama sevinci duymayan edebiyâtın
edebinden kuşku duyuyorum. Sonsuz, çok küçük esnelerde, örneğin bir bardak
suda, bir kelebeğin kanadında, bir ağacın kırık dalında, sevgilimizin titreyen
sesinde görülebileceği gibi, gözlerini üzerimde hissettiğim insan yüzünün
(Levinas!) derinliğinde de vardır. Sonsuzu dilde, dilden yansıyan dünyadan,
insandan yaşantılığımda çıkar önüme edebiyât olarak edebiyât. Orada
sıradanlığın içinde kendimi, kendimdeki insanı, insandaki sonsuzu görürüm.
Sonsuzun önünde durmayı bilebildiğim, sonsuzun edebine sahip olduğum için
edebiyâtla görünürüm. Sonsuz benim kalemimde gösterir kendini, sonsuz kalemimde
tecelli eder. Kalemimin edebi, dilimin edebiyle sonsuza yönelir. Yaşadıklarımı
edebiyâtlama çabam başlamıştır.
Edebiyâtın olmazsa olmaz bir diğer öğesini anmadım şimdiye
dek: Güzel. Edebiyât, sonsuzluğun yaşandığı bir alan olarak güzele, edeble,
dili kullanarak yürüme yoludur. Güzel, güzel olan, bir duygu değildir yalnızca;
güzel, sonsuzun kendini gösterdiği bir alandır, bir boyutudur yaşayışımızın.
Bir benzetmeyle anlatırsa, bir ülkedir sanki güzel, öyle bir ülke ki, oradan
bakıldığında, yaşadığımız dünyanın içindeyken göremediğimiz boyutları,
incelikleri, yüzleri ortaya çıkar. Bizdeki “estetik” sözcüğünün kökeni olan
Eski Yunanca’daki Aisthesis sözcüğünden yola çıkarak Aisthesia ya da Türkçe
okunuşuyla Ayistesya diyorum, güzel ülkesine. (“Güzellik” sözünü kullanmaktan
kaçınıyorum. Sıfat olan güzeli bir ad olarak kullanıyorum. Platoncu
çağrışımları önlemek için belki. – Boşuna bir çaba mı dersiniz?- )
Güzelden görülen: Edebiyâttan görülen. Güzelden görülen
insan, güzelden görülen çirkin, iğrenç. Güzelde yaşar edebiyât sonsuzluğu. Bu
güzelde varlığın görülebilen tüm yüzleri vardır: Elbette çirkin de. Bu çirkin,
güzelde görülen çirkindir. Örneğin, güzelde görülen insan iki yüzlülüğü,
yalancılığı, sahteciliği, sığlığı...
Edebiyâtımızda ebediyât olmalı ki güzel olsun. Sonsuzla
çıkar güzel. Güzele varmak, yoğrulmuş, işlenmiş, dokunmuş, dilin uçan halısında
edeble oturmayı bilerek başarılabilir. Peki soralım, hayatımızdaki edebiyâtta
sonsuz var mı? Güzel? Edeb? Edeble, güzel tezgâhında dokunmuş dil var mı
edebiyâtımızda? Hangi edebiyâtta var? Sorular böyle sorulunca edebiyât
sıkıntısı başlıyor. İyi ki başlıyor. Edebiyât sıkıntısı edebiyâtın
edebiyâtlığını sorgulamaya götürüyor bizi. Sonra da “nasıl yaşanır edebiyât?
diyorum. Sahi, “nasıl yaşanır edebiyât?”
EDEBİYÂTIN KENDİLİĞİNDENLİĞİ
Bu sonsuzdaki güzele, güzeldeki sonsuza dilin
patikalarından, edeble yürüdüğümüz edebiyât nasıl yaşanır? Nasıl yaşantılanır
edebiyât? Onunla güzelin ülkesinden ayistesya’dan dünyaya, hayata baktığımız
edebiyât, nasıl yaşantılanır? Nasıl yaklaşılır ona? Neyle yaklaşılır? (Hem okur
hem de yazar açısından soruyorum hem de yorumcu açısından!).
Edebiyâtın kendiliğindenliği çoğunlukla yanlış anlaşılan bir
kavramdır. Edebiyâtın kendi başına, bağımsız bir varlığı var mıdır yoksa bir
araç mıdır o? Örneğin sahip olduğum inanç sistemimi (dinimi, ideolojimi, dünya
görüşümü...) desteklemek için kullandığım bir duygusal etkileme aracı mıdır?
Kendi duygularımı anlattığım bir ifade aracı mı?
Edebiyât dünyayı, hayatı, onlar karşısındaki duygu ve
düşüncelerimi dile getirdiğim bir tasarımlar düzeni midir? Gerçekliğin bir tür
resmi midir?
Bu sorulara yanıtım “hayır”dır. Edebiyât kavramındaki
belirsizliği açmalı biraz: Edebiyât, en azından üç ayrı öğeyi kapsıyor :
Ürünü,yâni edebiyât yapıtını; yapıtın ortaya çıkışını,yâni yazar etkinliğini;
okurun ürünü okuyup değerlendirmesini. Ürün, yazma ve okuma. (Edebiyât
sosyolojisi açısından ilginç olabilecek, yayınlama, dağıtım, satış gibi
süreçleri şimdilik göz önüne almıyorum!). Edebiyât, temelde, bu üç temel
yapıtaşıyla, insanın yaşamına anlam verdiği, anlam aradığı bir etkinliktir.
İnsanın, dünyanın, evrenin ortaya çıktığı bir görünme alanı, kültürümüzün
geleneksel deyimiyle bir tecelligâhtır.
Edebiyâtı anlatma biçiminden mistik “saplantılar” içinde
olduğumu düşünenler olabilir. Anlattıklarımda “karanlık”, salt benim kendi
öznelliğimle yaşantılayabileceğim özellikler yok. Edebiyâtta görünen, görülen
varlıktan, insandan söz ediyorum yalnızca.
Edebiyât kendini edebiyâtlayarak ortaya koyar. Bu sözlerimde
Heidegger etkisini görenler yanılıyorlar. Edebiyâtlama, temelinde bir şiirleme
çabasıdır. Edebiyâtın çekirdeği şiirdir çünkü. Edebiyât şiirden doğmuştur.
Şiirleme eyleminden.
Şiirleme, şiirleyen aklımızın bir başarısıdır. İnsan,
aklıyla yalnızca sorunlarını çözmez, teknoloji ve bilim yapmaz, aklın şiirleyen
bir özelliği vardır. Şiirleme, aklın sınır ötesi bir atılımdır. Burada kuram
(teori) yapan, kontrol eden bir akıl değil de, bilinmeze anlam veren,
sonluluktan sonsuza açılan kapıdan çıkıp, yorum yapan, kendini dile getiren
aklın işleyişini görüyoruz. Şiirleme, gerçeklikle bir karşılaşma biçimidir.
Aklı, bilimsel olarak açıklama, anlama, denetleme çabasının dışında kalan bir
eyleminde görüyoruz: Akıl, türkü söylüyor gerçeklik karşısında.
Şiirleme eyleminde olağan ortam ve çevrenin ötesine taşma,
öteye aşma çabası var. İnsan geceleri mağarasında yıldızlara bakarken, artık
çevresinden bir korku, bir beklenti içinde değil, şiirleme çabasında.
Yıldızlarla karşılaşmaya hazır, onlara sığınma amacıyla, yazgısını denetleme
kaygısıyla gerçekleşmiyor şiirleme, içindeki sözler öyle yorumlansa da.
Şiirleme, dönüşen anlamları içinde (Bu konuda şu yazıma bakılabilir:”Şiirden
Doğan Şiirle Taşınan Bir Etkinlik Olarak Bilim”,Cogito,Sayı 31,2002,s.312-312).
yaşamsal tutunmaların dışında, yaşamda kalma çabalarından geldiği halde, bu
çabalardan fazla olan bir eylem. Gerçeklikle, içimizdeki ve düşüncelerimizdeki
varlıkla farklı bir ilişkiye girme biçimi: Varlığa öteleyici anlamlar yükleme
çabası. Bilimsel, kuramsal, metafizik, teknolojik yaklaşımlardan farkı ne?
Logos temelli, denetleme, ele geçirme, sorun çözme amacı taşıyan bir akıl
eylemi değil! Daha özgür. İçinde edebiyâtın edebiyâtlığını sağlayan, sonsuzu,
güzeli, edebi taşıyor. Şiirleme mutlaka dille yapılmıyor: Müzik, heykel,
seramik, resim, mimarlık ürünleri de şiirlemeyle oluşuyorlar.
Ne var ki, edebiyâtta “şiir” olarak ortaya çıkan, aslında
edebiyâttan ve edebiyâttaki şiirden önce gelen, bütün sanatların kaynağı olan
şiirleme, denetleyen aklımızca çok kolay taklit edilebilen, sömürülen,
yönlendirilmeye açık özelliklere sahip. Bu açığı, para, unvan, makam karşılığı
şiirleme taklidi yapan, bundan çıkar sağlayan insanlar, tarih boyunca bol bol sömürmüşler, hâlâ
sömürüyorlar!
İnsan aklının şiirleyen boyutunun yanında, teori yapan
denetleyen, anlayan, erotik, bağlanan, eleştiren boyutları da var. (Bu konunun
kısa bir açıklaması için Gönülden Bilime Yolculuklar Kitabı adlı kitabıma bakabilirsiniz,
Hece Yayınları, 2002, Ankara). Edebiyâtın devingenliğinde aklımızın anlayan,
erotik, bağlanan, eleştiren boyutları da yerlerini alırlar. Anlayan aklımız,
varlığın anlamına nüfuz etmeyi; erotik aklımız, edebi yaratmalarda ve
yorumlardaki aşkı, coşkuyu; bağlanan aklımız inançlarımızı, güvenimizi;
eleştiren aklımızsa dünyayı yeniden yorumlamaya, dönüştürmeye, değiştirmeye
götürecek eleştiri tohumlarının canlanmasını sağlar. Edebiyât, varlığını
aklımızın en azından bu beş yanıyla ortaya koyar.
Edebiyât karşısında, onu oluşturan şiirleme gücümüz
karşısında nasıl bir duruş içinde olmalıyız? Okur olarak bir edebi metin
önünde, yazar olarak yazacaklarınıza, yazdıklarınıza karşı tutumumuz nasıl
olmalıdır? Aklımızın, özellikle denetleyen boyutu, şiirleyen yanına her zaman
müdahalede bulunabilir.
Şiirlemenin, ondan kaynaklanan edebiyâtlamanın
kendiliğindenliği belki şu örnekle açıklanabilir: Saz çalan, acemi ya da
yeteneksizse, ya da salt denetleyen aklıyla çalıyorsa, sazıyla arasında hep
uzaklık kalır. Ustaysa çalan, çok çalışmış şiirleme gücüne erişmişse, artık
sazı denetleme kaygısı, notaların tek tek ayırdına vararak, tüm dikkatini saza
ve parmaklarına yöneltme telâşı ortadan kalkmıştır; artık o sazı değil, saz onu
çalmaktadır. Şair, şiire doğru yürür, bu şiire ulaşabileceği anlamına gelmez,
edebiyât yolcusu edebiyâta doğru yürür, edebiyâta doğru gider. Ama şiir şaire,
edebiyât, edebiyât yolcusuna doğru gelmiyorsa, ulaşma, vuslât gerçekleşmez.
Edebiyâta gitmekle ulaşılamaz, bir yere kadar yürüyebilirsiniz, yürümelisiniz
de, orası sizin emeğinizle, donanımınız, bilginiz, yeteneğinizle vardığınız
noktadır, orası edebiyât değildir, orası edebiyâtın size sunduğu yer değildir;
o da size gelmelidir. Size gelmesine izin vermeniz, kendinizi edebiyâta
bırakmanız, edebiyâta teslim etmeniz gerek. Sorun basit bir “esin (ilham) mı,
çalışma mı” sorunu değil. Edebiyât, denetimle, denetleyen aklımızla,
kurnazlıkla, belli kalıplar ve tekniklerle ulaşılabilecek bir özellik
taşımıyor. Edeb, edebiyâtın size gelmesini bekleme, kendinizi edebiyâta
(şairsiniz şiire, öykücüyseniz öyküye, denemeci iseniz denemeye) bırakabilme
demektir. İşte çağımızda edebiyâtın edebi yatık (eskimiş, yıpranmış, kokuşmuş
ve doğru değil de eğri anlamlarında!) olmasının ardında, edebiyâtı kullanma tavrı
yatıyor. Edebi yatmış, edebi doğru olmayan, yatık, eğri olan edebiyât.
Edebiyâtın edebiyâtlamasına izin verilmeyen bir dünya. Denemenin denemesine,
romanın romanlamasına, güncenin güncelemesine, şiirin şiirlemesine.... (Belki
edebiyât eleştirisi, bir yapılış tarzıyla, edebiyâtın dışında sayılabilir. O,
kuramsal, denetleyen, teknik bilgiler kullanan, uygulayan akılla
gerçekleşebilir...) Edebiyâtın kendini gerçekleştirmesine izin verilmeyen bir
dünya.
EDEBİYÂTIN YAŞAM TANIKLIĞI
Edebiyâtın tanıklığına izin veriyor muyuz? Neden vermeyelim
ki! Edebiyât içinden çıktığı kültürün ve çağın tanığı değil mi? Belki kimi
edebiyât ürünleri öyledir, onlarda çağın, kültürün karakterleri çok
belirgindir; kimilerinin tanıklığını anlamak, daha çaba gerektiren yorumlarla ortaya
çıkarılabilir. Evet, edebiyât çağın, kültürün, o çağ ve kültürdeki insanın, o
insandaki evrensel insanın tanığıdır elbette. Bu, edebiyâtın tanıklığına
ilişkin bir yorum. Edebiyât tanıktır, önemli bir tanık. Örneğin Homeros’la
tanımıyor muyuz Eski Yunan’daki yaşamı ? Orada görünen Ayistesya’yı! Güzeli.
Birçok, tarihsel, sosyolojik, psikolojik incelemelerde yakalanamayacak insan
zenginliğini, derinliğini edebiyât yapıtlarında bulmuyor muyuz?
Hangi edebiyâtın tanıklığı anlamlı? Edebiyâta, örneğin
tarih, sosyoloji, psikoloji, psikiyatri, ekonomi, antropoloji, felsefe
bilgilerini sokuşturmaya çalışan, edebiyâta doğru yürümüş de onun kendine doğru
gelmesine izin vermemiş insanların, edebiyâta “dışarıdan” güç uygulayanların,
sıkıştıranların, mıncıklayanların zorlama edebiyâtının tanıklığı, edebiyâtın
tanıklığı olamaz ki! Edebiyâtın edebiyâtlayamadığı bir yerde edebiyâtın
tanıklığı mı olur? Edebiyâtımsı ürünlerin, edebiyâtçımsı tanığının, tanıklığı
edebiyâtın değil de, başka birşeyin, birşeylerin tanıklığı olur, olsa olsa.
Nasıl tanık olur edebiyât yaşama? Yaşamı resmederek değil
elbette. Söylemiştim: Edebiyât yaşamın resmi değil, onun parçasıdır. Yaşamı
kendi edebiyle yöneldiği sonsuzluk olanağı ile tanır, ortaya koyar edebiyât.
Edebiyâtın edebiyâtlaması, onu yaşayan insana, kendisiyle, yazarla, edebiyât
metniyle ortaya çıkan yaşamı anlatmasıdır. Edebiyât ürünü, zorlama olmayan
edebiyât ürünü, ne yazarının ne okurunun ne yayıncısının ne de içinde bulunduğu
toplumsal-ekonomik-siyasal koşulların tümüyle denetimi altındadır. Edebiyâtın
kendisi, yaşamın kendisi gibidir; kimse denetimi altına alamaz onu, taşıdığı
sonsuzluk tüm sınırları, engelleri, belirlemeleri, kuramları aşar. (Elbette bu
söylediklerimi de!).Edebiyâtın tanıklığı, yaşananın kendi kendine tanıklığıdır:
Yaşamın yaşama tanıklığı. Yaşamın kendi kendini anlatması, kendini dile
getirmesidir. Yazar ve okur sadece tanıktırlar. Edebiyâtın edebiyâtlamasının
tanıkları!
EDEBİYÂT VE PAZAR
Edebiyât metâ olunca, ona sanki kendisi olmayan, kendisi
olarak ortaya çıkmasını engelleyen bir deli gömleği giydirilmiş oluyor.
Sözlerimin aşırılığının farkındayım, ama haddimi bilmeye çalışıyorum: “Pazarı
olmayınca yapıt, okura nasıl ulaşacak?” diyeceksiniz. “Yazarla okur arasında
kapitalist düzenin kurduğu köprü olmaksızın, senin edebiyât dediğin nasıl
edebiyâtlayacak?” diyeceksiniz. Haklısınız. Yazar, yapıtı ve okuru. Okur,
yapıtı ve yazarı, Edebiyât nerede nasıl edebiyâtlayacak? Yazar, yapıt ve okur,
edebiyâtın onlarla, onlarda kendini var ettiği edebiyât damarları, aralarındaki
iletişimi pazarsız kurabilir mi? Yapıt yazarsız, yazar okursuz olmayacağına
göre. (Elbette bu nokta da tartışılmıştır, tartışılmaktadır, edebiyât metni de
kendi başına, okursuz ve yazarsız kendini var edebilir mi? Deyim yerindeyse,
“metin metinler mi?”, “yapıt yapıtlar mı?” Onları yaşayacak, yaşatacak insanlar
olmaksızın?). İnsansız edebiyât olmayacağına göre, insanla, insanda edebiyâtın
ortaya çıkması, bu toplumsal, siyasal, ekonomik düzenin sınırları içinde
pazarla gerçekleşeceğine göre, bu düzende edebiyât pazarsız
edebiyâtlayamayacak.
Keşke pazarda edebiyât edebiyâtlayabilse! Pazar, edebiyâtı
denetim altına alıyor. Pazar, edebiyâtın pazarı değil. Edebiyât, pazarın
edebiyâtı! Edebiyât kullanılıyor burada; bir marka olarak. Burada edeb, edebin
yöneldiği sonsuzluk yok. Burada edebiyâtçılık oynanıyor. Pazar, edebiyâtın
pazarı olduğunda, olabildiğinde edebin pazar içinde bile olsa sonsuzu
bulabileceğini düşünüyorum. Pazar köprü olacaktır yalnızca. Oysa pazar
edebiyâta değil, edebiyâtı kullanarak kendine çalışmaktadır. Edebiyâtın kendini
gerçekleştirmesine neden izin verilmiyor? Pazarla edebiyât neden çatışma
halindeler? Pazar neden edebiyâta karşı olsun ki? Pazarda edebiyâta düşman olan
ne var?
Pazarın edebiyâtı kullanmasının ardında, edebiyât düşmanlığı
yok. Edebiyât pazarının, pazarın edebiyâtı haline gelmesinde pazarı kuşatan
toplumsal yapı, bu yapı içinde yaşanan değerlerin etkisi var.
EDEBİYÂT VE TOPLUM
Toplum, kendi kültürünü geliştirirken, doğanın karşısına
çıkardığı yaşama zorluklarını, yönetim sorunlarını çözmeye, diğer toplumlarla
ilişkilerini düzenlemeye çalışırken, edebiyâtı da bu sorunlarla başedebilmek
için bir “araç” olarak kullanmalı mı? Nedir yeri edebiyâtın toplumların
yaşamında ?. Kendilerini ifade etme aracı mıdır yalnızca? Belki genel bir soru
içinde sormalıyız edebiyâtın toplum içindeki yerini: Sanatın yeri ne olmalıdır,
toplumun yaşamında? Genel olarak sanat, özel olarak edebiyât neye yaramalıdır
toplumda? Nasıl yaramalıdır?
Sanatı ve toplumu neden ayrı ayrı düşünürüz? Sanat ve onun
içinde var olduğu toplum aynı yaşamın içinde. Sanat o toplumla, o toplumda
yaşıyor. Peki neden, bunları böyle ayrı ayrı düşünme eğilimine sahibiz?
Toplumun yaşamı, sanatın yaşamından neden ayrı sayılıyor? Sanatı yaşamın içinde
düşünmüyoruz; ne sanatın bir yaşam olduğu ne de yaşamın sanat olduğu aklımıza
geliyor. Edebiyâtın da kendine özgü bir yapısı, varlığı olduğu düşünülemiyor.
Tartışma, “sanat sanat için midir toplum için mi?” düzleminde sürüyor. Sanat
toplumda, toplumda sanattadır. Sanat sanatlığını gerçekleştirir, sanat sanat
olur; bu yazıdaki Heideggergil deyimle, sanat sanatlarsa toplumun yaşamında yer
alır, toplumu anlatır, ortaya koyar, toplum da sanatı içinde taşır; sanatla
toplum kendini anlatır.
Sanata, dolayısıyla edebiyâta görev yüklemek, onu
yönlendirmeye kalkmak, toplumu tümüyle öğretimiz, inanç düzenimiz çizgisinde
yönetebileceğimiz sanısıyla gerçekleşiyor. Burada edebiyâtın kendisine
saygısızlık söz konusu. Edebiyâtın kendini gerçekleştirmesine izin verilmiyor.
Edebiyâtın kendi varlığı, kendine özgü bir ontik yapısı olacağı göz önüne
alınmıyor.
Toplumsal ilişkiler açısından, bireylerdeki boşluk bunun bir
nedeni olabilir. Yaşadığımız çağda,
dikkat çekici bir benlik boşluğu yaşanıyor. Bundan dolayı bireyler, bireyleyemiyor;
kendilerini gerçekleştiremiyorlar. İçlerindeki boşluk, onları sürekli dışa
yönelmeye dışı denetlemeye itiyor. Aklı, bu denetim araçlarından biri olarak
kullanmak istiyor. Akla uygun karar alma süreçleriyle, bilimin ve teknolojinin
yardımıyla bu boşluğunu doldurmak, boşluğun yarattığı eksikliği denetleyerek
yok etmek istiyor. Toplumdaki benlikler, içlerindeki boşluktan dolayı, kendi
dışındaki varlıkların, diğer benliklerin okşamalarını beklemeyi, bu okşamaların
oluşumlarına izin vermeyi başaramıyorlar. Çağımız toplumlarında, bireyler
içlerindeki boşluğu, “dışlarında ne bulurlarsa onunla”, alışkanlıklarla,
modalarla, toplumsal sürüklenmelerin esrikliğine kapılıp “pılı pırtı”yla,
tüketim malzemelerinin hurdalığıyla kapamaya çalışıyor. Benliği benliklenemiyor!
Benliği ortaya çalışıyor. Sürekli “dıştan desteğe”, “dıştan dolduruşa” gerek
duyuyor. Benlikler, ilişkilerde kendilerini gerçekleştiremedikleri için
birbirlerine ve kendi kendilerine kuvvet uygulayarak kendilerini ve
birbirlerini şekillendirmek istiyorlar. Oysa boşluğun dolması için benlik
olarak içten doğan bir güçle kendi kendini ortaya koyması, benliğin
benliklemesi gerekiyor. Birbirimizin gerçekleşmesine izin veren, saygı duyan
bir toplumsal ilişkiler ağı içinde olmamız, bundan dolayı, bu gereklilik yerine
getirilmediği için, sağlanamıyor. Benlik boşluğu acımasız savaşların,
sömürünün, zulmün, birarada yaşama zorluklarının kaynağı olmaya devam ediyor.
Benlik boşluğunun ayırdına varma, bir başka doluluktur.
Boşluğun acısını duyma, boşluğun boşluk olarak ortaya çıkmasına çabalama
boşluğun boşluklamasını yaşama. (Heidegger’in “hiç hiçliyor” sözünü anlamsızlık
örneği sayanların boşluklarını boşluklamadığını düşünüyorum!). İşte burada
edebiyâtın, genel anlamda sanatın kendini gösterebileceği, açabileceği bir
toprak, bir bahçe var demektir. Benliklerindeki boşluğu sürekli dış
denetimlerle kapamaya çalışanların çoğunlukta olduğu bir toplumda, ne
kendilerinin ne öteki insanların “kendi olmasına” izin verilmediği için,
edebiyât kolay kolay edebiyâtlayamıyor. Pazar, boşluk kapatmak amacıyla pılı
pırtı edebiyâtıyla dolduruyor tezgâhlarını. Toplum, edebiyâtı, bireylerinin
boşluklarını kapatacak araç gereç gibi görebiliyor. Bireyler kendi içlerindeki
boşlukları farkettiklerinde, boşluklarını birbirleriyle paylaşmaya
çabalayabilirler. Edebiyât, kendisi olmaya çabalayan insanların oluşturduğu bir
toplulukta, toplumda kendini gerçekleştirebilecek ortamı bulur. Edebiyâtın
edebiyâtlamasını ideolojilerle, inanç sistemleriyle engellemek, edebiyâttan
beslenerek kendi boşluklarını doldurmaya çalışan insanlara büyük bir kötülük
olur.
Benlik boşluklarının nedeni ne olabilir? Bu boşlukların
sağlıksız doldurulmaya çabalanmasının ardında tarihsel, kültürel, siyasal,
ruhsal etmenler olabilir. Boşluğun, boşluklanarak kapatılması, bilgeliğin,
bilimin ortaya çıkmasına, boşlukla karşılaşmaya izin veren bir tutumla
boşluklamak: Buradan, edebiyâtın edebiyâtlamasıyla kesiştiğinde, edebiyât
toplum içindeki yerini alacak, bireylerle buluşması gerçekleşecektir. Ancak,
bireyin bireyleyebildiği bir toplum, toplumlayabilir ve ancak orada edebiyât
edebiyâtlığını gerçekleştirebilir. Boşluğunu görebilen, kendi içindeki ve
dışındaki, kendisindeki, kendisiyle öteki insanların ilişkilerindeki, toplum
düzeninde, siyasal-ekonomik düzendeki boşlukları kavrayıp, bu içten başlayan,
bu içten gerçekleşmeyi sağlayabilen bireylerin, etkileştiği, konuştuğu,
söyleştiği, tartıştığı, çatıştığı, ama kendilerini oluşturmaya uğraştıkları bir
toplumda açar edebiyât kendini. Edebiyât kendindeki toplumu açar. Yazarının
zorlamadığı, dünya görüşünü sıkıştıra sıkıştıra giydirmediği bir edebiyât
ürünü, açar, yazarına rağmen. Yazara da, okura da farketmedikleri yüzlerini
göstererek. Edebiyât okurun ve yazarın ona verdiklerinden daima fazla olandır.
O nedenle, ne yazar ne okur ne yayıncı ne eleştirmen onu tümüyle ele
geçirebilir. Ele geçirmeyi çalışanları da yazar edebiyât. Burada edebiyâtı
idealleştirip, tüm ilişkilerinden soyutladığımı söyleyenlerin saldırısıyla
karşılaşacağımı biliyorum. Tümüyle tersini yaptığımı, edebiyâtı önemli bir
yanıyla gördüğümü düşünüyorum. Bunu, varlığı kendinden menkul “edebiyât”
sözcüğünün boş bir edebiyâtıyla yaptığımı, “edebiyâtın edebiyâtlaması” diye bir
laf uydurup, yüzeysel bir Heidegger özentisiyle saçmaladığımı
söyleyebilirsiniz. Elbette. Ben de kendime çok söylüyorum bunu. Bir yanım
edebiyâtın edebiyâtlamasını anlayamayışımızın altında bu alışkanlıkla
yürüttüğümüz tutumumuzun bulunduğunu söylüyor. Edebiyât, bu kafadan, bu
tutumdan dolayı edebiyâtlayamıyor kendini. Bir metâ oluyor. Eşyâ oluyor. Sahte
değerlerin çıkmasına yataklık ediyor.
EDEBİYÂTIN DEĞERSİZ DEĞERLERE VERDİĞİ OMUZ
Benlik boşluğu, zamanı yaşamada sorunlar yaratıyor. Boş
benlik zamanı durdurmak, ele geçirmek, akışını kesip, onu bütünlüğünden
koparmak istiyor. Farkındalığını yaşayamayan boş benlik, zamanı üç boyutuyla,
geçmiş, şimdi, gelecek birlikteliğiyle; ânı, geçmişle derin bağları içinde,
gelecek beklentisiyle yaşantılamıyor. Bir şeyin o şey olarak kendini
göstermesi, birşeyin, “birşeylemesi”, örneğin ağacın ağaçlaması, derenin
derelemesi, kalemin kalemlemesi ancak zaman içinde bir oluşumla ortaya çıkar.
Değişmeyen, önceden planlanmış bir “öz”ün kendini ortaya koyması değildir söz
konusu olan. Örneğin, Ayşe’nin Ayşe’lemesi, bir Ayşe özünün, tohumunun kendini
gerçekleştirilmesiyle sağlanmaz. Ayşe’nin Ayşe’lemesi, açık uçlu bir oluşumdur.
Boşluğu içine düşmüş, düşmekte olan benlik, zamanı bu oluşumu gerçekleştirecek
biçimde yaşamak yerine, kafasında tasarladığı, yarattığı, uydurduğu bir
görüntüye, imgeye göre yaşar. Oluşumun kendiliğindenliğine izin vermeyen bir
yaşamdır bu. Kendini planlar bu benlik, çevresini, ilişkilerini.... Planlananın
gerçekleşmesi için sürekli olarak planın uygulama gerilimini duyması,
tedirginlik içinde, hedefini kollayıp, gözetip, denetleyerek hayatını
sürdürmesi gerekecektir. Bu gerginliğin, denetim kaygısının, gücü elde tutup,
olup bitenleri yönlendirme gayretinin yürümesi, boş benliğin sarıldığı
değerlerin işlerliği ile olanaklı olacaktır.
Edebiyât oluşumunu yaşayamayan boş benlik için denetlenmesi
gerekli bir etkinliktir. Ben denetlemesem, ben yönetmesem, ele geçirmesem, bir
başkası bunu yapabilir diye düşünür. Her varlığın kendini gerçekleştirme hakkı
olduğunu aklıma getirmez.
Denetim, ele geçirme, gücü elde bulundurma gibi temel
tasalarla yaşanan bir dünyada, güvensizlik, boşluk arttırıcı kaygı, yaşamın
anlamını yitirmesi, yaşanan değerleri belirliyor. İnsanlar “değerleri”
yaşayamıyor. Çıkara, zorlamaya, denetime, kurnazlığa dayalı bir anlayış,
“değerlerin” değerini düşürüyor. Edeb, sonsuzluk, güzellik, dil sevinci, dil
saygısı giderek zayıfladığı için, edebiyât toplumda “yüksek değerler”in
oluşumunu sağlayamıyor. Edebiyât, çağımızda, sonsuzluğunu ve edebini yitirmiş
sıradan dünyanın meşrulaştırılmasına yarıyor. İnsanlar edebiyât okuyarak yaşadıkları
dünya içinde kalıyorlar, bu dünyanın çirkinliklerini onaylıyorlar. “Dayanılmaz
hafifliği” içindeki hayata edebiyât “evet” diyor. Edebiyât hayatın
çirkinliklerine, değersiz değerlerine itiraz edemiyor. Ediyor gibi görünse de,
bu itiraz, düzenin değersiz değerlerini yaşamasını sağlıyor yalnızca.
EDEBİYÂTIN KAPATTIĞI HAKİKAT
Eski Yunan’ın anladığı gibi anladığımızda, hakikat, bir
örtünün perdenin ortadan kalkmasıyla kendini gösterendir. Edebiyât
edebiyâtladığında, kendini açmış, ortaya koymuş, gözönüne sermiş oluyor:
Kendini, kendisindeki insanı, kendisindeki toplumu, değerleri ortaya koyuyor.
Hakikat, açıyor kendini edebiyâtla. Edebiyâtın hakikat açması, ona önceden
planlayarak, zorlayarak koyduğumuzu görmek değildir! “Bir roman yazayım da
kahramanlarıma şunları şunları söyleteyim, şunları şunları eleştireyim”
düşüncesi, salt bu düşünceyle yazılmış roman, edebiyâtın uzağındadır. Romana
belli bir planla başlayabilirsiniz bir ölçüde; ama, roman romanlıyorsa,
kahramanlar alır başını gider, olaylar romancının belki de şaşkın bakışları
içinde olup biter. Yerli yersiz karışırsınız olaylara; roman, romanlamaz olur.
Aynı durum şiir için de, edebiyâtın diğer türleri için de söz konusudur.
Karışırsanız, şiir şiirlemez ve yaşadığımız kötü şiir olur. Manzume olur.
Hakikatin edebiyâtta kendini göstermesi, edebiyâtın edebiyâtçıya rağmen alıp
başını gitmesiyle gerçekleşir. O kendi kendine işleyişin de farkına
varmadığımızı görürüz: Romancı roman öncesi tasarlamadıklarını görür romanda,
yazdığı romandan öğrenir. Şair şiirinden, öykücü öyküsünden, denemeci
denemesinden. Hakikat, edebiyât sık boğaz edilmediğinde kendini gösterir
edebiyâtta. “Ben okura gerçekleri anlatacağım” savıyla, kafanızdaki gerçekler
kadar edebiyât yapıtı oluşturmuşsanız orada edebiyât edebiyâtlamamış, hakikat
kendini açmamıştır. Hakikat ya da sizin hakikat sandığınız, edebiyâttan önce
zaten sizde vardı: Önceden planladığınızdan fazlası görünmüyorsa bitimde, o
edebiyât yapıtında hakikat, kendini açma olanağı bulamamış demektir.
Günümüz edebiyâtı, onu evcilleştirip, terbiye etmeye
çabalayan, vitrinlere yerleştirip, bu
durumdan kendine çıkar sağlamaya çalışan insanların elinde. Kimse edebiyâtla,
ortaya çıkabilecek hakikatin farkında değil. Heidegger’in şiirde yakalamaya
çalıştığı hakikatin, çağımız edebiyât düşünürlerince yeterince anlaşılmadığını
düşünüyorum.
EDEBİYÂTIN İNANÇ SİSTEMLERİYLE BAĞI
Dünya görüşümüz, dinsel, siyasal, kültürel, metafizik
inançlarımızın oluşturduğu bütünlüğe inanç sistemi diyorum. İnanç
sistemlerimizin yaşamımızı yönlendirdiği, aldığımız kararlarda, bu kararların
sonucu ortaya çıkan eylemlerimizde etkili olduğu açık. Edebiyât, inançlarımızın
oluşturduğu çerçevede gösteriyor kendini. İnançlarımızın içinde, bağlamında
yaşıyoruz onu.
İnançlarımızı nasıl yaşadığımız, edebiyâtı inançlarımızla
yaşama biçimimizi etkiliyor. İnançlarımız, içimizdeki boşlukla, bu boşlukla
giriştiğimiz zamansal ilişki ile nitelik kazanıyor. Neye inandığımız değil,
nasıl inandığımız; boşluk ve boşluk-zaman etmenleri bizi belirlemeye başlıyor.
Boşluğumuz bizi, çevreye karşı demirden sağlam olmasına çalıştığımız inanç
duvarları örmeye götürebilir. İnancımız bizi boşluğa çekebilir, boşluğa
çektikçe çırpınıp inanç merdivenleriyle çıkmaya çalışabiliriz. İnanç
merdivenlerine bakışımızdaki sorunlar, merdiven çıkışımızı, boşluğa düşmeye
dönüştürebilir. Çıkmaya çalıştıkça batarız: İnanç duvarlarımızı katılaştırmaya
çabaladıkça duvarlar yıkılır, perişan oluruz. Ya da güvenli bir inanç kalesi
kurup, içinde pek de rahatsız olmadan yaşar gideriz. İnançlarımızla ilişkilerimiz,
edebiyâtı, inançlarımızın dokuduğu iç dünyamıza buyur etmemizdeki tutumumuzu
belirler. İnançlarımızın güvenliği için kendimizi bir sığınağa kapatmışsak, bu
sığınaktan, bir sığınağı yaşamanın psikolojisiyle edebiyâtı yaşarız. Belki yine
bir sığınak, bir silah, bir kaçış, bir yüreklendirme kaynağı olarak.
İnanç sistemimizin dünyayı dönüştürme kaygıları varsa,
edebiyât da bu kaygıların bir parçası olur:Bir savaş aracı. Dergi çıkarılacak
ve edebiyât yoluyla inançlarımız,dünyayı dönüştürmek için savaşa gireceklerdir.
Elbette bu nokta da edebiyât edebiyâtlayabilir; kavga edebiyâtın özgünlüğünü,
özgüllüğünü (kendine özgülüğünü!) bozmayabilir; kavga sırasında, edebiyâtın
edebiyâtlamasına izin verirsek. Yazar olarak, savaşçılar olarak, kavga erbâbı
olarak, edebiyâtın bu kavgada kendini gerçekleştirmesine izin verirsek.
(Mıncıklamadan, ellemeden, sokup sokuşturmadan, kesip biçmeden!) Edebiyât, işte
o zaman, kavganın tanığı olan edebiyât olarak çıkar ortaya. “Bu kavgada böyle
roman yazılır mı? Hiç yazdığın şiirin kavgayla ilgisi var mı” gibi sorularla
baskı uygulamadan, edebiyâtın boğazına halkalar bağlamadan, eli kolu prangalı
tutsak bir karikatürünü “işte bizim kavga edebiyâtımız”demeden. Edebiyât senin
savaş sırasında söylediğin marş değildir, slogan da! Marşlar ve sloganlar
yönlendirmeye yönelik kültürel ürünlerdir. Belki tek bir slogan gerekli
edebiyâta: “Lütfen edebiyâtı rahat bırakınız!” Yanıt şu olabilir: Ben bırakayım
da karşı taraf eline geçirsin değil mi? Bırakmam, edebiyât benim kavgamın,
yazarlar benim kavgamın. (“Bu yazar benim, bu kitabı ben basmalıyım, diğer
yayınevinden önce” diyen; yazarlara da
“şöyle şöyle bir roman yaz, bunları şimdi peynir ekmek gibi satılıyor”
sözleriyle yapıt ısmarlayan yayıncının da buna yakın bir tutumu yok mu?).
İnançlarını boşluklarının boşluklaması doğrultusunda,
boşluğunun farkına varıp onun zaman içinde oluşumuna yön verebilecek bir gönül
açıklığına, gönül zenginliğine ve enginliğine sahip insanların yaşadığı
kültürlerde, edebiyât sıkıştırılamaz, zorlanamaz, tornadan geçirilemez. Kendine
özgü oluşumuyla edebiyât ortaya çıkar; bize bizi, bize inançlarımızı,
toplumumuzu, yüreğimizi, aklımızı anlatır
AKIL, TEKNİK, KURNAZLIK KARŞISINDA EDEBİYÂT
İçindeki boşluğun anlamını keşfetmeyi düşünmeden, boşluğun
üstünü örtüp, onu görmezlikten gelerek, “dışarı dışarı” haykırışlarıyla dış
dünyaya yönelerek, onu denetim altında tuttuğunda, içindeki boşluktan gelen
anlayamadığı korku ve kaygılarından uzaklaşacağını sanan insanın edebiyâtından
söz ediyoruz. Aklına güveniyor bu boşluk taşıyıcı benlik: “Aklım bana teknikler
bul! Beni mutlu et! Can sıkıntımdan kurtar! Beni rahatlat! İlaçlarla, bir
makine gibi, öğrenebileceğim mutlu olma teknikleriyle: Meditasyon öğret!
Soluklarını denetlemeyi! Kendini denetlemeyi öğret bana! Edebiyât sen de gel!
Bana insanı, insanın duygularını, insan ilişkilerini, sevgiyi, nefreti, aşkı
öğret!”. Boşlukzedelerin edebiyâta bakışlarında yatan: “Edebiyât beni
boşluğumdan kurtar. Boşluğumu anlatarak değil, boşluğumu unutturarak! Bana
avutucu hazlar sağla! Bu hazların sarhoşluğunda boşluğumu örteyim. Gözümün
önünden silinsin boşluğum.”
“Yazarım ben: aklım benim çık yetenekli bir yazar olduğumu
söylüyor. Öyle şeyler yazmalıyım ki, edebiyât tarihinde yeni olsun. Ne
yapmalıyım bunun gerçekleşmesi için?” İşte bu soruyu soran edebiyât mühendisi
yazar, edebiyât mühendisliği yapacaktır artık. Yazar olacak, yazar olmak için
en uygun araçları, en akılcı biçimde kullanacaktır. Kafanı çalıştır yazar ol!
Şair mi olmak istiyorsun? Bak bakalım şiir ne âlemde? Piyasa
nasıl? “Hüzün” mü iyi satılıyor? Divân Edebiyâtı tarzıyla duygu yoklamaları?
Acaba Heidegger’den, diğer metafizik erbâbından, edebiyât kuramcılarından,
bizden tasavvuftan falan bir iki şeyi potaya atsak da yoğursak mı? Edebiyâtın
senin gidi Frankestein’ı seni! Açtığın atölyende, dünyaya Türk Edebiyâtını,
Türk kültürünü pazarlayan ürünler satıyorsun. Edebiyâta boşlukzede ruhlarıyla
bakanlara edebiyât mühendisi, edebiyât cerrahı gerek. Yazar da okur da
buluveriyorlar birbirlerini. Kalıbını döktüğünüz ürünlerin satışıyla,
sıkıştırılmış, canı çıkarılmış edebiyâtımsılar. Almanların deyimiyle
ersatz’lar, aslının yerine konmuş kötü kopyalar. Boşlukçu edebiyât! Alanın ve
satanın memnun gözüktüğü bir edebiyât tezgâhı. Aklımızın, tekniğimizin,
kurnazlığımızın tezgâhında.
Edebiyâtın “bilimini” yapanlar, edebiyât eleştirisi üstüne
çalışanlar da, denetleyen akıllarıyla kavramaya çabaladıkları edebiyâtın içine
düştüğü durumu desteklemeye uğraşıyorlar sanki. Yaptıkları incelemelerle,
dilbilim destekli bilgisayar teknikleriyle geliştirdikleri çözümleme, anlama,
yorumlama çabalarıyla, edebiyâtın kendiliğindenliğini gerçekleştirebileceği
toprağı, bahçeyi kurutuyorlar. Bilimsel bakış görüntüsüyle, edebiyâtın içini,
yaşamını, dilin güzelle olan bağlantısını, sonsuzu, edebi anlayamamış bu
bilimci dostlarımız (bir zamanlar ben de aralarındaydım!) edebiyâtın yeşereceği
bahçelere ektikleri yapay gübrelerle toprağı yakıyorlar! “Bilimsel”
çalışmalara, sakın yanlış anlaşılmasın hiçbir itirazım yok. Bu çalışmalar,
edebiyâtın edebiyâtlamasını desteklediği oranda anlamlıdır. Birçok
akademisyenin, edebiyât beğenisi eksikliği taşıdığını görüyorum. Kendi
tekniklerini uygulayabilecekleri popüler yapıtlar seçip onlar üzerinde
“akademik” çalışma yapıyorlar! Önemli olan edebiyât yapıtı, edebiyâtın edebiyâtlaması
değil de, onların kendilerine inceleme olanağı verecek “kurban” yapıtlardır.
Edebiyâtı kullanıyorlar. Edebiyât bahçesinin çiçek açmasına, yeşermesine izin
verecek, edebiyâtın kendini gerçekleştirmesine yol açacak bir ortamın
yaratılması kaygısı galiba çok az akademisyende var. Akademisyen memur çünkü.
Onun işi var. İşini yapacak. İşi, edebiyât incelemelerini kalıplamak,
düzenlemek. Peki ne adına? Terfi ve maaş için mi? Unvan için mi? Edebiyâtın
kendisi ne oluyor, ellerinde? Yatırdıkları teşrih masasında nelere ama nelere
dönüşüyor edebiyât? Revâ mı? Edebiyâtı bu hâllere düşürmeye ne hakkımız var
arkadaşlar, ne hakkımız var? (Muzip bir akademisyen arkadaşım, bu yazıyı
okuyunca bana şöyle seslendi: “Edebiyâta bir şey olduğu yok! Edebiyâta bu zulmü
revâ gören sensin. Kendin uydurma bir sorun yaratıyor, bu sorundan dolayı
kahroluyorsun. Tipik bir entelektüel mazoşizmi!”).
EDEBİYÂTIN SONU MU?
Mıncıklıya mıncıklıya edebiyâtı bu dünyadan kaçırıyor muyuz
yoksa? Edebiyât bizi terk mi etti? Etti edecek gibi mi duruyor yoksa? Hırslanan
insanların hırsla sanata, hırsla bilime, hırsla teknolojiye, felsefeye
yürüyenlerin dünyasında, boşluk özürlü benlikle, edebiyâtı duyup ona yetişmeye
çalışan binlerce, milyonlarca insan var. Okuyup yazarak ruhlarını doyurmanın ardına
düşmüşler. Çok satan kitapların, afişlerde, reklamlarda görülen yüzleriyle
yazarları, edebiyât panayırlarında mallarını satıyorlar. “Hiç şiir okumadın mı
hayatında? öldün öyleyse!” “Roman oku hadi, öykü oku, deneme oku, anı, mektup,
gezi notları, günlük, edebiyât eleştirisi oku! Oku be, güzel okur, oku da öğren
hayatı! Öğren de insan ol! Sana açtığım kapılardan geç, bak kitaplarımda neler
sunuyorum sana!” Okur, kışkırtılıyor. Okuma seferberliği başlatmalı! Okusunlar,
öğrensinler, gelişsinler. Otobüste, metroda, iş yerinde; çay, kahve, yemek
molalarında oku! Okuyan dünya ne güzel bir dünyadır!
Yaz, yazar kardeşim! Dilinin kültürünün, yaşayışının hakkını
vererek! Şaşırtıcı, ürkütücü şeyler yaz! Karanlık bulmacalar söyle! Okuyan
feleğini şaşırsın. Yazarsın sen, endersin, eşin menendin yok! Hadi insanlar
edebiyâta! Haydin edebiyâta! Kurtuluş ordadır. Selâh!
Herkes edebiyâta koşsun. Ne savaş kalsın ne açlık ne zulüm!
Herkes şiir okusun, öykü, roman! Kurtuluşun edebiyâtta olduğunu bilmiyorlar.
Edebiyât ihtiyaçlarının farkında değiller! Her insanın edebiyât ihtiyacı var
oysa. Bu ihtiyacı giderecek yazarlar, yayıncılar ve onların oluşturduğu pazar
var. Bu pazardan haydin edebiyâta!
Peki, edebiyâta gideceğiz de, edebiyât nerede?
Ahmet İnam
ELEŞTİRİNİN YOLLARINDA (Ahmet İnam)
Yetmişli yılların başında bıraktığım edebiyat eleştirisi
çalışmalarının ardından, ara ara giriştiğim şair ve şiir değerlendirmelerini
saymazsak, edebiyat eleştirisi üzerine otuz yıl sonra yazdığım ilk yazı bu.
Bir ayrımla başlayacağım. Edebiyat eleştirisinin, edebiyat
üstüne yapılmış çalışmalar içerdiği için, edebiyat dışında kalan bir boyutu
vardır. Bu açıdan bakıldığında edebiyat eleştirisini:
1. Bir edebiyat türü olarak edebiyat eleştirisi
2. Edebiyat etkinliğine, ürünlerine, yazarlara, okurlara
yöneltilmiş yorumsal, filolojik, felsefî, bilimsel çalışmalardan oluşan
edebiyat eleştirisi
olarak ikiye ayırıyorum. Elbette bu iki tür eleştirinin
kesiştiği ortak alanlar da olabilir.Bu yazıda daha çok bir edebiyat türü olarak
edebiyat eleştirisi üstünde duracağım. Öyle bir eleştiri olacak ki bu, edebiyat
olacak. Şiir gibi, öykü gibi, deneme gibi olacak. Tür olarak daha çok denemeye
yakın olacak. Konusu edebiyat ürünleri, edebiyatçılar, edebiyat etkinlikleri ve
onların yorumlanıp değerlendirilmeleri olan bir deneme olacak. Bir şiiri ve
onun edebî eleştirisini yan yana okuyabileceğim, bir eleştiriden alacağım tat,
bir edebiyat tadı olacak. Elbette çözümlemeler, mantıksal, dilsel, felsefi yapı
taşıyan özellikler içerir. Bu özellikler edebî bir atmosferde yoğunlaşarak,
edebî tat taşıyan eleştiri, edebiyat tadında olan eleştiri ortaya çıkacak. Bu
tür eleştiriye edeştiri demeyi öneriyorum. Edebiyatın olan, edebî,
edebiyatlanmış eleştirinin “l”sine, edebiyatın “d”sini yerleştirerek
oluşturduğum bu sözcük, edebiyatla eleştiri arasındaki karşılıklı “etme”leri,
“edebilmeleri” de yansıtıyor olabilir.
Eleştiri gibi zaman zaman “nesnel”, “bilimsel” olması
gerekliliği ileri sürülen bir çalışma alanının edebî bir yapı taşıması, bu alandaki
çalışmaların “ciddiliğini”, anlamını, kültür yaşamı için önemini zedelemez.
Edeştiri, “boş”, “cilâlı” duygusal ağırlığı sözlerle yapılan; ayırd eden,
çözümleyen, irdeleyen, didikleyen özelliklerden yoksun bir çalışma değildir.
“Edebiyat yapmayı”, içi boş, süslü sözlerle gerçekleştirilen, insanları
duygusal açıdan sömürmeye yönelik bir çaba sananlar yanılıyorlar.Edebiyat,
“akla”, düşünmeye, akıl yürütmeye, sorgulamaya, araştırmaya ters düşen bir
etkinlik değildir. Edebiyat, edebiyatla düşünür; edebiyattan, edebiyatça
düşünür, çözümler, irdeler, değerlendirir edeştiride. Edeştiride, belli bir
kuramın biçimsel kuruluğu görülmez.Bir siyasal, sosyal bilimsel, dilbilimsel,
mantıksal, matematiksel kuramın edebiyat yapıtına tepeden uygulamaya
çalışıldığı çabalar edeştiri olamaz. Edeştiride, edeştirmen edebiyatçıdır. Her
edebiyat yapıtı bir anlamda şiirsel özellikler taşıdığından (Bkz. “Ebedîyatını
Yitirmiş Edebiyat” adlı yazım, Doğu-Batı, sayı: 22, 2003, s. 21-36) edeştiri,
yapıtın kendine özgü yapısını ortaya çıkarıp göstermek yerine, alışılagelen
basmakalıp şekillerle, formüllerle, onu önceden kurgulanmış
değerler,değerlendirmeler düzeneğinde bir yerlere yerleştirme değildir. Yapıtı
önceden verilmiş kuramlara uydurarak görmenin adı edeştiri olamaz. Böyle bir yaklaşım,
yukarıda sözünü ettiğim anlamıyla şiirsizliktir: Dar düşünce kalıplarına
takılarak, yapıtın kendi farklılığını ortaya koymasına, ona tepeden kuramlar,
ölçütler giydirerek izin vermemektedir. Edebiyata saygısızlıktır. Şiir, çünkü,
olağan dilin ötesine dilin olanaklarıyla çıkarak başarılabilir. Edebiyat
elbette boş söz değildir. Her “dolu” sanılan söz de edebiyat değildir. Sözün
şiirlediği, şiir olarak ortaya çıktığı bir alandır edebiyat. Ölçülü, uyaklı
dizeler anlamında, bir edebiyat türü olarak şiiri kastetmiyorum burada. Şiir,
duyuş, düşünüş, kavrayışa dille açılan ufku gösterir. Eleştiride şiirin olması,
ele aldığı yapıtın değerini, özelliklerini gösterecek biçimde, yapıtın
etkisiyle eleştiri dilinin dönüşümler gösterebilmesi demektir. Yanlış anlaşılmaları
önlemek için açıklama gerekir, bu noktada. Bir soruyla başlayayım:“Şiir
eleştirisi şiirle, öykü eleştirisi öyküyle, deneme eleştirisi denemeyle mi
yapılacak?” Şiir eleştirisi, örneğin, şiir üstüne, şiiri anlayıp, çözümlemeye,
yorumlamaya, değerlendirmeye çalışan bir etkinliktir. Şiir eleştirisi şimdiye
dek büyük çoğunlukla, düz yazıyla, belli düşünme, kavrama alışkanlıklarıyla
yürütülmüştür. Bu eleştirilerin çok azının edebî bir değeri vardır. Elbette
edebiyat üstüne yazılanlar, edebiyatla ilgilidir, edebiyat alanındadır ama
edebiyat değildir. Şiir üstüne yazılan eleştirinin edebî olması da gerekmez.
Ama, edeştiriden söz ediyorsak, edeştirinin başarabildiğinde, şiir
olabileceğini söyleyebiliriz. Deneme edeştirisi, deneme; öykü edeştirisi öykü
olabilir. Edeştiri, basma kalıp eleştirinin karşısına konulan bir eleştiri
türüdür. (Örneğin, Tanpınar’ın Cemal Süreya’nın kimi yazılarının,
eleştirilerinin edeştiri olduğunu söyleyebiliriz!)
Bu ikili ayrımın dışında kalan, basma kalıp, çalakalem
eleştiri taslaklarında görünen eksik ve özürlerden bir bölüğünü dile getirerek,
eleştiri yolundaki engellerden bazılarını sergilemiş olacağım.
a)Eleştiri olarak ortaya konan ürünlerin kimileri yalnızca
değerlendirmeye (iyi, kötü; güzel, çirkin; değerli, değersiz gibi…) yöneliktir.
Oysa o değerlendirmenin dayanakları verilmediğinde, değerlendirmeyle
oluşturulmaya çalışılan edebî canlılık sağlanamaz.
b)Edebiyat yapıtının özelliklerini betimlemeye yönelik,
betimlemenin ötesine geçmeyen eleştiriler. (Yapıtın kurgusu, sözcüklerin
sayısı, yapısı gibi yapıtın “emripik” özelliklerinin betimlenmesi…)
c)Yapıtın yalnızca belli bir tarihsel dönem ya da akın
içinde ele alınarak eleştirisi.
d)Yapıtın tanıtımı, propagandası açısından yapılan
eleştiriler.
Kısaca, bütünlük kaygısı gütmeyen eleştirilerin edebiyatı
canlandırmada güdük kaldığını söyleyebilirim. Eleştiri birbiriyle içten bağları
olan beş boyutlu bir çalışmadır. Bir eleştiri yazısında bu beş boyutun beşinin
de bulunması gerekmezse de eleştirmen, bu beş boyutun beşiyle de hesaplaşması,
bu boyutlarla ilişkisini geliştirmek zorunda olan biridir. Bu boyutlara
geçmeden, edeştiri edeştirmen ya da edeştirici hakkında birkaç not düşelim.
Edeştirmen, bir eleştirmendir. Dolayısıyla, beş boyutun beşiyle de ilgilidir.
Bütünlük kaygısı taşır. Üstelik, edeştirmen, bir edebiyatçıdır, edebî değeri
olan bir yapıt ortaya koymak zorundadır.Edeştirmen de bir “yaratı” ürünü vermek
zorundadır. Edeştirmenin hem eleştirme hem “yaratma” kaygısı olduğu için, ona,
biraz şakayla, “çifte kaygılı” edebiyatçı diyebiliriz.
1. Eleştirmenin ele aldığı edebiyat yapıtlarını,
etkinliklerini, edebiyatçıları değerlendirirken dayandığı bir yaşam görüşü
olmalıdır. Dünyaya bakış biçimi, insan anlayışı olmalıdır. Sıradan anlamıyla,
“herkesin zaten böyle bir görüşü vardır”, diyebiliriz. Eleştirmenin saygınlığı,
etkinliği bu yaşam görüşünün, işlenmişliği ile, derinleştirilmiş olmasıyla ortaya
çıkar. Kitaplardan, çeşitli okumalardan, okuldan edinilmiş bilgilerinin yanı
sıra, eleştirmenin yaşamdan devşirebildiği bilgileri, onun kişiliğinde
birleşerek, eleştirel donanımını oluşturur. Okur ya da yazar olarak
eleştirmenin yaşam görüşü benden çok farklı olabilir; üstelik, o, rahatsızlık
duyduğum, belki de düşman bulduğum bir bakışın insanı olabilir. Eleştirmen
olarak ona saygım, görüşüyle geliştirdiği insan anlayışının evrenselliğinden,
derinliğinden, inceliğinden, kapsayıcılığından kaynaklanır.
2. Eleştirel bakışın ikinci boyutu, edebiyat görüşü
boyutudur. Eleştirmenin, eleştirel saygınlığının ikinci ayağıdır bu: Edebiyata
bakışını olgunlaştırmamış, işlememiş, dokumamış, bu bakışının temellerini
oluşturmak için yorulmamış, çalışmamış, çile çekmemiş eleştirmene saygı
duyamam. “Nokta-i nazârının” beslendiği insan anlayışını, yaşam birikimini,
edebiyatı kavrayışının ufuklarını görebildiğimde, bu boyutuyla eleştirmen benim
için saygın bir eleştirmen olur. Tıpkı yaşam görüşünde olduğu gibi, edebiyat görüşü,
okur ya da yazar olarak benim görüşüme uymayabilir. Yine de, onun edebiyat
kavrayışına duyduğum saygı, görüşünün işlenmişliğine, derinliğine,
genişliğinedir. Bu saygım, kendi görüşümü tanıyıp, geliştirmeme yol açabilir.
3. Üçüncü boyut, çözümleme boyutudur. Çözümleme yalnızca
mantıksal, dilsel yaklaşımlarla yürütülebilecek, belli kalıpların
uygulanmasıyla, ortaya çıkan bir etkinlik değildir. Yaşam görüşümüzün, edebiyat
anlayışımızın açtığı ufuk içinde geliştirilebilir çözümleme. Belli dilsel,
dilbilimsel kuramlar, çözümlemeye yardımcı olabilirse de, kuramla sıkışmış,
sıkıştırılmış, tutsak alınmış bir uygulama çabası olmamalı, çözümleme.
Çözümleme, yapıtın belli bir açıdan yapısını, öğelerini
ortaya çıkarmak, yapıtı oluşturan öğelerin aralarındaki bağlantıları
sergilemekle gerçekleşir.
4. Dördüncü boyut,
ilk üç boyut üzerine kurulur. Eleştirmenin belli bir yaşam ve edebiyat anlayışı
içinde geliştirdiği çözümlemelerin yorumlanması, zengin bir sezgi ve donanım
birikimiyle gerçekleştirilmelidir. Yorum, çözümlemeden daha zengin, daha özgün,
daha kapsamlıdır. Yorum, eleştirmenin yaratıcı gücünün sınandığı bir yerdir.
Yorumla, yapıtın, varsa kendine özgü yeri; edebiyatın, edebiyat türünün içinde
taşıdığı önem ortaya çıkar. Bunun tersine, yorum, çözümlemenin ardından
yapıttaki olumsuzlukları da dile getirebilir.
5. Değerlendirme, eleştirinin doruğunu oluşturur.
Eleştirinin bu boyutunda, eleştirmen, yapıtın, edebiyatçının “değeri” üstüne
görüşler getirir. Çözümlemeyle yetinilmiş eleştiri çalışmalarında, değerlendirme
tehlikesini göze almayan bir eleştirmenle karşı karşıyayızdır. Değerlendirme,
eleştirmenin beğeni düzeyini, edebî değerleri sezip keşfedebilme yetisini
gösterir. Edeştirmen açısından da, değer bulma, değer görme, değer keşfetme
onun yaratıcılığının temel taşlarından en önemlisini oluşturur.
Beşli boyutun bütünlüğü içinde ürünler verip,
değerlendirmeler yapabilen eleştirmen ya da edeştirmenin edebiyatın
canlanmasında etkisi büyük olacaktır.
İşte edeştiri, eleştiri bütünlüğe sahip eleştirmenin bir
edebiyat ürünü olarak ortaya koyduğu eleştiridir. Başarıldığında, sanırım, düz
eleştiriden daha öğretici, daha zengin, daha ufuk açıcı olacaktır.
Ahmet İnam
ELEŞTİRMEN: YAPIT YAŞAYAN, ANLAM İŞLEYEN (Ahmet İnam)
Eleştirmen, yapıt yaşayandır. Eleştirmeni olduğu yapıtı
duyar, anlamlandırır, yorumlar. Değerlendirir.
Eleştirmen, yapıta yaşayışı, yaşantılarıyla yaklaşır. Okur
da yapıtı yaşayabilir. Nedir, okurla eleştirmenin farkı? Eleştirmen yaşadığını
işler. Yapıta çevirir. Eleştirdiği yapıtı yaşayarak, bu yaşantılarını işleyerek
kendi yapıtına, eleştiri yapıtına dönüştürür. Herhangi bir okur, genellikle
yaşantıyla yetinir, yaşantıda kalır. Yaşantısını diğer yaşantılara katabilirse
de yapıta dönüştürmeyebilir.
İçim yok. Bulsam. Dışıma çıkacağım. İçimdeki ayna bir
uçurum. İçime düştüğüm için çıkamıyorum dışıma. Dışımdaki biçime. İnsanlara.
Yüzlere. Nasıl bakıyorum yüzlere? Doğru ürküye. Korkuya. Kalakalmaya. Afakanlara.
Basmaya. Kendime. Kendimi. Kendimin saklandığı mağarayı basıp, kendime çıkmaya.
Kendimin yüzüne bakmaya. Kendimlerin yüzüne bakmaya. Kendime merhaba demey
Nasıl yaşanır yapıt? Eleştirmen, fiziksel algılamasından
kalkarak, bu algılamanın yer aldığı, kültürel anlam çerçevesinin içinde,
dilbilimsel, tarihsel, toplumsal, ruhsal boyutlarıyla karşılaştırdığında,
yapıtın, bir geleneğin devamı olduğunu
görür. İlişkili olduğu, anlattığı dünyayı kavrar. Yapıt, dünyayı, insanı,
yaşamı bir anlam dağarcığı ile sunar. Her edebiyat yapıtı bir anlam dünyası
içindedir. İşte eleştirmen yapıtı yaşayarak, anlam dağarcığı ile ilişkiye
geçip, onun anlam dünyasının içine girer.
Yetkin, bütüncül bir eleştiri, inceleme,anlamlama ve
değerlendirme bileşenlerinden oluşur. Yine de, bir çok eleştiri bu üç bileşenin
tümünü içinde taşımaz. İnceleme, yapıtı, filolojik, dilbilimsel, bilimler arası
disiplinlerle (sosyal bilim dalları, onların kendi aralarında oluşturdukları
yeni dallar (sosyo-ekonomi gibi), doğa bilim dallarıyla ortak dallar
(nöro-linguistik gibi)),geleneksel edebiyat incelemesi yöntemleriyle de
birleşerek gözden geçirir. Özelliklerini saptar. Değerlendirme, eleştirinin
estetik değer biçme boyutunu oluşturur. Eleştirmenin kendini ortaya koyduğu,
estetik yargılar içeren, edebiyat yapıtının diğer yapıtlar arasındaki yerini,
önemini, değerini belirleyen çalışmalardır.
Yapıtın yaşanması, anlamlamanın gerçekleşmesi demektir. Her
edebiyat yapıtı, yaşam karşısında insanın deneyimlerini sunar. Yaşama verdiği
anlamı dillendirir. Yapıt, insan yaşantısının anlamla yoğrulduğu, deyim
yerindeyse anlamlandırıldığı, bir anlam dağarcığı taşır içinde.Eleştirmen,
yapıtı yaşarken bu anlam dağarcığıyla, yapıtın anlam dünyasının içine girer. Bu
yaşantı, dilsel anlamların ardına düşer de, yapıtın anlam dünyasının öte
yüzüne,arka alanına ya da ard alanına geçebilirse, anlam dünyası derinliğine
yaşanmış olur. Dilsel anlamların düzeyinde kalmayıp, yapıtın kültürel, giderek
metafizik anlamını yaşayabilen eleştirmenin yapıtı, bu arka alana geçemeyen bir
diğer eleştirmeninkine göre daha yaratıcıdır.
İnceleme boyutunda da yaratıcı olabilme olanağı vardır.
İnceleme, bilgiyle pekiştirilmiş bir yaşantı donanımı ister. Kalıpların,
mekanik düz teknik uygulamalarının, kuru, basmakalıp çözümlemelerin incelemeyi
sıradanlaştıracağı açıktır. Akademik görünümlü inceleme
çalışmalarında,inceleyici yapıtı yaşayamadığı, onun anlam dağarcığına ulaşıp,
anlam dünyasına giremediği için, bir kuruluk, sığlık sezilir. Eleştirmenin ya
da inceleyicinin yapıtın anlam dağarcığına ulaşmadan, anlam dünyasına girmeden
incelemeye kalkışması doğru değildir.
Anlam dağarcığı, bizi dil ötesi anlam dünyasına götürecek,
yapıtın dünyaya anlam vermelerinin anlam vermesini, yorumlanmasını sağlayacak
malzemedir. Dilsel, ruhbilimsel, dilbilimsel, toplum bilimsel, tarihsel,
kültürel, ekonomik…kaynaklardan beslenir. Yapıt bize insan yaşantılardan bir
kesit ya da kesitler sunar. Bu yaşantıları dillendirir, diliyle, anlatımıyla,
bu yaşantıları anlamlandıracak bir malzeme hazırlar.Dilin anlam çözümlemeleri
bu yaşantı birikimi üzerine kurulur. Eleştirmene yapıtın anlam dünyasına
girmesi için bir köprü bir merdiven oluşturur. İşte bu geçişi sağlayan donanıma
anlam dağarcığı diyorum. Örneğin bir divân şiirini yaşayan eleştirmen için
anlam dağarcığı, şiirin sözcüklerinin tek tek anlamlarının toplamından oluşmaz.
Sözcük anlamları, şiirin kültür atmosferi içinde, şairin yaşam atanındaki özel
anlamlarla birleştiğinde anlam dağarcığını oluştururlar. Eleştirmen bu
dağarcıkla anlam dünyasına girer. Başarabilirse, bu anlam dünyasının ardına,
metafizik anlam alanına geçer.
Çağımız insanı bir anlam aşınması yaşamaktadır. Yaşamın,
yaşamdaki yerinin anlamı konusunda, gerekli anlam yenilenmeleri, anlamlamalar,
gerçekleştiremediği için, anlam sağlığı bozulmuştur. Bu noeziyatrik sorunu,
tıpsal ve psikolojik sorunlarının içinde kaybolması yüzünden görememektedir.
(Noêsis, anlam verme, iatreia sağlığa kavuşturma anlamında. Eski Yunanca’dan
devrişme iki sözcük. Bir araya getirilince Noeziyatri gibi bir sözcük çıkıyor,
Türkçe okunuşuyla. Anlam sağlığı olarak kullanıyorum. Bu sözcüğü!) Anlam
yılgınlığı, bıkkınlığı çeken çağımız insanı deyim yerindeyse hiponoezi’den,
anlam yoksulluğundan çekmektedir. Eleştirmenin gücü, yapıt yaşantısında bu
yoksulluğu kırmak olmalıdır. Sanat, anlam yoksulu çağımızda, anlam zenginliğine
ulaşmak için önemli bir olanaktır.
Eleştirmen yapıtın içeriğiyle gördüğünü, anlamlandırdığını,
yorumladığını, görerek, anlamlandırıp yorumlayarak, yapıtı, kültürün yaşam
alanına katacaktır. Yine, eleştirmen içerikten kopuk olmayan, yapıtın biçimiyle
görülen, anlamlandırılan,yorumlananın, görülüp, anlamlandırılıp yorumlanmasını
gerçekleştirecektir. Görme, ilk basamaktaki anlam eşiğine atılan adımla oluşur.
Görmenin ardından, anlamlandırma edimi, işlenerek yorumlanacaktır. Yorum,
anlamlandırmalar üstüne bir anlam işçiliğidir.
Demek ki eleştirmek, gözü kapalı, soyut kavramlarla, işe
yapıtla olan yaşantımızı katmadan girişebileceğimiz, kuru bir çaba değildir.
Bir eleştirmen olarak yapıt bizden anlam bekler. Okur da bekler. Belki, yazar
da. Edebiyat bizden anlam bekler. Bu noetik talep karşısında,
eleştirmen,yapıtın anlam dünyasının kapısını aralamak, eşiğini aşındırmak
durumundadır. Bu dünyaya yaptığı gezilerde gördüklerini saptar, notlarını
tutar; bu anlamlandırma notlarını işleyerek, bütünleyerek, yeniden
anlamlandırarak yorumlarını oluşturur. Okursuz, eleştirmensiz bir yapıt deyim
yerindeyse anoezi içindedir, anlam yitimi yaşamaktadır. Okur ya da eleştirmen,
yapıtı yaşamıyorsa anoezi anlam yitimi sürüp gitmektedir. Öyleyse, eleştirmen
ve eleştirmence yaşayan okur, yapıtın anlam dünyası yolcuları, anlam dünyası
kâşifleri, yapıta anlam sunanlardır; noetik açıdan yapıtın canlandırıcıları,
yaşatıcılarıdır. Eleştirmen, yapıttaki anlam dünyasına girebilip, yaşayarak, bu
anlamı işleyen, dokuyan, bunun sonucunda kendi yapıtını oluşturan, bir yaratıcı
anlam kâşifi, bir olmazsa olmaz kültür insanıdır.
ANLAMLAŞMA
Eleştirmen, her yapıtın eleştirmeni değildir. Her eleştirmen
her yapıtın anlam dünyasını yaşayamaz. Her yapıt her eleştirmene yakışmaz.
Memur zihniyetli olmayan bir eleştirmen, yaşayamadığı bir yapıtın anlam
kapısından içeri girmeye çalışmaz. Eleştirmen içselliği, içtenliği, namusu,
bence, bunu gerektirir. Yapıt eleştirmene, eleştirmen yapıta yakışmalıdır.
Sanki, yapıtla eleştirmen arasında bir yaşam anlaşması, karşılıklı anlam alıp
vermelerden oluşan bir anlamlaşma olmalıdır. Eleştirmen yapıttan anlam
devşirmeli, yapıta kendi eleştiri bahçesinden anlam sunmalıdır. Yapıtın
eleştirmence yaşanıp, işlenmesi anlamsal bir etkileşimdir. Ancak
anlamlaşabildiğimiz yapıtların eleştirmeni olabiliriz. Bu savım, eleştiriyi
akademik bir etkinlik olarak gören arkadaşlarımı kızdırabilir. Onlara da
inceleme ve dünyaya girmeden yorum olanağı hep kalacaktır.
YAPIT - ELEŞTİRMEN - İLİŞKİLERİ
Bu ilişkileri üç ana öbeğe ayırabiliriz;
1- Eleştirmeni olamadığımız yapıtlarla,
2- Eleştirmeni olabildiğimiz yapıtlarla
3- Eleştirmeni olduğumuz yapıtlarla
ilişkiler.Bunları sırasıyla gözden geçirelim.
1-Anlamlaşmayı sağlayamadığımız, yaşayamadığımız yapıtlarla
ilişkide, yapıtlara nasıl yaklaşacağız?
a) Onlardan tad almayı amaçlayan yaklaşımda, yapıtın anlam
dünyasına girmeden, yüzeysel dokunmalarla, yapıttaki kimi sözcükleri, imgeleri,
anlatımları sevmekten öteye bir amacımız yoktur. Bu yaklaşımda, ‘tad’ alma
yeteneği kullanarak yapıtı severiz. Elbette ‘tad’ alma yetimiz bizi yapıttan
soğutabilir de. Onu tatsız da bulabiliriz. Bu tür yapıt okumada duygularımızın
payı çok olabilir.
b) Yapıtı gözden geçiririz. Bir dergide, ayın şiirlerini
yazan biriysek örneğin, şiirleri gözden geçirip, bir yargıya varırız. Öğretim
amacıyla da bu tür “soğuk” gözden geçirmeler yapılıyor. Eleştirmen, bu gözden
geçirmelerde, anlam dünyası yolculuğu gibi tehlikeli yolculuklara girişmez.
c) Yapıt, “akademik” ciddiyetle incelendikten sonra
yargılanır. Bu yaklaşım, gözden geçirmeye göre daha donanımlı olmayı
gerektirir. Bilgi ve düşüncelerimiz yardımıyla takdir yetimizi kullanarak
yapıtı değerlendiririz. Bu tür bir takdir yaklaşımı, yaşanmamışlığı taşıdığı
için mesafelidir. Kimi zaman,akademik bakış,buna “nesnellik” der.
d) Yaşanmamışlığın en olumsuz biçimi yapıta önyargılarla
yaklaşmaktadır. Üyesi olduğu, çıkarı bulunduğu bir yayın kurumu adına eleştiri yapanlarda bu tür önyargılamaları
görürüz. Önyargıyla bakan kişi kendini eleştirmen olarak görür. Yapıtı
yaşayamadığı için o yapıtın eleştirmeni değilse de, deyim yerindeyse Deli
Dumrul’udur! Ticâri satış elemanıdır. Seçtiği ve seçmediği yapıtlarla
gerçekleştirdiği budur.
2- Eleştirmeni olabildiğimiz yapıtlara beğeniyle yaklaşırız.
Beğenimiz, bilgimiz, eleştiri duyarlılığımız, eleştiri namusumuz bu yaklaşımda
önemli bir yer tutar. Beğenimizle yapıtı yorumlar değerlendiririz. Yine de
yapıtın anlam dünyasına girdiğimiz söylenemez. Belki, bu yazıdaki kavramlar
açısından söylersek, anlam dağarcığına ulaşıp da, anlam dünyasına girmeyiz.Bunu
“tarafsızlık”, “nesnellik” adına ya da yapıtın anlam dünyasını girilmeye değer
bulmadığımız için yaparız. İsteyip de anlam dünyasına girememek de, bizi beğeni
düzeyinde bir yaklaşımda bırakmış olabilir.
3- Eleştirmeni olduğumuz yapıta ise, anlamlaşmanın verdiği
bir zevk ile yaklaşırız. Zevk, yapıtın anlam dünyasında dolaştıkça dönüşümler
geçirir, açık uçludur. Yapıtı denemekte, yaşamaktayızdır, bu yaşam zevkimizin
sağladığı enerjiyle gerçekleşir. Anlam dünyasının ötelerine götüren güçtür
zevkimiz; bu dünyadan öğrenip, yorumumuzu anlam işliğinde, işleriz. Her anlam
dünyası yolculuğundan öğrenerek döneriz.
Eleştirmen yapıtın anlam dünyasından etkilenir, dönüşür; bu
dünya da, eleştirmenden etkilenir, farklı yüzlerini belirgin kılar, örtülü
anlamlarını görünür kılar, görünür sandıklarımızı örter.
Eleştirmeni olduğumuz yapıta yaklaşma yollarından biri de
tarzımızla yaklaşmaktır. Tarzımız, bize özgü olan, yapıtla ancak bizim
gerçekleştirebileceğimiz yaklaşımı olanaklı kılar Kendimize özgü yaklaşım,
başarılı olabildiğinde, okurların da diğer eleştirmenlerin de bundan
öğrenecekleri olabilir. Yapıtla eleştirmen arasındaki yakışma doruğuna varmış
olur. “Ancak bu eleştirmen, bu yapıtı böyle yorumlayıp değerlendirebilirdi”
deriz, tarzı olan başarılı bir eleştiriyi okuduğumuzda.
TÜRKİYEDEKİ TÜRKÇEDEN ELEŞTİRİ
Eleştirmek, eleştirmeni ister. Eleştirmen için bir göze
almadır eleştiri. Biz de yeterince geliştirilmemiş bir alandır. Eleştirinin,
Türkçe’deki eleştiri sözcüğüyle oynayarak, Türkiye’deki durumu için birkaç ipucu
verebiliriz. (Bunu bir düşünce oyunu olarak kabul edebiliriz!)
Eleştiri sözcüğünü “ele-eştiri” diye okursak, ele eştiri
yapmak diye bir sonuca varabiliriz. “El”in anlamlarından biri “irade, otorite,
iktidar”dır. “Bu adamların elinde ne yapabiliriz?” tümcesinde olduğu gibi.
Eştirmek sözcüğü ise, eşme işini yaptırmanın yanında, “bir işi bir an önce
yapmaya koyulmak, bir hizmetin yerine getirebilmesine çalışmak” anlamını da
taşır. Bu yorumla “ele-eştiri”, otoriteye, koşturmak hizmet etmek anlamına gelir
ki, çıkarları, patronları için eleştiri yapanların etkinliklerini anlatır.
Oysa, başka türlü okumayla ele karşı eştiri, otoriteye karşı
çıkmak sonucuna da varılabilir. Kime eştiri yapıyorsun? Ele, Ele koymaya,
müdahaleye, müdahale eden otoriteye.
Eleştirinin yaptığı çağrışımlardan biri de elleştirmedir.
Elleştirmenin zengin anlamları içinde, “tokalaştırmak”, “yardımlaştırmak”
dikkat çekicidir. Yapıtla eleştirmen, yapıtla okur arasında bir tokalaşma,
yardımlaşma çabasıdır.
Elbette, Batı dillerindeki karşılıklarına benzer temel bir
anlamı var eleştirinin. Elemekle ilgili! İncesini kabasından ayırmak, en
iyilerini seçmek. Elemek, elimizdedir. Elleşmeye, yardımlaşmaya, bilimlerle,
felsefeyle, yaşamla bağlar kurarak, gereksinimimiz var. Bu güçle, bu güce el vererek,
bu elle, eştireceğiz, eleştiri atını hızla süreceğiz. Türkçenin olanaklarıyla,
Türkiye yaratıcı eleştirmenlerine gebe olabilir. El (sıra) birilerindedir
belki, eştirecektir.
Ahmet İnam
7/6/2007
HÜSEYİN CÖNTÜRK ve ELEŞTİRMENİN DÖRT ÖZELLİĞİ (Ahmet İnam)
Buraya gelirken hep şu soruyu düşündüm: Türkiye'de yaşayan
bir insan nasıl Hüseyin Cöntürk olur? Türkiye'yle Hüseyin Cöntürk'ü yan yana
koymak ilk bakışta bana sanki uzlaşmaz iki parçanın yan yana durması gibi
geldi. Fakat sonra Cöntürk'ün ne açıdan bu toprağın insanı olduğunu ve bu
kültüre ne açılardan yaşayarak, düşünerek, yazarak katkıda bulunduğunu anlamaya
çalıştım.
20'li yaşlardaydım. Mühendislik okuyan bir genç, tutkulu bir
insandım ve edebiyat dergilerinde eleştiri yazmaya başladım. Eleştiriye geçmem
şiirlerimi yayımlatamamaktan kaynaklandı. Kimse beni şair saymadığı için ben de
eleştiriyle kendimi göstermeyi düşünmüştüm. Birkaç eleştirim Soyut dergisinde
yayımlandı. 1967 yılıydı. Sonra Ankara'da yaşadığım ve Orta Doğu Teknik
Üniversitesi'nde elektrik mühendisliği okuduğum nasılsa öğrenilmiş. Yordam
dergisinden beni arayıp buldular. Oysa o zamana kadar o dergiyi görmemiştim ve
incelememiştim; o derginin bir yazarı olmayı da hiç düşünmemiştim.
Sanıyorum bir Kasım akşamıydı. Hüseyin Cöntürk'ün Esat'taki
evine gitmiştim. Kapıyı Cöntürk açmıştı. O zamana kadar ben,
"edebiyatçılar" dendiği zaman, huysuz ve müthiş (eski deyimle)
mütekebbir, kendini bir şey sanan, konuştuğunuz zaman konuşmalarınıza sürekli
itiraz eden, burnu büyük insanlar düşünürdüm. Belki kısa edebiyat serüvenim
içinde bu tip insanlara rastlayışımdandır. Ama kapıyı açan insan gayet sevimli
ve inanılmaz derecede olumlu yaşam dalgaları saçan biriydi. Hafif mütebessimdi ve
gözlerinde yanan zekâ ateşinde -belki hissettiğim oydu- biraz da alaycı bir
tavır vardı. Fakat odaya girdiğim zaman genç insanları gördüm. Şimdi birkaç
isim hatırlıyorum. Gün Zileli vardı, Güven Turan vardı, Arkadaş Özger vardı.
Oradaki ortam benim ilgimi çekti. Fakat biraz da tepki duydum. Çünkü Cöntürk
sürekli olarak birlikte olmaktan, birlikte yaşamaktan ve birlikte üretmekten
söz ediyordu. Çok rahatsız oldum. Çünkü bence -o zamanki düşünceme göre-
üretmek, insanın yapayalnız olmasıyla olanaklı olacak bir şeydi. Oysa bunlar
hep beraber yaşıyorlardı. Hatta öylesine tepki duydum ki Cöntürk'ün evinden
birlikte ayrıldığımız Arkadaş Özger'e söylediklerimi hatırlıyorum: "Bunlar
feodal bir hayat sürüyorlar; herhalde kabile halinde yaşayacaklar ve üretecekler;
ben buna tahammül edemem". Ama yıllar geçtikçe, bu birlikteliğin, birlikte
üretmenin, birlikte bir şeyler kotarıp devşirmenin anlamını kavradıkça
Cöntürk'ün ne kadar önemli bir iş yaptığını düşünmeye başladım.
Cöntürk'te bence bir edebiyat eleştirmeni ve kültür
insanında olması gereken dört özelliğin dördü de vardı. Neydi o özellikler? Bir
defa bir metni anlamak için metne olan saygıdan kaynaklanan metni okuma
donanımına sahip olabilmek. İlk kez, ben, o zamanki bilgilerim çerçevesinde,
Cöntürk'te bunu gördüm. Çünkü bir metnin nasıl didik didik edilebileceği, nasıl
sorgulanabileceği ve ilk bakışta görebildiğimiz metnin içindeki gizlerin ve
kopuk kopuk gibi gelen parçaların nasıl bütünlenebileceğini, Cöntürk'ün o
inanılmaz edebi zekâsıyla yazdığı yazılarında gördüğüm zaman çok heyecanlandım;
biraz da kıskandım. Dedim ki ben herhalde hiçbir zaman böyle bir eleştiri
yazısı yazamam. Bu insan benim çok ötemde bir dâhi olsa gerek. Hatta kimi
geceler çok rahat uyuyamadığımı ve eleştiri yazmaktan vazgeçmeyi düşündüğümü de
hatırlıyorum.
Bir eleştirmende bulunması gereken dört özellikten ilki olan
metni anlama sabrı, saygısı ve bilgisi Cöntürk'te vardı. Kendisi müthiş okuma
teknikleri geliştirmişti. Bu teknikler beni çok etkilemiştir. Ben de bir şeyler
yapmaya çalıştım o yıllarda kendime göre. Fakat Cöntürk'le bu konuda
anlaşamadığımız bir nokta vardı. Ben çok iddialı ve o eleştirdiğim insanlara
benzeyen bir insandım o yıllar. Hâlâ öyle miyim bilmiyorum, ama son derece
kasıntı, burnu büyük bir insandım. Çünkü Cöntürk'e söylediklerimi şimdi
anımsayınca bunlar aklıma geldi. Cöntürk metin okuma tekniklerinin Batı'da çok
iyi geliştirildiğini, örneğin şiir inceleme yönteminin veya edebiyat eleştirisi
konusundaki kuramların doyurucu biçimde Batı'da oluşturulduğunu, dolayısıyla kuramsal
tarafın Batı'dan alınması gerektiğini ve bizim Batı'dan aldığımız tekniği kendi
edebiyatımıza, kendi şiirimize ve öykümüze -o zamanlar şiir üzerinde
konuşuyorduk daha çok- uygulamamız gerektiğini söylemişti. Ben çok öfkeli bir
şekilde karşı çıktığımı hatırlıyorum. "Hayır, kuram da bizden olacak,
uygulama da bizden olacak" dediğimi anımsıyorum. Fakat o hafifçe
gülümseyerek hiçbir şansımızın olmadığını, kendi başımıza kuram yapsak bile
Batı'dakilerin çok kötü bir kopyası olacağını söylemişti. Ondan öğrendiğim, bir
eleştirmenin metni anlaması, metni çözümlemesi, metnin çözülebilecek,
anlaşılabilecek, didik didik edilebilecek ve edebiyat eleştirisi teknik bilgisi
ve donanımı ile gözden geçirilebilecek noktalarının gözden geçirilmesiydi. Bu
kaygıyı ondan öğrenmiştim ve büyük ölçüde de hak vermiştim. Çünkü bu,
okuduğumuz metne saygının bir sonucuydu. "Acaba metin ne söylüyor"
sorusu önemli bir sorudur ve o sorunun yanıtı da çok kolay verilecek, belki de
düz anlamda hemen verilebilecek bir şey değildir. Şimdi tabii akademisyen
arkadaşlar -değişik filolojilerde görüyorum- bu tip teknikleri büyük ölçüde
Batı'daki birtakım dilbilimsel çalışmalar sonucunda öğrenerek uygulamaya
çalışıyorlar. Ama bu uygulamaların bir kısmının çok yapay olduğunu düşünüyorum.
Yani sanki akademisyenin kafasında önce teknik var, onu uygulayacak bir metin
arıyor. Bu bence çok anlamsız, çok gereksiz, çok saçma ve edebiyat
eleştirmenliği adına da kötü bir şey. Belki biraz kızarak söylüyorum. Çünkü
eleştirmenin ikinci özelliği, Cöntürk'ten öğrendiğim değerlendirebilme
özelliğidir. Yani şiirden anlamak dediğimiz şey, şiirin yapısı üzerine teknik
uygulama anlamına gelmiyor. İlhan Berk üzerine yaptığım bir çalışmadan son
derece rahatsız olduğunu hatırlıyorum. Beni şöyle eleştirmişti: Sen İlhan Berk
üzerine kendine göre birtakım teknikler uygulayarak yazılar yazıyorsun. Ama
İlhan Berk şair midir acaba? Yani önce şiir değeri olan bir şey üzerinde
oturulur, çalışılır ve ona çözümleme teknikleri uygulanır. Ama şiir değilse o
zaman bu kadar tekniğin ne anlamı vardır? Ben şimdi görüyorum. Ümit Yaşar kötü
bir şairdir demiyorum, ama Ümit Yaşar üzerine ve adı ünlüye çıkmış romancılar
üzerine inanılmaz çözümlemeler yapılıyor. Öncelikle bir edebiyat eleştirmeninin
bir beğeni gücünün olması ve o beğeni gücünün de yazarlar üzerinde etkisinin
olması gerekir. Eğer bu gücü yoksa uyguladığı birtakım tekniklerle kimsenin
eleştirmen olabileceğini sanmıyorum. Yani sözcükleri saymak, onu başka
metinlerle teknik düzeyde ilişkilendirmek filan boştur demek istemiyorum. Ama
eleştirmende olması gereken dört özelliğin dörtte biridir onlar. Eleştirmenin
edebiyat zevkinin olması gerekir ki o biraz da bilgiyle, yaşayışla ve sezgiyle
kazanılabilecek bir şeydir. Benim okur olarak edebiyat eleştirmeninin o beğeni
keskinliğini ve beğeni açısından bana nasıl katkıda bulunacağını, nasıl kılavuzluk
yapacağını bilmem ve ona güvenmem gerekir. Yoksa ben onun teknik irdelemelerini
ne diye okuyayım ki? O açıdan da çok cesur biriydi Cöntürk. Hazırladığı Şairler
Sözlüğü çok tepki almıştır, fakat inanılmaz bir şeydi ve çok gerekli olduğunu
hâlâ düşünüyorum. Çünkü bu yürek isteyen bir şeydir. Şairleri veya yazarları
eleştiriyorsunuz. Cöntürk eleştirirken zaman zaman "bunda iş var" ya
da "altı tane şiirini okudum, hiç birinde iş yok" diyebilecek
cesarete sahipti ve hepsinin gerekçesi vardı. Çünkü şiirin Türkiye'deki
serüvenini biliyordu ve beğenisi son derece yüksek biriydi. Ondan öğrendiğim
şeylerden biri, şiirden anlamak diye bir şey olduğuydu. Şiirden anlamak, ancak
şiirden anlayan insanlarla etkileşim içinde oluşabilecek bir şeydir. Yani kitap
okuyarak, teknik birtakım bilgiler edinerek, başka dünya edebiyatlarının
bilgisine sahip olarak, kitabi bir bilgiyle devşirilecek bir özellik değildir.
Bu beğeni gücü apayrı bir şeydir; şiir yazma gücü gibi bir şey olduğunu
düşünüyorum. Edebi türler içinde eleştiri bir kenara konur ve denir ki şiirde
başarılı olamayan, yahut öyküde, yaratıcı ürünlerde başarılı olamayan insanlar
o ürünlerin eleştirmeni olur. Bir benzetme yapmak gerekirse, hiçbir zaman şoför
değilsiniz, hep muavin olmak durumundasınız. Eleştirmene ikincil bir yer
vermeye çalışırlar. Bunun son derecede yanlış bir şey olduğunu düşünüyorum.
Çünkü Ataç'tan öğrendiğimiz buydu. Cöntürk, Ataç'ı hep takdir etmiştir.
Cöntürk'ün nesnel eleştirinin bizdeki öncüsü olduğu söylenir. Doğrudur. Birinci
dediğim özelliğiyle, bir metni anlamak ve değerlendirmek için gerekli ön
hazırlıkları yapmak, adına öznel, nesnel ne dersek diyelim, bir eleştirmen için
kaçınılmaz bir özelliktir. Bunu yapmak gerekiyor, ama değerlendirme nesnel
olarak yapılacak bir şey değildir. Orada eleştirmenin yüreği, eleştirmenin
öngörüsü, eleştirmenin sezgisi önemlidir ve geleceğe karşı eleştirmen her zaman
bir risk altındadır. Eleştirmeni eleştirmen kılacak da odur. Cöntürk bunu
yapmış biriydi. Çevresinde onunla yakın ilişkide olan birçok arkadaşı vardı.
Bugün onları pek göremiyorum. Onların şiirlerine ve edebi yaratmalarına olumlu
ya da olumsuz açıdan, yani başarısız olanları bu yoldan alıkoymak, başarılı
olanlara da katkıda bulunmak açısından çok önemli bir etkisi oldu.
Üçüncü olarak, Cöntürk yaşayan, duyan biriydi. Kesinlikle
duyan biriydi. Yani hiçbir zaman sahtekârlıkla, sadece kitabi bilgiyle veya
sadece ilişkileri kollamak açısından bir yazı yazmamıştır. Bilen, teknik
bilgisi olduğu için edebi bir metni çözümlemeyi bilen, değerlendirmeyi bilen ve
o değerlendirmeye ve çözümlemeye uygun içselleştirmeyi gerçekleştirmiş,
bilgisiyle ve değerlendirmesiyle yaşayışı arasındaki uçurumu ortadan kaldırmış,
Türkiye'de benim görebildiğim ilk ve en önemli kültür insanıdır. Ondan
dürüstlüğü, haddini bilmeyi, iki yüzlü olmamayı, kendini didiklemeyi, eksik ve
yanlışları görüp nerde susulması gerekecekse orda susmayı, birçok şeyi
öğrenmeye çalıştım.
Bir eleştirmende olması gereken dördüncü özellik, eleştiri
etkinliğidir. Yani diğer insanlarla kurduğu iletişim ve genç insanlara,
edebiyat alanında yazmaya soyunmuş insanlara tuttuğu ışıktır. Demek ki
Cöntürk'te ilkin edebiyat bilgisi, çözümleme donanımı, anlama ve yorumlama
donanımı vardı. İkinci özelliği, değerlendirme sezgisinin yüksekliği,
keskinliği, gelişmişliğiydi. Değerlendirmelerini beğenirsiniz, beğenmezsiniz,
ama o Cöntürk'tü, yani Cöntürk böyle değerlendiriyordu. Muhakkak sizin gibi
değerlendirmek zorunda değildi. Ama o kadar çok gereksinimimiz var ki bu
değerlendirme yiğitlerine eleştirmen olarak. Yalansız, doğrudan doğruya
söyleyebilecek, acaba hangi dergi ve hangi yayınevi benim bu yazımı basar diye
hesap yapmayacak, ben böyle değerlendirirsem bu adamın yüzüne nasıl bakarım
diye birtakım toplumsal ilişkiler açısından kaygıları olmayan bir insana ne kadar
çok ihtiyacımız var. Üçüncüsü de, edebiyatı gerçekten yaşayan, duyan bir
insandı; edebiyat onun için bir yaşam biçimiydi. Bugün onlarca kitabı çıkmış ve
her dergide belki her ay iki üç yazı yazan insanların edebi bir yaşam biçiminin
olmadığını da görebilirsiniz. Onlar bir başka şey yapmaya çalışıyorlar belki.
Ama edebi yaşam biçimi, yani o üçüncü özellik veya bilgileriyle yaşayışı
arasında bütünlük dediğim şey olmadığı zaman, ikinci özelliğin, yani beğeni
yüksekliğinin, hatta birinci özelliğin (teknik bilgilerin) bile yerine
oturacağını düşünmüyorum. Dördüncü özelliğinin de etkinlik olduğunu
söylemiştim. Etkin bir edebiyatçıydı Cöntürk. Yazmadığı zaman bile etkindi.
Bunu genç arkadaşlar bilir. Cöntürk yıllardan beri yazmıyordu. Neden
yazmadığını da bir türlü anlayamamışımdır. Yazanları sürekli eleştirirdi ve
bence de haklıydı. Ama neden yazmıyorsun diye sorduğunuzda daha hazır
olmadığını, yazmak için çok şeyler yapması gerektiğini söylerdi. Bunu da çok
anlayabilmiş değilim. Yazmıyor oluşu isabetli olabilir; bilmiyorum, genç
arkadaşlar onu değerlendirirken bu noktalara değinebilirler, ama dördüncü
özelliği ile, yani etkinlik ve heyecan yaratma özelliği ile o aslında hep
vardı. Yazmayan bir insanın edebi yaşam içinde olabilmesi ve yaratması çok
müthiş bir şeydir. Çünkü biz ancak yazarak bir yerlere tutunmaya çalışırız. Ama
o yazmadan, yıllarca bir yayımlama arzusu göstermeden, yayımlayarak kendini
gösterme tutkusu, beklentisi içine girmeden, sadece edebiyatı bir edebiyat
coşkusuyla anlamaya çalışarak hep uçlardaydı. Cöntürk genç insanlardan daha
gençti. O kadar diri, o kadar yeni, o kadar değişmeye açık, ufkunu genişletmeye
açık bir insandı ki bu özelliğini de karşılaştığım birçok insanda göremedim.
Benim akademisyen olduğumu duyduğunda yine bıyık altından gülmüştü. "İşte
sen gene büyük adam oldun" filan gibi imalarda bulunmuştu. Ben onu tabii
hemen Cöntürkçe anladığımı düşündüm: "Sen gittin" demek istiyordu.
Belki de haklıydı, çünkü akademik safsatalara hiç itibar etmezdi. Hep yeni
başlayan genç insanlarla birlikte bu heyecanı yaşamak istedi. Zaman zaman
onlarla bir araya geldi, toplantılar yaptı. Onlara hem heyecan açısından, hem
de belki maddi açılardan katkıda bulunmaya çalıştı. Cöntürk'ün olduğunu bilmek,
Cöntürk'ün Ankara'da yaşıyor olduğunu bilmek -ki 10 yıldır falan kendisiyle
görüşmüyordum- Ankara'da yaşanır ve Ankara'da edebiyat olabilir anlamına
geliyordu; henüz olmamışsa bile bundan sonra olacaktır, çünkü Cöntürk vardır
diye düşünüyordum. Cöntürk'le konuşmasam, yazışmasam, etkileşim içinde olmasam
da bilirdim ki, o heyecanıyla o genç insanlara yeni ufuklar açabilir, yeni
kapılar açabilir, gereğinde onları yerden yere vurabilir, gereğinde onlara
inanılmaz müşfik bir insan tavrıyla destek verebilirdi. Edebiyatı böylesine
dürüst, böylesine heyecanlı yaşayışıyla bize tuttuğu ışık açısından Cöntürk'ü
gerçekten saygıyla, sevgiyle anıyorum. Umarım genç arkadaşlar onun yapmaya
çalıştıklarına yakışan çalışmalar yapacaklar ve Türkiye'de edebiyat eleştirisi,
edebiyat beğenisinin güçleriyle sürecek. Cöntürk'teki dört özelliğin belki bir
kısmı, hiç değilse bazı genç insanlara geçecek veya dörtte dörtlük
özellikleriyle genç insanlar bu ülkede edebiyatı diri, canlı, düzeyli bir
biçimde tutacaklardır. Umuyorum.
Ahmet İnam
(Bu konuşma, 15 Aralık 2003'te Bilkent Üniversitesi Türk
Edebiyatı Merkezi'nde Cöntürk'ü Anma toplantısında yapılmıştır.)
HİÇ GÖZÜYLE EDEBİYAT (Ahmet İnam)
Hiç Gözüyle Edebiyat
Kim dolduruyor edebiyatı anlamla? Edebiyat, bir edebiyat
küre içinde olup bitiyor. Edebiyat kürede, yazarlar, okurlar, eleştirmenler,
kitaplar, dergiler, onların elektronik ortamda kopyaları, yayınevleri, dağıtım
şirketleri, kitabevleri… bulunur. Edebiyat küreyi anlamla dolduran bunlardır.
İnsan anlam vererek, anlamlar alarak, anlam alış-verişi
içinde, anlamlarla yaşıyor. Edebiyat, edebiyat kürede, edebiyat küreyse, anlam
kürede bulunur. Edebiyat küre, insanın anlam yaşantılarının bir bölümünü
oluştururur. Edebiyat etkinliği dediğimiz etkinlik, bu kürede olup biter.
Edebiyat küredeki olup bitmelerin üç temel öğesi vardır.
1. Anlam doldurcularının, doğurucularının ya da
üreticilerinin etkinlikleri. Alışılmış anlamıyla yazar ve okur, anlam
doldurucuları, doğurucularıdırlar. Yazmak da, okumak da anlam vermek, anlam
yaratmaktır.
2. Anlam taşıyıcıları, bu üç temel öğenin ikincisini
oluştururlar. Taşıyıcılar edebiyat metinleridir. Edebiyat yapıtları açığa
çıkarılmayı keşfedilmeyi bekleyen anlam kaynakladır.
3. Anlam dağıtıcıları, pazarlayıcıları, ısmarlayıcıları;
alışılmış anlamıyla, yayınevleri, dağıtım şirketleri, kitabevleri, üçüncü temel
öğeyi getirirler.
Edebiyat küredeki anlam akışı bu üç odak etkisinde gelişir.
Burada anlam, dilsel, ahlak alanıyla ilgili, estetik, metafizik boyutlar taşır.
Alışılmış anlamıyla, belki dilsel anlam dışında olanlara “değer” diyoruz.
Ahlak, estetik, “metafizik” değerler gibi… (“Metafizik” ya da “ontojik”
değerlerin neler olabileceği konusuna girmiyorum!)
DOLDURAN EDEBİYAT
Edebiyat küredeki anlam akışını, trafiğini düzenleyen
güçler, birinci ve üçüncü temel öğeler üzerinde yoğunlaşıyorlar. Kimdir bu
güçler? Çağın edebiyata bakışı, ondan beklentisi. Bu bakış ve beklentiyi
etkileyen, doğal, ekonomik, siyasal, kültürel etkenler. “Edebiyatı hayatımızın
neresinde görüyoruz?”, “Ondan ne umuyoruz?”, “Edebiyata olan talep nereden
kaynaklanmaktadır?” sorularının yanıt arayışlarıyla dile gelebilecek olan
farklı etkiler, edebiyat küreyi düzenlemektedir.
Okumak, düşünmek, duyumsamak için zamanı olmayan, yoğun
anlam çevrimleri (girdapları) içinde savrulan çağımız insanı, edebiyatı, bir
eğlence, bir “boş vakitleri doldurucu”, “hoş vakit geçirmeye yardım eden” bir
ilişkiler yumağı olarak görüyor. Geçmişten miras alınan “entelektüel” olmanın
bir koşulu olarak, “edebi” kitaplar okuma gereği de edebiyatla bağ kurmaya
yardımcı olabiliyor. İletişim araçları, anlam küredeki anlam akımlarını
yayabildikleri için, edebiyat, sinema, televizyon, bilgisayarlar (internet)
aracılığıyla geçmişe göre daha çok sayıda insana ulaşabiliyor. Bu olanak,
edebiyata bir pazar kapısı açıyor. Satılan, alınan ürünlere dönüşüyor, edebiyat
yapıtı. Tecimsel kaygı, satışın anlamını, yapıtın taşıdığı anlamdan daha baskın
kılıyor. Yapıtın içinde barındırdığı anlam, değer yitmeye başlıyor. Anlam
verme, anlam alımlama gücünü yitirmiş yazar ve okurlar, dağıtıcı ve
pazarlamacılar tarafından noetik (anlamla ilgili) şiddete maruz bırakılıyorlar.
Anlamlama gücümüz(anlam yaşama gücümüz!), vakti olmayan, eğlenmek dinlenmek,
rahatlamak isteyen insanlar olarak direncimiz azaldığı için, edebiyat
tezgahtarlarınca zayıflatılıyor, yok ediliyor! Edebiyat küreyi, hızla,
edebiyata özgü noetik kaynaklarından çıkararak, kendi “pılı pırtı” anlamlarıyla
donatıyorlar. Dolduruyorlar. Yayıncılar, onların danışmanları, eleştirmenleri,
güçlü anlam dolum merkezleriyle edebiyat küreyi işgal ediyorlar! Yapıt,
kullandığımız masa, sandalye, eğlence olsun diye dinlediğimiz müzik seti gibi
bir şey oluyor! Edebiyat ürünü sıradanlaşıyor, günlük, bayağı, alelade yaşamın
yumuşak zeminine gömülüyor. İnsanlar okuyup okuyup bu zemine gömülüyorlar.
Eğleniyorlar, rahatlıyorlar, kendilerine göre “müthiş keyif “ alıyorlar;
duygulu, akıllı, düşünen, cici entelektüeller oluyorlar.
Yapıtın kendini açmasına, içinde barındırdığı anlamlar
yumağının çözülmesine izin vermiyorlar! Yapıt, deyim yerindeyse, yapıtlamıyor!
Kendini ortaya koyamıyor. Pazarlayıcıların anlam dolum merkezlerinde koparılan
anlam fırtınaları, ortalığı kasıp kavuruyor; herkes koşullandırılmış bir
biçimde anlam tufanı içinde, pazarlanan yapıtları, pazarlanan anlamları içinde
okuyor. Okudukça, sıradan dünyanın, önceden konulmuş tasarlanmış anlam
sıradanlığı içine gömülüyor. Edebiyat beriyi göstermeye başlıyor: Bildik,
tanıdık dünyayı. Alışkanlıkların sığlığı içine çökmüş, kokuşan dünyayı. Bu
kokuşmuşluğu gidermek için, biraz heyecan, biraz dedektif öyküleri, bir tutam
esrar (giz), bir avuç seks, bir avuç sapıklık (insan var oluşunu yakalayamadığı
için, insan eğilimlerini gıdıklamaya yarayan!) katılıyor. İnsanın yaşam
enerjisi sömürülüyor! Berileştiriliyor insan!
EDEBİYAT ÖTE
YOLCULUĞUDUR
Edebiyat yapıtı,
taşıdığı anlam yüküyle, yaşadığımız hayatın “sandığımız gibi”, “bu kadar”
olmadığını söyler bize. Bizi, gömüldüğümüz “beriden”, öteye çeker. Edebiyat,
sonsuzluk ve kendiliğindenlik demektir. Kurnazlıkla edebiyat olmaz.
Yönlendirme, yönetme, ele geçirme, dayatma ile edebiyat olmaz. Edebiyatın
“edeb”i yiter, berilerse. Edebiyatı, “edeb”de kaldı, “bilimsel” olarak ele
alınmadı diye eleştiren, edebiyatı bilimin konusu yapmak isteyenler var. Olsun.
“Bilim”le ele alınsın, bakalım neye benziyor edebiyat. Alınıyor da. Elbette
yararı var, bilimsel, toplumbilimsel, ruhbilimsel, dilbilimsel, bütün bunları
kucaklayıp aşan, “olabilirse”, “edebiyat bilimsel” bakışın. Tanırız berideki
edebiyatı iyiyce. Ama, o, ötede. Öte, mistik, dinsel bir deyim değil! Öte, bir,
sınır tanımazlığı, aşkınlığı gösteriyor. “Ne söylersek, bir fazlasıdır
edebiyat!” Blanchot hocam sağolsun, ufkumuzun zorlanması, genişlemesidir.
Bayağılığa, sömürüye, tezgahlanmaya aykırıdır edebiyat. Eğlence değildir.
Edeptir. Edepsizliğin bile edebi! Sahici yaşantıların, hesapsız yaşama
coşkusunun, hüznün, çatışmanın, başarının, başarısızlığın, çare sanılan
çaresizliğin fokurdadığı alandır, edebiyat.
ELEŞTİRMEN: ÖTE İLE BERİ ARASINDADIR YERİ
Oradadır, eleştirmen. Doldurulmuş, yozlaştırılmış,
tezgahlanmış, satılmış, yavanlaştırılmış, sömürülmüş beri ile arayan, araştıran
kafa tutan, baş kaldıran, isyan eden, öte arasında. Edebiyat, doğal soluğudur
insanın. Kır havasıdır. Evren havasıdır. Çirkinliğin, yalnızlığın,
ezilmişliğin, pısırıklığın, insan zavallılığının feryadıdır, sonsuzluğudur.
Edebiyat tükenmez. İnsan tükenmediği için. Yozlaşsa da. Kokuşsa da. Eleştirmen
ne okurdan ne yazardan ne dağıtıcıdan, pazarlayıcıdan yanadır. Eleştirmen
yapıttan yanadır. Yapıtın, edebiyat küredeki zulüm ile ezilip yok olmasına
karşı çıkar. Eleştirmen yapıtı, edebiyat küredeki kokuşmuşluktan koruyandır.
Eleştirmen, yapıtı, dağıtıcılardan, yayıcılardan, pazarlamacılardan,
tezgahlayanlardan koruyandır. Eleştirmen yapıtı özgürleştiren, yapıtın yapıt
olarak, içindeki anlam kaynağı ile ortaya çıkmasını sağlayandır. Eleştirmen,
yapıtla, yapıt olandır.. Ne satıcı, ne alıcı, ne komisyoncu ne çıkarcıdır.
Yapıtı okurdan, yazardan, kendinden koruyan biridir. Yapıtın, yapıt olarak
ortaya çıkışını engelleyen, çarpıtan, abartan, aşağılayan güçlere karşıdır.
Yapıt dostudur. Edebiyat kürenin, dolum merkezlerinin savurduğu bir satılmış,
bir köle, bir kör cahil değildir. Asidir. Kafa tutandır. Edebiyat üstüne
oynanan oyunlara karşı direnme gücü olandır. Eleştirmen, Türkçe’de
yapılabilecek bir şakayla “ele eştirmem” diyendir. Elin edebiyat küreyi
yönetmesini engellemeye çabalayandır. Eli tutan, ele engel olandır.
Beridekilere yapıttaki öteyi gösterendir. Öte taklitlerini
yakalayan, beriye gömülenlerin ipliğini pazara çıkarandır. Elbette öte
duyarlılığı olan, beri ile öte arasında bir geçit, bir köprü olabilendir. Öte
gücü olan yapıtları, berilemeye çabalayanlara karşı verdiği savaşımda, öteyi
ima edebilecek, öte yaşantısına sahip biridir.
ÖTEYE GİDEN YOLU AÇMA BİÇİMİ OLARAK HİÇ
Anlam pılı pırtısıyla doldurulmuş edebiyat küreyi, bu vıcık
vıcık pılı pırtıdan nasıl arındırabiliriz? Kafasını bayat alanlara gömmüş
eleştirmen edebiyat küreyi göremez. Dar kafalı sığ eleştirmen, yapıtla
ilişkisinde hep beride durur. Edebiyat küreyi, giderek yaşadığımız çağın anlam
küresinin hiç değilse belli bir açıdan belli bir bölümünü göremeyen eleştirmen,
öteyi göremez. Öte, “parça”larda, “ayrıntı”larda yok olup gitmiş eleştirmene
görünmez. “Bütün” gören göze gerek var, öteyi görmek için. Dayatılmış
bütünlükleri değil elbet. Kendi gözümüzle görülmeye, kurgulanmaya, algılanmaya
çalıştığımız bütünlüklerden söz ediyorum. Beriyi tanımadan öteye geçilemiyor.
Beri, elbette ayrıntılarıyla, parçalarıyla verir kendini. Bu parçaları görüp,
onları bir “bütün” çerçeveye oturtacak gücün karşısında, beri anlaşılır,
aşılır. Beri, bizden anlaşılıp aşılmayı bekler!
Hiçseme, berinin anlamlarının sökülüp atılması için gerekli
tutumun, tavrın, düşünmenin, eylemin adıdır. Hiçsemenin ardından hiçleme gelir.
Hiçseme, edebiyat küreden üzerimize yağan, abanan değerlerden kendimizi korumak
demektir. Yapıta kol kanat germedir. (Cura, sorge, care!) Hiçseme, edebiyat
küredeki anlam saldırıları karşısında kullanmayı çabaladığımız bir kalkandır.
Hiçseyerek yaklaşılan yapıt, üzerine giydirilmiş anlamlardan kendini
arındırmaya başlar. Bir yorumlamayla, yapıt üzerindeki anlam tozlarını
üflemektir. Hiçseme, bakageldiğimiz, kullana geldiğimiz anlam gözlüklerinin
değişmesi, daha doğrusu gözlüğün çıkarılması demektir. Gözlük çıkarılır: Yapıt
hiçsenir. Anlamlarından arınır.
Hiçleme de ise çıkarılan gözlüğün ardından, içine düştüğümüz
anlam boşluğunu, anlam travmasını, noetik travmayı yaşamaya başlarız. Hiçseme
cesaret gerektirir; hiçleme ise sabır ve tahammül! Gözlüğünüzü çıkarır, boşluğa
düşersiniz. Yoksa beri sizi bırakmaz. Beri yapışkandır, çok kolludur. Her
koluyla sizi sarar. Kımıldayamazsınız. Hiçseme cesareti bu kollardan kurtulmayı
sağlar. Ardından hiçleme gelir. Düşersiniz. Boşlukta kalırsınız. Hiçseme
ardından hiçleme gelmezse ne olur? Hiçliğin sessizliğine gömülür, kör
olursunuz. Sarsılmazsınız. Örselenmezsiniz. Anlam yokluğunu yaşayamazsınız.
Gözlüksüz gözlüklü olursunuz. Kımıldayamazsınız. Eliniz kolunuz bağlanır.
Basiretiniz bağlanır.
Hiçlerseniz sarsılırsınız. Sonu belli olmayan bir
yolculuktur bu. Öteye. Berinin gözlüklerinin iş görmediği bir “alana” geçerniz!
Öteye savrulursunuz. “Hiç” sizi öteye fırlatır. Burada yaşadıklarınızı, yapıt
yardımıyla, yapıtın içinden geçererek beriye aktarabilirsiniz,
başarabilirseniz. Bu, elbette öteye nasıl düştüğünüze, beriyle olan ilişkinize
bağlıdır.
Eleştirmen beriyle ötenin sınırında, bir sınır
bölgesindedir. Ne ötede ne beridedir. (no man’s land!) Öteyi de beriyi de belli
bir açıdan görebilir. İki bölgeye de girip çıkabilir. Hiçsemiş, hiçlemiştir
çünkü. Yapıtı iki âlemden de seyredebilir. Beriyi öteye, öteyi beriye taşıyabilir.
Elbette, beri ötede, öte beride yok olur. Bu, bir anlamda araf yaşantısıdır.
HİÇ GÖZÜYLE ELEŞTİRMEN
Eleştirmen, edebiyata hiç gözüyle bakabilendir. Hiçseyen,
hiçleyen, edebiyat küredeki anlam kokuşmuşluğuna karşı çıkıp, edebiyatı,
yapıttaki öteyi işaret ederek, öteye açandır.
Ahmet İnam
HİÇLEYEMEYEN SANAT YOLCULARINA... (Ahmet İnam)
Eniştelerim Levinas ve Blanchot için…
Hiçlenme, bir tür içlenmedir. Hiçleme, hiçlenmeyle yürür.
Kendimize dönük hiçleme, kendimizi hiçlemedir, hiçlenme. Neden bu güzelim
dünyayı hiçleyeceğiz ki? Kendimizi hiçlersek ne kalır geriye? Yaşamı hiçlersek
ne kalır geriye? Yokluk. İşte o, varlığın kendini açmasındaki boyut.
Nerededir bu edebiyat yapıtı? Bir şiir nerededir, bir öykü?
Yokturlar. Bu tepeleme dolu doluluğun olduğu, bu vıcık vıcık dünyada; bu
insanların eksiklik eksiklerini duymadıkları dünyada, edebiyat nasıl soluk
alsın? Olmayan varlıklar; onlar, kâğıttaki mürekkep lekeleri, tuvaldeki
boyalar, çizgiler, kulağımıza ulaşan sesler müzik olarak: Sanat yapıtının
izleri burada. Kendisi yok. Roman kahramanları aramızda değil, zaman içinde
değiller bizle birlikte. Ayrı bir zaman ayrı bir mekândalar. Hiç olmadılar.
Olmayacaklar. Elbette andıracaklar gerçekte olanları. Benzeyecekler, insana, dünyaya.
Şiirdeki sözcük, şiirde anlamını bulacak, dışında, şiirin, günlük konuşma
diline dönüşecek. Resimdeki çiçekler, çıkıp resimden, bu dünyanın çiçekleri
olacak, bu dünyanın zamanında solacak. Oysa resimdeyken hiçtiler, buraya ait
değillerdi. Kendi zamanlarında, kendi mekânlarındalar. Neresi orası? Burada
yoklar ama. Tablo var, fiziksel olarak. Resimse yok. Şiir var, fiziksel varlığı
ile, kâğıt üzerinde ya da kaydedilen ses olarak. Kendisi yok. Resim tuvale,
çizgiye, boyaya nasıl indirgenemezse, şiir de sözcüğe indirgenemez. Tuval,
çizgi, boya, sözcük var oysa ne resim ne de şiir var.
Olmayan bir şeyle bağlantı kuruyoruz, şiirle yaşarken. O
olmayanı, kendi olmazlığı, yokluğu, hiçliği ile yaşayabilendir, okur. Hiçi,
hiçliği yaşantılayabilendir. Gerçek sanat yaşayıcısı, sanatın fiziğini, sanatın
maddesini yaşamaz; o fizikteki, maddedeki sanatı yaşar. Hiçliği yaşar.
Elbette söylediklerimden “hiçlik”, “olmayan” sözleriyle
oynadığım, onun anlamını belirgin kılmaktan kaçındığım sonucu çıkarılabilir.
Sanat insanın hiçleyebilme gücünden doğdu. Mağara duvarlarına çizdiklerini
bugünkü gözlüklerimizle okursak, insanın sanat tarihini çok eskilere
götürebiliriz. Bence, sanat değil onlar. Sanata giden yolda başlangıç adımları.
Sanat bu dünyada olmayana açılan bir kapı. Hiç kapısı. Neden hiç. Bu dünyada
bulunmadığı için hiç. Bu dünyada bulunmayan hiç midir? Örneğin, mantığın, matematiğin nesneleri? Platon’un
ideaları?
Hiç edebiyatın, genel olarak sanatın yokluğuna karşın
söylenmiştir. Yaşamını sanatın, edebiyatın varlığı ile doldurduğunu düşünenlere
karşı söylenmiştir. Sanat yapıtlarına para akıtan varsıl insanlar, bir hiçe mi
harcıyorlar varlıklarını? Hiçin izlerine. Kâğıttaki mürekkep lekeleri, mimarlık
ürünlerini oluşturan taşlar, çimentolar, ahşaplar, hiçin izleridir. Hiç
onlarda, Heidegger’in bir başka bağlamda kullandığı sözüyle, hiçlemektedir. Hiç
hiçlendiğinde izlerden sanat yapıtına yürürüz; hiç hiçlendiğinde izleri
oluşturacak, mürekkep lekelerini, taşları, boyaları kullanarak yapıtı ortaya
koyarız.
Hiç, bu dünyadaki hepliği anlamak için yaşamamız gereken
süreçtir. Kendimizi boşaltmak, saçma sapan anlam yığınları arasından, kendimize
yeniden başlamak için gereklidir. Hiçleyen, sanat yoluyla, hiçleme sürecini
gerçekleştirebilir. Sanat, edebiyat, tek hiçlenme, hiçleme yolu değildir.
Hiçleme, irademiz dışında bir ruhsal bozukluk da olabilir. Toplumsal, ekonomik,
sorunlarla başetme yolu da. Oysa sanattaki hiçleme, ahlak boyutu olan, bu
dünyanın alışılagelen sınırlarının dışına taşmaya olanak veren bir başarıdır.
Okur hiçler, yapıt hiçlenir, yazar hiçlenir. Yazar hiçler. Okur ve yapıt
hiçlenir.
Hiçlenince dünya yiter. Yeni bir anlam dünyası gelir.
Kokuşmuşluğun kaynağında hiçleyememe beceriksizliğimiz durur.
Okur bunları anlamak için, söylenenlerin hiçliğini görmeli.
Olağan dünyada işleyen bu yazıyı, bu konuşmayı hiçlemelidir. Hiçlemenin bir
oyun olmadığını hiçlenenlerin yanan yüreği bilir.
Sanatın hiçliğinde durur yaşamın içliği.
Ahmet İnam
MERHÂBÂ ŞİİR, MERHÂBÂ METAFİZİK (Ahmet İnam)
Şiir yaşamdadır. Yaşamın soluk borusu, öteyi gören gözü
olarak. Şiir dünyadadır ve insandadır. Bundan dolayı şeytânî, bundan dolayı
rahmanîdir.
Ortadoğu, insanına şiir emzirir.
Ortadoğu insanı metafiziği şiirde duyar.
Metafiziğin şiire kapısı vardır. Tıpkı diğer sanat
dallarına, bilime, felsefeye, dine, hikmete, folklore, günlük yaşam bilgisine
olduğu gibi. Metafiziğin sayısız kapısı vardır, sayısız bilgi, ilgi, duygu,
görgü alanlarına. Metafiziğin bedene bile kapısı vardır.
Kapıya gelmektir, gelebilmektir sorun.
Hayatın şiire kapısı elbette vardır. Kapısız şiir olabilir
mi?
Kapısız metafizik? Metafiziksiz kapı olabilir mi? Her kapı
metafiziğe açılabilir, duran varsa önünde, durabilen. Her kapı şiire
açılabilir, şiirleyen varsa, şiirlenen. Şiirin ve metafiziğin ortaklığı orada:
Açılmadıkları nesne yoktur, açılmadıkları varlık. Açanı varsa, açılanı, göreni;
şiirin ülkesi metafiziğin ülkesiyle kapılar doğurur, kapılar
"çağlar", kapılar açar, kapılar kırar, yıkar, kapar. Kapılar
ülkesidir. Belki de: Şiir de, metafizik de kapıdır. Hem iki ülkedir,
birbirleriyle bir yanlarıyla örtüşen; püskürttükleri kapılarıyla; Terra
poetica, Terra metaphysica! Âlem-i Şiir, Âlem-i Mâbâdettabîa! Neyin, nelerin
kapısıdırlar? Duranına bağlı, önlerinde. Kapıların kapısıdır onlar.
Metafizik bir alan, bir ülke. Bir uçsuz bucaksız âlem.
Gözlemlenebilir, hesap edilebilir olanın ötesi. Bilimle bulunabilir olanın
ötesi. Bilim metafiziğin ülkesinde büyümeye başladı. Adım adım onun bölgesini
ele geçirdi. Büyümeyi sürdürüyor.
Şiir ükesi, başlangıçtan beri metafizik ülkesinden ayrıydı,
ortak alanları, birbirlerine kapıları olsa da.
Şiir ülkesi, kültürü yaratmış bir ülkedir. Metafiziği, dini,
felsefeyi, sanatı, hikmeti doğuran odur. Sonra koptu onlardan. Başlangıçtaki
anlamı zaman içinde dönüşüme uğramadı değil; içinde manzume ülkecikleri doğdu,
bu ülkecikler onu ele geçirmeye kalktılar. "Rhetorik" şiirden salt
güce; ele geçirici, sömürücü, yok edici güce doğru gelişti: Ölçülü uyaklı sözleri
manzume ülkesinin, şiire musallat olmaya, onu istilâ etmeye çalıştılar. Şükür,
şiirin hâlâ manzume tarafından ele geçirilmemiş bölgeleri vardır. Şairlerin
yüzü suyu hürmetine durur şiir ülkesi, bağımsızlığıyla. Bunca şiir kuramının,
edebiyat öğretisinin, dilbilim tekniklerinin, şiir tanımaz "felsefe
yapma" çabalarına karşın, şiir hâlâ ayakta durmakta; şiir ülkesi oldukça
toprak kaybetmekle birlikte, istiklâlini muhafaza ediyor, bir bakıma.
Şiir, "söyleyen insan"la başladı. Hem Türkçe'deki
"yır", "ır" sözcüklerinde, hem Almancadaki dichten (Latince
dictô'dan geldiği söylenebilir!) de bu özellik görülebilir. Batı dillerinin
büyükçe bir bölümünde Eski Yunancadaki poiêsis'le ortaya çıkan şiir sözcüğü,
bir tür ürün ortaya koymayı; yapmayı, üretmeyi anlatır; bu üretim başlarda
şarkı ve türkü ile söylenerek gerçekleştiriliyordu; destan söyleyiciler,
"söz"den, epos'dan yola çıkıyorlardı; arkalarında onlara esin veren
güçler musa'lar vardı, onun için sanatları mousikê adını alıyordu. Şair,
müzikle, dansla, esinle "üretiyordu." (Evmusos, sözü, esini
"iyi" olan anlamında mâhir şairlere verilen bir sıfattı!)
Bizim dilimizde, Ortadoğulu'nun yaşamında yüzlerce yıldan
beri egemen olan "şiir" sözcüğü, "şu'ur"la,
"şe'ere" sözcüğü ile ilgiliydi. Arapçada çok zengin anlamlara
kaynaklık eden "şe'ere", öğrenmek, anlamak, sezmek, farketmek,
algılamak, duymak, bilincine varmak, şiir oluşturmak... gibi anlamlar
taşıyordu. "şa'ir", yalnızca şiir söyleyen değildi; anlatıcıydı,
derin sezgileri olan biriydi. Şâ'iriye sahibi, şiirsel güç sahibi biriydi.
Batı dillerinde şiir vurgusu, poiêsis sözcüğünden yola
çıkılarak bakıldığında, üretmek, ortaya koymakla ilgiliydi; bizde ise,
"anlamak", sezmekle.
Biraz da bundandır: Ortadoğulu'nun şiir ülkesinin
kapılarında durucu olması!
Söyleyicilik, iki kültürde de var: Şâ'ir söyleyicidir, hele
Moğolcada, çok geveze, çok konuşkan anlamlarına geldiği savı açısından
bakıldığında, "ozan"da da böyle bir özellik görüyoruz; Batılının
rapsôdia'sında da olduğu gibi, şiir "okuma" özelliğini; şiirin,
söyleyen boyutunu kavrıyoruz.
Şâir hileci olarak görülmüş iki dünyada da, Batı ve
Ortadoğu'da, çoğunlukla; örneğin, Almancadaki Gedicht, buluş(Erfindung)
anlamına geldiği gibi, hile (Betrug) anlamına da gelebiliyordu.
Şiir ülkesi, hayata bu zıt özellikleriyle yansımış,
yaratıcılığının yanında, güvenilmezliği ile de; örneğin Platon'un, Kurân-ı
Kerim'in uyarıları olmuştur şiir hakkında.
Bu ikircikli durum, şiirin metafiziğe açılımını
engellememiştir. Şâir, sözün basmakalıp anlamlarını, günlük dilde kullanıla
kullanıla aşılmış anlamlarını aşabilen biridir. Dilin olanaklarını sınayan dil
olanakçısıdır. Dilin alanı, düşüncenin alanıyla içiçe olduğu için, şair,
metafiziğin kapılarından geçebilen bir varlıktır. Kimi sıradan
metafizikçilerden daha cesur, daha atılgandır. daha yaratıcıdır, bir açıdan.
Metafizikçinin süt annesi olabilir, eğer o gönüllü ise. (Örneğin Heidegger'in
gönüllüğü gibi!)
VARLIK, YAŞANTI, ANLAM SÖZ
Metafizik şiir ilişkisini açıklayabilir umuduyla, bu yazının
çerçevesi içinde bir kavramsal tasarı sunmayı deneyeceğim.
İnsan, yaşantısı olan, yaşantılayan bir varlıktır. Yaşantı,
bilinçli, bilinçsiz özelliğiyle insanı, bu dünyada, bedeni içinde var eder.
İnsan yaşantısı nesneleri, tek tek varlıkları yaşantılar (tecrübe eder!). Bu
nesneler alışılmış anlamda fiziksel nesneler olabileceği gibi, düşünsel
nesneler, düş nesneleri de olabilirler. (Uykudaki düşlerimizin, uyanıkken
kurduğumuz düşlerin, düşüncelerin...) Bu nesnelere varlıklar (Heideggergil
anlamıyla Seiende!) de diyebiliriz. Bunların tümünü oluşturan ve her bir
nesnede içkin olarak bulunduğunu düşündüğüm Varlık, yaşantı konusu yapılamaz!
Demek ki yaşantı ile Varlık arasında bir uçurum vardır! Bu uçurum bir sınır
yaşantı olan anlam verme yaşantısı ile kapatılır! Anlam verme yaşantısının
nesnesi fiziksel nesnelerden, düşünsel nesnelerden farklıdır: Burada bir
"x" üzerine çalışır yaşantı; onu anlamla dokur! (Bir anlamıyla Edmund
Husserl'den edinilmiş görüşler bunlar!) Varlık bize düpedüz yaşantı ile
verilmiyor; bir anlamıyla bizden esirgenmiştir! Varlıklar verilmiştir
yaşantımıza, fiziksel nesneler, düşler, düşünceler, ama Varlık verilmemiştir.
Düpedüz (Almancada, blosse!) yaşantı ile varlık arasında ANLAM UÇURUMU vardır!
Nesneleri algılarız; algılarken anlamları da eğitimle, o kültür içinde bize
verilir! Bunlar günlük yaşam sorunlarının çözümünde yüzyıllar içinde edinilmiş
yaşantılardır. Anlam yaşantılarını zamanla gerçekleştirenler, bunu bizim
düpedüz yaşantılarımıza aktarmışlardır. Bundan dolayı gündelik olağan yaşamda
anlamları da algaladığımızı düşünürüz! Oysa onların Varlık açısından anlamı
bizden saklanmıştır! Öyle olmasaydı, sanatta, bilimde, felsefede, uçsuz
bucaksız araştırmalar, denemeler sürüp gitmezdi. Düpedüz yaşantı ile Varlık
kavranamaz! Bu evren, bütün bu nesnelerin anlamı! Düpedüz algılamanın ötesinde,
onlardaki Varlığı yakalamak açısından tek tek nesnelerdeki anlam da bize
verilmemiştir! Tek tek nesnelerde, ister fiziksel, ister düşünsel, ister
bunların dışındaki bir varolma biçimiyle, tüm nesnelerde, varlıklarda Varlık vardır!
(Tam bir metafizik (!) cümle oldu ama!) İşte bu Varlık, ancak anlam verilerek,
ancak yorumla, iğreti bir biçimde kavranabilir. Her anlam verme atılımı
geçicidir, değişmeye, dönüşmeye açıktır. Anlamlar, "yakalanıp",
değişmez kılınacak bir yapı taşımazlar! Bundan dolayı Varlık hakkında tek
"yorum" tek görüş yoktur: Ne sanat ne bilim ne din ne de felsefe
alanında! Anlam uçurumu oradadır,anlam verme yaşantısıyla doldurulmaya
çılışılır, hiçbir zaman doldurulamaz. Metafizik ülkesi bundan dolayı bir uçurum
ülkesidir, bu ülkeye yürüyen uçurumda "yürür", düşmemek için
"anlam" dediğimiz iğreti dallara tutunur.
Peki söz nerede durur?
Varlık, yaşantıdan öncedir; sözü ise yaşantı doğurmuştur!
Önce varlık vardı! İnsan yaşantısı varlıkla anlam uçurumu içinde ilişkiye
girdi. Anlam verme çabalarının gelişmesiyle, yaşantı, sözü doğurdu! Yaşantı,
sözü doğurdu ama, söz yaşantının "doğal" bir uzantısı değildir! Söz
ile yaşantı arasında yine bir anlam uçurumu vardır!
İnsan yaşantısı ne Varlığı mutlak, kesin olarak "bilebilir"
ne de "Söz"ü! Söz, tüm dilleri (yapay ve doğal!), bedensel,
elektronik, görsel, kokusal, dokunmasal... her türlü iletiyi, ileti düzenlerini
içerir. Sözlere "uzlaşımsal" olarak anlamlar yüklenmiştir; bunlar
dilsel anlamlardır, semantik, sentaktik, pragmatik... anlamlar. "Söz"
de, Varlık gibi b ir "x"dir. (Husserl'i tanıyan okur, ondan nerelerde
ayrıldığımı görebilir!) Onun dilsel, imsel yaşantılar dışındaki anlamı ancak,
anlam yaşantılarıyla denenebilir, yorumlanabilir; yorumların hiçbiri mutlak,
değişmez, kesin değildir.
Yukarıdaki şekle bakarak, insan yaşantısının söz ve Varlıkla
ilgili olarak iki uçurum arasında kalan bir "dağ" olduğunu
görebiliriz: Belki sözü, yaşantıyı, varlığı ve anlam uçurumlarını birleştiren,
şekilde kesikli çizgi ile gösterdiğimiz bir bağ vardır aralarında: Oysa,
yaşantı, iki yanımda bulunan bu iki uçurumu yaşar: Genişleyen, açılan, geri
çekilen; kısaca, devinen, yürüyen(!) bir dağdır o; ne denli uğraşsa uçurumu
kapatamaz. Yaşantı, söz ile varlık arasında yalnızdır! İyimser bir yorumla: Söz
ile varlığı kucaklamaya, onlara ulaşmaya çalışan bir yolcudur.
ŞİİR, METAFİZİK
Şiir, söze doğrudur; metafizik, Varlığa: İkisi de uçurumlar
üzerinde yürür, iğreti köprüler, bağlantılarla. Şair, anlam yaşantısıyla söze
yönelir, oradan, yeniden yaşantı dağından geçip, Varlığa, sözden-varlığa
uzanmayı deneyebilir; çifte uçurum geçerek! Bu gidiş gelişler sürekli olur, her
defasında geçilen uçurumların sayısı artar!
Böyle çifte uçurumlar aşarak yürüyen (belki de uçan!) şair,
söze, yaşantıya, anlama, Varlığa değinmeye çabalayan, metafizik ağırlığı olan
şairdir.
Genel olarak, şairin yürüdüğü yön sözdür; şekle göre, varlık
arkasında kalır şairin! Varlık sözde oturmaz (Heidegger'in dediği gibi değil!)
Sözdeki varlık, yaşantı ile uçurumlar açarak yorumlanabilir.
Şiirde hile nasıl yapılır?
Şair ne söze ne varlığa yürür, sözcüklerle oyun oynar;
yazdıklarında ne söz ne yaşantı ne anlam (metafizik anlamda!) ne de Varlık
imâsı vardır! Sözcüklerle oynayarak, kendine uçurumlar aşmış şâir süsü
verebilir: Taklitçidir, oyuncudur, teknisyendir! Yaşantısı "icat"
çıkarma yaşantısına benzer, oysa icattan çok, gözümüzü boyayan bir sihirbazdır!
Sözde sözler söyler, sahici söze kör olduğundan; söze doğru
yürüyemediği için, beğenilme, dikkat çekme tutkusuyla, sözde yaşantı içindedir;
anlattığını duymaz; başka şeyler düşünür, başka şeyler yaşar; yaşantı tabanı
olmayan sözcükleri pıtrak gibi kuşatır şiiri; sözde anlam içindedir;
"derin" anlamını, Sözsel, Varlıksal, metafizik anlamını yaşayamadığı
sözde anlamlarla bezer şiirini, sözde Varlık'ı anlatır: Şiiri, metafizikten
uzak, uyduruk, temelsiz, uçurumlardan geçmemiş varlık imâlarıyla doludur.
Şair söze yürürken ardındaki Varlığı farkedip, çifte uçurum
aşma gücü ve ufku içindeyse, Varlık imâlarıyla anlam dünyamızı şenlendirip,
acılandırarak anlam ufkumuzu açabilir!
Ahmet İnam
6/6/2007
ŞİİR, ŞİİR, ŞİİR (Ahmet İnam)
Meselâ, şiir nereden başlar? Nerede biter? Nerede bulunur?
Peki, nedir şiir? Sadece bir edebî tür mü, yoksa ondan fazla bir şey mi?
Elbette şiirîn hikmetinden sual olunmaz. Şiir, uzam ve
zamanda yer alan bir nesne gibi bilinemez. Salt bir düşünce de değildir.
Derrida’nın deyimle bir “belki” ırmağında bulunur.[1] [1] Belki ırmağında
örneğin, “yaşam tiksintisi”[2] [2] duyanlar, yaşamdan uzak kalmak isteyenler
bulunur. “Belki” bir kenosis’dir.[3] [3] Boşluk açmaktır; alışılagelen pılı
pırtı bakışları, düşünceleri bir kenara iterek, yeni bir anlama alanı, yaşam
alanı[4] [4] açmak. “Ayaklarım nereye basıyorsa baba yurdu oradadır”[5] [5]
diyenlere karşı. Şiir bir baba yurdu değildir!
Şiir küre çatma anlamında bir “belki”! Dünyaya, şiir küreler
çatmak gerek, şiiryuvarlar! Dünya, şiiryuvarlar içre solunursa dünyadır.
Ayağımın bastığı yer nasıl vatanım olabilir? İçinde 1. Yârim 2. Şiir küre
yoksa? Dünyayı yuvarlayıp küreselleştirenler, “yâr”larını unutuyorlar.
Hiçbirinin yâri yok çünkü.[6] [6]
Şiir bir yurt tutma işidir, Heidegger’e yakın anlamıyla: Bir
oikêsis dir. Yâriyle yurt tutar insan. İçindeki dışındaki yâriyle. Yâr şiiri
besleyen bir erktir, güçtür, enerjidir. Erôs’tur, libido’dur, wille’dir. Yâr,
küreye yuvarlanmış insana cinsel nesnedir, yatak arkadaşıdır. Şiiryuvar yoğun
bir dünyayı ayakta tutan bir güç kaynağıdır oysa, “belki ırmağında” yürürsek.
Pılı pırtı, ıvır zıvır[7] [7] dünyasının zıppırları olan entelektüeller,
dünyayı kavramlara, sözcüklere boğarlar.[8] [8] Sözcüklerin çökeltisi altında,
canı çıkmış dünyada, şiiryuvarlar çatamazsanız!
Şiirin geldiğini ayak sesinden anlarız. Ivırla zıvırla dolu
dünyada bu ses duyulmaz! Fizikte olduğunun aksine, şiirin ayak sesleri ancak
boşlukta duyulabilir! Şiirin sesini ileten ortam boşluktur. Oysa, tıklım
tıklımdır dünyamız, hınca hınç doludur. Bu boşluk yokluğu, bu tehî olmayan
dünya, şiiri buyur etmez. Şiir bir eldir, yabancıdır, itilir sınır kapılarından
dünyanın. Şiire karşı bu düşmanlık[9] [9] , onun yeryüzünde “mevzûn, mukaffâ”
söz olarak anlaşılmasına yol açar. Kapıdan kovdukları şiiri, bacadan manzume
olarak alırlar, kendilerine şair diyen zıppırlar! Arada bir düştükleri geçici
boşlukları şiirsel boşluk sanırlar. Orda değildir oysa şiir. Şiir yurt
tutabilmek[10] [10] için “kalıcı” [11][11]
boşluklar ister.
Şiire belki ırmağından gidilir. Bu ırmakta yürünürse,
görülür ki içimizdedir şiir!
Unutma, içimizde çoğu
zaman
Ateşli bir şiir
vardır uyuyan. [12][12]
Şiir ateşlidir. Yârin ateşidir, ateşi. Öteki’nin ateşi! Batı
kültürünün öteki’si, Levinas’da doruğuna varan biçimiyle, Yahudi-Hıristiyan
gelenekten izler taşıyarak, bizim dilimizdeki şiir kürede yâre dönüşür! Dolular
âleminin zıppırları yârin peşinden gitmeyi budalalık sanırlar. Şâir bir
budaladır, boşlukta duyduğu ayak seslerinde dolayı belki de!
Kolla düşlerini:
Bilgeler budalalar kadar güzel düş göremezler.[13] [13]
Yüreğimizin bağ bozumu sürekli olarak gerçekleştiği için
şiirle, sürekli hasadı alındığı için gönlümüzün, hasta derler bize, biz şâirlere.[14]
[14]
Kalbimiz bir kez bağ
bozumuna uğradı mı
Sayrıdır gayri yaşam. Bilsin herkes bu gizi.[15] [15]
Sayrı olan, sağlıksız olan bu vıdı vıdı dünyadır.
Gönlümüzden hasat alınmasına, şiir devşirilmesine dayanamaz. Şâiri manzumeci
yapar. Manzumecilere sözde saygı gösterip, “çok büyük ruhlular”[16] [16] dese
de, onların kötülüklerinde de büyük olabileceklerini düşünür.
Çok büyük ruhluların çok büyük kötülüklere, çok
büyük iyilikler kadar güçleri yeter.[17] [17]
Bu denli güçlü olan
şâir ruhu, şiirin oyuncak olmadığını bilir. Şâirlik zordur, şâiri susturmak
zordur çünkü. Şâiri susturamazlar, onun anası sütsüzdür. Sütü olmayan bir
anadan, boşluktan, hiçlikten emen şâiri hiçbir ninni susturamaz. Mehmed Hasib
Dûrrî (1844-1915) söylüyor:
Şâirin şi’rine eyler kuberâ
istihzâ
Lu’b-i sıbyan mı sanırlar acabâ bu fenni
Mâderi sütsüz olan tıflı avutmak müşkil
Sesi kesmez ne kadar dense de neni neni
“Erbâb-ı teşaür
çoğalıp, şâir azaldı” dermiş Muallim Nâci. Teşaür, şâirlik iddiasında bulunan,
şiir kurnazı, zorluğu yaşamadan şiir tavrını gerçekleştirmeden şâir olmaya
kalkandır.
Şâirlik zordur, şiir
zor. Boşluktan söz devşirmek.
Her şey zor! Acı öyleyse,
Sen herkesten çok şâire
Amacı coşkudur çünki,
Çünki en zor iş onunki.
Affet şâiri, şiiri![18] [18]
Şiirin zor, şâirin zor olduğu anlaşılsa da, şiirin, şâirin
ne olduğu anlaşılmamıştır.
NELİĞİ ÜSTÜNE ŞİİRİN
Şiir bir varoluş
biçimidir. İnsan dünya gezegeninde varlığını, nice zorluklarla da olsa, sürdürebildi;
bir anlamda da sürdürebiliyor. Karnını doyurabiliyor, neslini sürdürebiliyor.
Bir ölçüde doğal felaketlerle, kıtlıklarla baş edebiliyor, oldukça çok fire
verse de bu kavgasında. Kendi kendisiyle savaşıyor, kendi kendini kırıp
geçirebiliyor.
Tutunuyor ama
sonunda. Hâlâ bu gezegende var. Tutunma bilgisini geliştiriyor, bilimde, tıpta,
teknolojide bilgisini genişleterek; daha güçlü tutunmaya çabalıyor.
Mağarasında yaşarken,
ava çıkıyor, çevresiyle kavga ediyor, tutunuyor, türünü sürdürebiliyordu.
Tutunma kültürü, bu gezegendeki binlerce yıllık tarihi içinde insanı var kıldı.
Tutunma kültürü bugünde bugün de egemenliğini sürdürüyor. Yarışmacı, neoliberal
düzende, insan tutunmak için koşturup duruyor.
Şiir bu tutunma
kültürünün dönüşmesiyle ortaya çıktı. Karnı doymuş mağara insanı, cinsel
açlığını da biçimde giderdikten sonra ya da bu açlığın yarattığı enerjiyle,
belki de mağarasından, yeni doğmuş aya bakarak, belki de kuşluk vakti çiçek
açan ağaçları alaca karanlıkta fark ederek ilk çığlığını attı: yere göğe
inledi: Şiir, bir kültür olarak, bir tavır, bir yaşam biçimi olarak bu
inlemeden çıktı.
Şiir kültürü, tutunma
kültürü içinden, tutunma kültürü sonrası doğdu: Ardından iki yeni kültürü
doğurdu: Anlam ve bezeme kültürünü.
Tutunma koşuşturması
içinde attığı çığlık, onu türkülere, müziğe götürdü. İçindeki duygu ve düşünce
güçlerini uyandırdı. Bu koşuşturmanın anlamını aramaya başladı. Kimi yerlere,
kimi nesnelere, kimi insanlara kutsallık atfetti. Değerlerini oluşturmaya
başladı. Dili, düşünce ve duygularının gelişmesiyle gelişti. Demek ki şiir
dilden önceydi, bir çığlıktı, bir böğürme, bir homurtu. Dil şiirden sonra
doğdu!
Kendini ifâde etmeyi
denedi, bu arada. Tutunma kültüründen, şiir kültürüne, oradan anlam ve bezeme
kültürüne geçişte, duvarlara resimler yaptı, onlara büyüsel anlamlar verdi,
büyüyle “kerâmetler” gerçekleştirmeye çalıştı. Dünyayı araçlarla bezedi.
Araçları tutunma kültürünü geliştirmek için kullanırken, verdiği anlamlarla
yeryüzünde evler, tapınaklar yaptı, totemler yarattı! Ahlâk ve estetik
kaygıları gelişti, bu gelişmeyle değerlerini daha belirgin kıldı; dilini,
müziğini, resmini, heykelini, mimarîsini, şehirciliğini geliştirdi; anlam ve
bezeme kültürü giderek tutunma kültürüyle bütünleşti.
Bu dönüşümleri
sağlayan şiiri, tutunma, anlama ve bezeme kültürleri, kendi içlerinde çoğu
zaman gizil olarak, arada bir de şiir olan yapıtlarla, yaşamlarla, tutumlarla
etkin bir biçimde hep taşıdı. Şiiri, tutunma yoğun bir yaşam içinde ürün olarak
anlamaya başladı, onun bir tavır, bir duruş, bir algılama olduğunu unuttu çoğu
kez. Müziğe kattı şiiri, türkü söyledi; resimlere, heykellere kattı, büyüsel
bir kılık verdi şiire, inancına kattı. Dinsel ayinlerde, tapınmalarında
kullandı. Kutsal saydığı metinlerin diline işledi.
Tutunma yaşamında
bilgisini yığma bilgi olarak kullandı çoğu zaman hâlâ da öyle yapıyor.
Bilgisini süzmeye başladığında, anlam kültürünün etkisiyle “hakîkati” aramaya
başladı. Bilimi ve felsefeyi oluşturdu. Unutmayalım, yığma bilgiyle hakîkat
aranmaz.[19] [19]
BELKİ IRMAĞINDA ŞİİR YOLCULUĞU
Şiir, yaşanan dünyaya belli bir duruşla başlar. Duruş olan
şiir, şiir yolculuğunun başında durur. Şiir âleminin kapısıdır. Şiirin, salt
bir edebî ürün olmadığını söylemiştik. Bir insan şiir olabilir: Bir yaşam.
Yaşamının, kendinin şâiri olabilir insan. Bu, deyim yerindeyse eko-genetik bir
niteliğidir, potansiyelidir insanın. Gücüdür. Çevresi ile bedensel yapısının
etkileşimi içinde ortaya çıkmış bir özelliktir.
Mağara insanı, bir çığlıkla, bir inlemeyle, bir feryatla duyurmuştu,
şiirsel duruşunu dünyaya. Bir duruş olan şiir, insanın bedeninden yayılır,
duygu ve düşüncelerini etkileyerek çevresine.
Belki olanağını keşfeden insan, tutunma kültüründen, kendine
yeni bir kapı açtı. Duruş olan şiiri gerçekleşti, dünyayı, kendi içinden,
bedeninden, duygularından, aklından, ilişkilerinden, çevresinden süzerek
geçirdi. Bu, dünyayı, kendini süzgeç kılarak süzme, ona, anlam kapılarını,
dünyayı ve kendini (kendisi dünyadır zâten!) bezeme pencerelerini açtı. Kendini
kendine, dünyaya, çevresindeki gerçekliği şiirden geçirerek takdim etme, sunma
olanağını buldu. İnsan, kendini şiirlemeyi, şiir olarak takdim etmeyi öğrendi.
Duruşuyla kendini arındırdı tutunma yoğun yaşam
doluluğundan; boşalttı içini kaplamış tutunma dünyasını, içinde ve dışında
kendine yer açtı.
Olanaklarını araştırdı. Açılan yere, tutunma yoğun bir
yaşamda edindiği dilinin sınırlarını zorlayarak, düş gücünün yardımıyla, farklı
olanı koymayı denedi. Farklı olanı araştırdı. Kendi kültürünü, destanlarla,
türkülerle, tutunma yoğun kültür içinde şiirin bu farklı duruşuyla besledi.
Söylencelerini masallarını kurguladı. Şiir duruşuyla kendine, ilişkilerine,
diline, duygu ve düşüncelerine, bedenine farklı bakmaya çabaladı. Kendine,
kendini anlatacak ifâde aradı şiirle! Bir duruş olan şiir, kendini edebiyatta,
seyirlik oyunlarında, resimde, heykelde ürünler olarak gösterdi. Tutunma
dünyasının ifâde biçimlerinin ötesinde ifâde yollarını keşfe çıktı.
Şiirsel takdim, şiirsel bezeme, şiirsel kendini ortaya
koyuş, tutunma kültürü dışında anlama yolları açtı ona. Bedenindeki oynama
dürtüsüyle birleşince tutunma dünyasında kendini sınırlayan etkilerden
kurtulmayı denedi; bakışında, kavrayışında, anlayışında özgürleşmeye çalıştı.
Homo ludens, oyun oynayan insan, şiirleyen insanla örtüştü.[20] [20]
Şiirleyen duruşuyla insan, belki ırmağında yol almaya
başladı, dilin sınırlarında dolanmayı denedi. Dilin olanaklarını keşfe başladı.
Böylece yola düştü. Bir duruş olan şiirden, bir yola düşme,
yola çıkma olan şiire doğru ufuklarını genişletmeye çabaladı.
Belki ırmağı onu beri âleminden, bu tarafta olan dünyadan,
ötede olan dünyaya doğru taşımaya başladı.
Yola düşme olan şiir süresi, dinleme tavrı, becerisi, eylemi
ile gerçekleşir. Dinleme, kendini, kendindeki sesi, evrenin doluluğundan, o
doluluğun içinden gelen sese açar insanı. Dinleme insanın sabrını dener.
Dinleme insanın kalıplarını kırıp, tüm bedeninin, duygularının ve aklının kulak
kesilmesini ister. Oysa tutunma yaşamı içindeki insan, içini savunma
mekanizmasıyla, alışkanlıklarıyla, kendini koruyup, sürdürmeye yarayan taktik
ve stratejilerle donatmıştır. Bu doluluk, onun dinlemesini, kendini kollamayı
bırakıp dinlediğine kendini açmasını, adamasını engeller. Bundan dolayı duruş
olan şiirle başlamak gerekir: Duruş olan şiir boşaltır yer açar çünkü. Bu
açılan yerin boşluğunu taşıyabilmek zordur, insan boşluğa kolay kolay
katlanamaz, belki bir yansıtma (projection) mekanizması sonucu doğanın da
boşluktan kaçtığını söylemiştir.[21] [21] Oysa, Lucretius’un bir başka bağlamda
söylediği gibi[22] [22]
gösterir ne çok daha
az boşluk var içeride[23] [23]
sözü, içinde boşluk bulamayan, içindeki pılı pırtı
doluluğuna şaşan insanın sözü olmalıydı. İçinde şiiri alacak boşluk olmayana
şiir gelmez. “Ne çok daha az boşluk” olduğunu görünce, boşluk azlığını görünce
kahrolan insandır, şiir duruşundaki insan. Belki yukarıdaki dizeyi
gösterir ne çok boşluk azlığı var içeride
diye yorumlayabiliriz! İnsanın boşluktan değil, boşluk
azlığından korkması gerekir. Nedense tersi olmaktadır. Boşluğa dayanması için
tutunma kültürü içindeki insanın sabır gücünün son derece gelişmiş olması
gerekir, belki ırmağındaki yolculukta. Evrenin sesine, varlığın, yokluğun
sesine açılan bir kulağın korkusu, yalnızlığı, çok şiddetli olabilir.
Burada Doğu hikmetinden alınacak dersler vardır: “Belki”
yaşantısı şiir yolculuğunda yumuşaklık (docilité, soumission) gerektirir. Uslu
olmak, teslim olmak, boşlukta boşluk olmak, varlıkta varlık.
Yola düşen, yeterince direnir, sabır ve yumuşaklığını (itidal!)
koruyarak, içindeki ve dışındakini dinlemeyi bilirse, üçüncü aşamada dönüşmeye
başlar! Dönüşüm bir coşku ve isteme gücü oluşturur. Buradan dördüncü aşamaya
sıçranır. Bir geçiş olan şiire. Bu dünyanın, bu dilin, bu düşünme biçiminin
ötesinin kapısı aralanır. Beride olan dünya ile vıdı vıdı dünyası ile ötede
olan dünya arasında belki ırmağı boyunca şiir durur! Geçiş aşamasında dönüşmeye
dönüşen, sürekli dönüşme olan bir yaşama varılır. Dünya salt bir dönüşme
kesilir. Şiir, dönüşmeye durur.
Bütün bu ırmak boyunca yaşanan şiir serüveni ürüne
dönüşürse, bu ürünler ne olarak çıkar önümüze?
Sanat yapıtı olarak çıkabilir. Düşünce yapıtı olarak da,
sanatta, edebiyatta, bilimde, felsefede.
Bir tavır oluşumu olarak kendini ortaya koyabilir şiir.
Tavrımız şiirsel bir ürün olarak sunabilir kendini. Bir karakter oluşumu da
olabilir. Şiir olur insan. Şiirleyerek kendini. Nihayet, bir yaşam biçimi de
olabilir şiirsel ürün: Yaşama biçimimiz şiir olabilir.
ŞİİR ve HİKMET
İnsan yaşam karşısında savrulan bir varlık. Çoğu zaman,
savrulmayı istemediği hâlde savrulur. İtilip kakılmak, sürüklenmek istemez.
Değişik kültürlerdeki hikmet, yaşam deneylerimizin süzülerek, içselleştirilerek
düzenlenip, kuşaktan kuşağa sözel ya da yazılı olarak aktarıldığı bilgiler
yumağı olarak, karşımıza kendini bilen, olgun, onurlu insan tipi çıkarıyor,
örnek insan beklentisi içinde. Örneğin, bizim kültürümüzde rastgele seçeceğimiz
şiir formunda bir örnekte bunu görebiliriz.
Ne olurdu beni dünyâya gelirken yâ Rab
Âlim ü kâmil ü fâzıl
olarak halk etsen
Kimseden etmez idim şimdi temennâ-yı edeb
Beni meşmûl-i fezâil olarak halk etsen[24] [24]
Kendi kendine yeten, erki kendinde bulunduran, nâmerde
muhtaç olmayan bilge tipi, özellikle Stoa felsefesinin beslediği Roma
kültüründe pek etkindi. Hikmet, bizim kültürümüzde Allah’tan başkasına muhtaç
olmayan, kâmil insanların oluşumunu öngörür. Örneğin, aşağıdaki gibi sözler bir
zaman evlerimizde, hat sanatının incelikleriyle yazılarak duvarlarımızı
süslerdi:
Yarab, beni muhtacına muhtac itme,
Muhtac isem ancak sana muhtac olayım.
Peki, bu kemâle
ermeye çalışan insanın çabasında şiir nerede durur?
Öl ve ol: Gerçek bu al!
Ya bil sen bunu ya da
Zavallı bir konuk kal,
Bu karanlık dünyada.[25] [25]
Goethe, Doğu’nun
sesini duymanın heyecanıyla tavrını almıştır: Öl ve ol! Şiirin belki ırmağında
duruş, yola düşme, dönüşüm ve geçiş evrelerini bu dörtlüğün içinde çarpıcı
biçimde görüyoruz. Hikmet şiiri, şiir hikmeti yoğuruyor. Duruş olan şiir, bir
ölümdür, bir boşluktur, bir hiçliktir çünkü. Bu dünyanın vıdı vıdısına, pılı
pırtısına sahip çıkma tavrını yok ederek, ölerek, ırmağa düşebilir, yolculuğa
başlayabilirim. Tasavvufun odağını oluşturduğu hikmetimizin, başka bir
kültürdeki şiir tarafından şiir ırmağına konularak, şiirsel yolculuğa çıkılması
ilginçtir.
Şiirin hikmetinden
sual olunmaz demiştik; elbette, hikmetin şiirinden de sual olunmamalıdır.
Bunlar birbirlerini besleyebilir, güçlendirebilir, örneğin Yunus’ta olduğu
gibi.
Bizim kültürümüzde şiirin kerâmet sayıldığı olmuştur.
Örneğin Hacı Bayram Velî, “nazm evliyanın keramatındandır. Zorla değil, hâlle
söylenir, görünüşündedir.”[26] [26]
Şiiri hikmeti taşıyan önemli bir olanak olarak görmektedir.
Örneğin, Nâbî şöyle diyor:
Hikmetâmîz gerektir
eş’ar
Ki meâli ola irşâda
medâr[27] [27]
Oysa Mevlânâ Nefahat’ında şöyle diyormuş:
Şiir de nedir ki
ondan laf edeyim
Şâirlerin
hünerlerinden başka bir hünerim var benim[28] [28]
Şiir hikmetin hizmetçisidir, hikmet şiirden fazladır,
Mevlânâ’ya göre.
Şiir, cilâlı boş sözlerden oluşmuşsa, bir söz yığını ise,
zâten şiir değildir, bu yazının çerçevesi içinde. Bundan dolayı Divân-ı
Lügât-it-Türk’de şöyle deniyor. (I, 419)
Bulmaduk neng-ke
sevinmeng
Bilgeler anı
yirer[29] [29]
Şiir yitirdiğimiz şeyleri bulma taklidi olamaz. Boş söz
olamaz, olursa hikmet sahibi kişiler bunu eleştirirler. Bilgeler, şiirin
hikmet, hikmetin şiir olmasını ister. Elbette, Mevlânâ’nın öngördüğü gibi
hikmet şiirden fazladır, şiir dışında da kendini ortaya koyabilir: Bilimle,
dinle örneğin.
SÖZ
Şiir sözden önce
vardı demiştik. Şiirin söze önceliğinde, bedene, doğaya daha yakın olması
özelliği bulunur. Söz, gelişen tutunma kültürünün önemli bir aracı oldu. Aynı
zamanda söz, şiirle oluşan dönüşüm sonrasında, şiiri taşıdı, devamını sağladı.
Eski Yunan kültüründe
epos, Homeros’un metinlerinde, duygusal açıdan etki yapmayı, ahlâkî
niyetlerimize seslenmeyi amaçlayan bir söz olarak geçer. Şarkıyla söylenen
etkili sözlerdir. Söz, bu anlamıyla, geleneği, geçmişi, geleceğe taşır. Sözün
etki gücü duygularımıza, duygularımızla yaşadığımız ahlâk ve estetik yaşama
yöneliktir. Batı kültürünü örnek aldığımızda, söz, başlangıçta, tutunma
yaşamının yanı sıra şiirin de hizmetindeydi. Dinin sözü ele geçirmesi, şiirin
sözü yakalamasından sonra gerçekleşti. İnanma, güvenme, bağlanma gereksinimimiz
kökeninde tutunma yaşamında yer alır. Bu gereksinimin tinsel boyutu şiir
tutumuyla ortaya çıkmıştır. Şiirsel duruş, kalıpları kırıp öteleyen tavrıyla
tinselliği doğurmuştur. Zamanla kokuşan tinsellik, kaynağındaki şiiri yadsımaya
çalışmıştır. (Örneğin Platon’da!) Bunda elbette bir tutum olan şiiri, basma
kalıp söyleyiş hâline getiren, onu teknik kılığa sokup, sömüren şâirlerin de
payı vardır. Şiirin unutulması, tutunma yoğun bir yaşamın gücünden gelir, bu
yaşam, yalnız şiiri değil, şiirden doğan tinselliği de almış, götürmüş,
kokuşturmuştur. Değerler, şiirin yitimi sonucunda kokuşmaya
başlamıştır!(Nietzsche!)
Sözün sınırları eyleme kadar uzanıyor Eski Yunan’da. Eylemle
söz birbirinden ayrılıyordu.[30] [30]
Sözün müzikle yürütülmesi, etkileme, güç kaynağı olması,
şiirden yansımasındandır. Şiir, poiêsis anlamında Eski Yunan’da konumuz
çerçevesinde bakıldığında 1. İcât 2. Hüner 3. Büyü 4. Uyarlama 5. Kazanç 6.
ürün oluşturmak, meydana getirmek, yoktan var etmek 7. Tören yapmak anlamlarına
geliyor. Tutunma kültürü içinde ilginç bir yerde duruyor! Büyüsel bir gücü var.
Bir başarıdır, ortaya koymadır, ürün vermedir! Sözün sınırlarını aşar şiir.
Eski Yunan’da şiirin, teknik olarak anlaşılıp, kullanılma
eğilimi vardı. Bundan dolayı, marangozun, demir ustasının, ayakkabıcının
ürünleri de “şiir” di! Meydana getirme, doğurma, ortaya koymanın kendisiydi
şiir, hangi alanda, nasıl olursa olsun! Bu anlayışın ardında şiirin tutunma
kültürünü dönüştürme gücünün izlerini görürüz. Sanki bir tür kültürel
mutasyondur, kültür tarihinde: Kökten bir dönüşümdür, üstü bastırılmış, güdük
kalmış bir dönüşüm. Şiir bundan dolayı, söze (epos) eylem dışında, etki
yaratıcı türküler olarak gelmişse de tutunma yoğun kültürün etkisiyle, yaşam
sorunlarının büyüsel, “teknik”, “ icâd”a dayalı katkıların adı olmuş. Poiêsis
anlamında şiir, tutunma kültürü içinde sonuca ulaşma, meydan getirme becerileri
olarak ortaya çıkıyor. Poiêsis gerçekleştiren kişi, bir anlamıyla şâir,
poiêtikos, yaratıcı, üretken biri oluyor. Bu üreticinin yapıp etmeleri, ahlâk
eylemleri (prattein) değildir.[31] [31] Şâirin ürünleri, prattein alanından,
ahlâk ve siyaset alanından uzaktır. Şiirin araladığı tutunma kültüründe,
siyaset ve ahlâk şiire uzak görülüyor, görülmek isteniyor.
Oysa, Arapça’dan dilimize girmiş “şiir”, “şuur” la
ilgilidir. Şe’ere fiilinden şu’ur ve şiir tıpkı birbirine dolanan sarmaşıklar
gibi birbirine girmiştir. Bir bilinçtir şiir. Tutunma kültürü ardından gelen
şiir atılımı, Arap dilinde “bilinç” olarak kendini duyurmaktadır. Eski Yunan
Kültüründe üretmek, ortaya koymak olarak görünürken, bedevî Arabın bilincinde
yansımasını bulmaktadır. İnsan türü, şiir denilen üstü örtülmüş dönüşümü farklı
kültürlerde farklı biçimlerde yaşamıştır. Bunlar arasında tutunma kültürü etkisiyle
ortak noktalar vardır: Büyü özelliği, müzik aracılığıyla şiir söylemek gibi…
Arap insanı, şiiri, sezgi derinliğiyle bilmek, kavramak olarak anlamış,
yüceltmiştir. (Özellikle İslâm öncesi dönemde yapılan şiir yarışmaları
düşünülürse!) Şiir derinden duyurmak, fark ettirmektir. Tavır olarak şiirin
yoğun biçimde yansıdığı kültürlerden biridir Arap Kültürü: Şuurlanmadır.
İncelik görmektir. Şaşırtıcı biçimde bu dilde şe’re (çoğulu şe’arat) “kıl”
anlamına gelmektedir. (Örneğin “la kedre şe’re” “bir kıl genişliğinde değil!”
demektir.) Hayvan kürkü, saç, kıl anlamına gelen sözcüğün “şu’ur” la, “şi’ir”
le ne ilgisi olabilir? Bu bir rastlantı mıdır? Belki bir “inceliği”, kılı, fark
etmeyle, şu’urla ilgili görüyordu bu kültür! Yine aynı kökten bir sözcük olan “şa’a’îr”
köçek anlamına gelmektedir. Şiirin oyun, eğlence yanı mı ortaya çıkmaktadır bu
sözcükle? “Kıl” ve ”köçek”? Şiir böyle mi gelecek? Şâ’irîye, şiir gücü, şiir
yetisi, yaratıcı şiir alanı, şiirsel karakter demek olan bu sözcük (çoğulu şâ’
irîyât) ne gibi oyunlar oynamaktadır Arap dilinde? Elbette uzman görüşlerine
karşı boynumuz “kıldan ince” dir. Fakd eş şu’ur, bir şuur eksikliği midir,
şiirin kaynağına varmayı engelleyen? Bir bilinçtir şiir, dünyaya karşı “farklı”
bir bilinç, şâ’irîyât doğuran bir bilinç. Derin bir bilinç. Arap çöllerinde
çınlayan. Dünyevî hesap kitap altında, kendine, çöllerde yankı arayan bir
çığlık.
Türkçe’ye nasıl görünür şiir denilen bir kültürel sıçrama:
Bir tavır olan farkındalık? Yır, yıra, ır gibi sözcükler çerçevesinde, örneğin,
Divân-ü Lügât-it Türk içinde düşünürsek ‘yır’ sözcüğünün koşma, türkü, hava
gibi anlamları vardır. Yır aynı zamanda ‘yer’le ilgilidir. Ülkeyle. Şiir bize
bir “yer” olarak görünüyor. “Yarmak”, parçalamak anlamlarına da yakın duruyor.
“Yer”mekle de ilgili.
Elbette, tutunma kültürünün yarılması, yerilmesidir, şiirsel
dönüşüm. Şiir kültüre kendi varlığını ‘yer’ olarak duyuracaktır, göçebe bir
kültüre; yerecek ve yaracaktır, çünkü onu uzağa çağıracaktır. (Yıra:
Uzaklaşmak, ırak olmak!) Uzağa çağıracaktır, yarıp; şiir ötede dir; bu dünyaya
yaramak, yaraşmak için bu çağrısını yineleyecektir.
Şiir, Türkçe’nin pınarında ırak bir yerdir, kendine yaraşan
bir yaşamı çağıran, çığıran bir türküdür. İçinde, yaşanan sıradan dünyayı
yermeyi de barındırır, bu dünyadan bir utanmadır.(yır, ır, ıra: Utanma!)
DİLE VURAN ŞİİR
Tutunma kültürünün “bir noktaya” gelmesi ile oluşan şiir
kültürü, tutunma kültürü içindeki bilimi, sanatı, inanç düzenlerini etkiledi.
Tutunma kültürü içindeki şiir, damarını, şiir gücünü, şâ’ irîyâtı kendi
amaçları doğrultusunda kullanmaya çabaladı. Şiirin gücü Eski Yunan-Roma
kültüründe retorik olarak dönüştürüldü. Siyasal, toplumsal konum elde etme
çabasında, Eski Yunanca’daki “rheô” “konuşuyorum” dan yararlandılar. Konuşan,
anlamı tutunma kültüründe buharlaşmış, geriye “lakırdı” olarak çökeltisi kalmış
şiir gücüydü! Konuşarak ikna etmeye çabaladılar. İkna ederek güç kazanma amacı
taşıdırlar.
Şiir bizde, Divân Edebiyatı çerçevesinde “mevzun mukaffa”
söz olarak anlaşıldı. “Nazm” olarak ortaya çıkan şiir kültürü, içinde sıra ve
düzeni, “ipliğe inci dizmeyi” barındıran bir özellik taşıyordu. Konuşmanın,
sözün bir “cânı olduğuna”, çok etkin olduğuna inanılıyordu. “Nutkun cânı var”
deniliyordu. Batının ikna yoluyla güç elde etmeye çalışan retoriği önünde ,
söze saygıyla yaklaşan, sözün yaşam içinde etkin olduğuna, değişebilir,
dönüşebilir özellikler taşıdığına inanan Osmanlı, nazma dönüşen şiiri, Aşkî’nin
sözleriyle şöyle dile getiriyordu;
Vasf-ı dendânınla dürr-î nazma deryâdır gönül
Nutk sâhil akıl gavvâs u dürr-î şehvâr şi’r
Yârin dişinin öyle bir özelliği var ki nazm incisini taşıyan
deniz oluyor, gönül. Nazm incisi olarak gönlüne düşmüştür insanın. Öyle bir
denizdir ki o, sahili söz, dalgıcı akıl, iri taneli incisi ise şiirdir. Sahili
söz, dalgıcı akıl olan gönül denizinin incisi şiirdir, nazm dır! Şiir incisi
gönül denizinde oluşur. Bu inciyi ise akıl, dalar çıkarır!
Aklın, sözün, gönlün ve şiirin bu çarpıcı birlikteliği
Batının pragmatik yararcı retoriğinden oldukça farklıdır. Şiir, tutunma kültürü
içinde yok olup gitmez, insanların gönlündedir! Gönlü olanın ise, Divân-ı
Lügât-it Türk’de dendiği gibi[32] [32] dilinden iyi sözler çıkar.
Tılda çıkar edgü söz
Belki Batılı, bu sözleri bir verbum inane[33] [33] olarak
görecek, belki non est bonum verbum[34] [34] ya da non est malum verbum[35]
[35] diyecektir. Bizde söz, Batılının kaygılı, mücadeleci dünyasının
anlayamayacağı biçimde, gönül denizinin kıyılarını oluşturur. Şiir, kültürel
dönüşüm içinde, onu duyan gönüllerin denizinde inci oluşturmuştur. Şimdi onu
çıkaracak akıl aranmaktadır. Bu “vasıftaki” akıl ise, tutunma kültürünün
tutsağı olduğu için ortaya çıkamamaktır.
Ne yapılmalıdır öyleyse? Nietzsche, İnsanca Pek İnsanca adlı
yapıtının sonundaki şiirde bunu çarpıcı biçimde yanıtlamaktadır.
Güzeldir karşılıklı
susuşmak
Daha güzeli de
gülüşmek,[36] [36]
Akla yardım, susmakla olur, karşılıklı susuşmayı başararak
akılla, tutunma kültürünün sürekli konuşturup iş yaptırdığı akılla karşılıklı
susuşmayı öğrenmek gerek: Susuşarak sonradan gülüşeceğiz, birlikte. Şiir, belki
ozanın gönül denizinde aklın dalgıçlığına kendini hazırlayabilecek!
HAKÎKAT PERDECİSİ ŞAİR
Şâir, dil öncesi tutunma kültürü içindeki şiirsel dönüşümün
izlerini dilde arayan, bulan insan. Çok çok eski bir tarihte, tarih öncesi bir
tarihte, kültüre giren şiir kültürünün ortaya çıkardığı şiir duruşunun izlerini
dilde arayan kişidir, şimdi şâir. Bu duruşu yaşayabildiğinde, şuuruyla, bu
tarih öncesi tarihi kendinde yaşayabilir, bu ruhu kendinde duyabilir, bir tür
büyücü olur, bir tür şaman! Mücessem bir kelâm oluverir, bedenlenmiş bir söz.
Büyücüdür, büyüdür şâir, sözü aşan şâir olduğunda.
Şiir duruşu, yalnız bugün edebiyat türü olan şiire değil,
diğer edebiyat türlerine de, öyküye, romana, denemeye etkisini duyurmaktadır.
Yalnız edebiyatta değil elbette, sanatta, düşüncede, kültürün hemen her
alanında şiirsel olanın ortaya çıkmasının ardında, bu tarih ve dil öncesi
şiirsel dönüşüm bulunmaktadır.
Belki de evrenin yaratılışındaki şiiri görmekle gerçekleşti,
tarih ve dil öncesi şiirsel dönüşüm. “Tanrı şâirdir, insanlarsa yalnızca
aktörlerdir” der Balzac.[37] [37] Şâirler, şiirsel dönüşümün ardında, dilde bu
dönüşüm izlerini arayıp bulan, bunu yazan; bir anlamda sahneye koyan, sahnede
oynayan aktörlerdir. Oysa, şâirin gücü hakîkati bulmaya yeter. Önünde doğa
vardır, doğayı örnek alıp, hakîkatin kılavuzluğunda yürümelidir.[38] [38]
Tutunma kültürü içinde görünen hakîkatin perdelerini kaldırabilir şâir: Şâir
hakîkatin örtülerini kaldıran, hakîkat perdecisidir. (Perdeci, perde yapan
anlamına da gelebilir!)
Bu perdeyi kaldıracak şâirin sıcak kanlı, ateşli, coşkulu
olması gerekir. Goethe’nin Doğu-Batı Divânından dinleyelim.
Şiir yazmak coşkudur hem de nasıl coşku
Bu konuda ulaşamaz hiçbir azar bana!
Sıcak kanlı kişi, yoksa içinde korku
Şendir, özgürdür, her şeyiyle benzer bana[39] [39]
Şen ve özgür şâir,
hakîkate yaklaşan yolculuğa çıkabilir. Yalnız onlar mı, tâze olanlar, kanlı
canlı olanlar, şiir kapısından içeri girebilir. Yine aynı şiirde, Goethe
konuşuyor:
Şiir yazmak coşkudur
hem de nasıl coşku!
Sürükler savurur
dalgalandırır yapısı.
Dostlar, hanımlar,
tâze olanlar, yok hiçbir kuşku,
Buyrun yalnız size
açık şiir kapısı![40] [40]
İçi kurumamış insan, salt Goethe’nin anlattığı coşkulu biri
değildir, iç sıkıntısını (ennui!) yoğun biçimde yaşayan da perdecidir. Bu
sıkıntıyı yaşamıyormuş gibi yapan okur da, şâir de, içtenlikten uzaktır, iki
yüzlüdür. İç sıkıntısı da şiir kapısını açar. Baudelaire’i Okura adlı şiirinin
son dörtlüğünde dinleyelim:
İç sıkıntısı!- Gözü
yaşlı istemeden,
Darağaçları düşler,
yakıp çubuğunu.
Kibar canavar o, okur
tanırsın onu
-
İki yüzlü okur,- benzerim, - kardeşim sen.[41] [41]
Coşku ve can sıkıntısı, iki karşıt uçta birleşir. Coşku ve
iç sıkıntısı savurur şâiri. Hakîkat yolculuğunda başlangıç ve son birleşir,
yolun bitmeyişi başlayamamaya yol açar.
Büyüklüğündür bitiremeyişin,
Hiç başlayamayışınsa kaderin.
Şiirin sanki yıldızlı gökkubbe
Başıyla sonu aynı, hep dönmekte,
Ortanın getirdiğiyse âşikâr
Sonda olan herneyse baştada var.[42] [42]
Goethe bu şiiri
Hâfız’a adamış. Hakîkat’e duruşunda şâirin tutumu burada: Başlayamama ve
bitirememe.
Başlayamama ve
bitirememenin dünyası, bir su dünyasıdır, belki. Âlem-i âb’ın, su dünyası
içinde bir gemidedir şâir. Kadeh alır, “sefine-i şiir” verir, şiir gemisi. Şiir
mecmuası! Şeyh Gâlib’in su dünyasında, işi, kârı budur, belki de kazancı! Bir
kadehe, bir gemi dolusu şiir vermek, şiir dolu bir defter vermek. Burada,
“zevrak” da, sefine de, gemi, kayık anlamına gelebilir. Şâirin kadehi de
şiiridir belki, aldığı da verdiği de şiir. Başı da sonu da.
Seyr eyle kârın âlem-i âb içre Gâlib’in
Zevrak alır sefine-i şi’r ü gazel verir
Zevrak gönül
kadehidir; şiir gemisi, gönül kadehidir. “Zevrak-ı derûn”, iç kadeh, içimizdeki
kadeh, “derd-i derûn”umuzdur, yürek yanıklığımızdır. “Derûn-i hâne”mizde, ev
içinde, hakîkat dolanır; şâirizdir, nasıl yakalayacağımızı bilemeyiz, düşüverir
gönlümüzden kadeh, taşlı yola düşer; taşlı yol, şâire, şiiri, haram eden
hayattır. Şeyh Gâlib’den dinleyelim:
Yine zevrak-ı derûnûm kırılıp kenâre düştü
Dayanır mı şîşedir bu reh-î seng-sâre düştü
Şâir, “reh-î seng-sâr”da
dolanır, taşlıklı yolda. Sırca yüreğini, gönül kadehini düşürür durur,
kırılıverir yürek, yayılır kâğıtlara paramparça şiirler olarak.
Sonra o paramparça
kadeh kırıntılarında hakîkat yansır, ışıldar bir ok olarak, gelir saplanır,
şiirin yüreğine. Bu ışıltılarda aşk, kanlı canlı bir varlık olarak ortaya
çıkar, şiir giysisiyle görünür insana, taşıdığı hakîkatle.
Nefis şiirlerden, saf
hakîkatle
Bir oktur, gelir saplanır gönlüme!
Aşk bu, ete kemiğe bürünüp de
Çıkar şiir giysisiyle önüme[43] [43]
Bir gün kapınızı
çalıp gelebilir şiir, hakîkatin bir görünüşüyle, örneğin Erôs olarak,
Erôs’tu görüp geçirmiş
Gelip çalmıştı kapımı.
“Kim” dedim “o yumruklayan?”
“Erôs! Açın hadi” dedi[44] [44]
Siz beklemeyi
bilirseniz şiir duruşuyla, bir gece apansız Erôs yumruklar kapınızı, alırsınız
içeri, ellerinde oku ve mızrağıyla gelir, görkemli Erôs, yer gösterirsiniz
oturur ve konuşursunuz. Mücessem bir söz olarak, bedenli bir söz olarak, Erôs,
Şiir, gelir, konuşursunuz.
ÖTE’DE ÜRPERİR ŞİİR
Öte de ürperir şiir.
Yeri orasıdır çünkü. Dilden önceydi. Tarihten önce. Dilden ve tarihten sonra da
olacaktır. Öte, başlangıcı bir anlamda olmayan, başlangıcı dilde
belirtilemeyen. Başlangıcı olmayanın, bitişi de olmayacaktır. Öteye geçme o,
saptanamayan önceye dönmedir. Şiir bir edebiyat türü olarak yazılı hâliyle
yalnızca bir hatemdir: Bir mühür. Hatem, bir bitiş demek aynı zamanda. Üzeri
yazılı, mühür olarak kullanılan yüzük de demek. Şiir, öteyle bu dünyayı
bağlayan mühürdür, mührün mumudur da. Mum sözdür. İki dünya arasında köprü
olan. Mühür mumu. Şiir sözü. Bu mührün bitişi göstermesi ilginçtir. Hatem-î
dünyâ. Öte, şiirin sözüne açılmıştır ya, şâir ne kadarını, nasıl görecektir?
Öte, bilinseydi, öte olamazdı. Yazılsaydı öte olamazdı. Bir tutum olarak şiir
yazılamaz, yaşanır. Duyulur. Öteyi yazdığınızda, beriye çekilmiş olursunuz.
Örneğin, Yolculuğa Çağrı[45] [45] şiirinde Baudelaire şöyle betimliyor öteyi.
Orada her şey güzellik, dinginlik
Yalnız düzen, keyif ve zenginlik[46] [46]
Baudelaire’e göre
güzellik (beauté), dinginlik (calme), düzen (ordre), keyif (volupté) ve
zenginlik (luxe), ötenin özellikleridir. Hâşimin O Belde’sine hem yakın hem
uzak bir yer mi acaba? Öte, bir yer (topos) midir? Öteyi, edebiyatın bir
türünün yazarı olarak şâir bir yer olarak görmek eğilimi taşır, bir ütopya
olarak, Oraya yolculuk yapılacaktır.
Yeni yi, farklı
olanı, bulmak için, cennet de olsa, cehennem de olsa, bilinmeyenin dibindeki
yeni yakalanmaya çalışılacaktır. Yine Baudelaire’in Yolculuk’unda[47] [47]
görürüz bunu.
Dalalım uçuruma cennet cehennem fark eder mi?
Dalalım dibine bilinmeyenin
bulmaya yeniyi![48] [48]
Buradaki öte tutkusu,
başlangıçtaki şiir kültürünü, dil öncesi şiir tutumuna yönelik arayışı
yansıtıyor. Bilinmeyenin ardına düşmüş, yeniyi arayan şâir, öteye geçmeye
hazırlanmaktadır. Ötede ne bulacaktır? Dil öncesi dönemdeki o büyük dönüşümün
izini arayan şâir, doğanın kendini ortaya koyuşunda yaşadığı etkilenimi doğaya
doğa koymak, doğaya doğa olmakla karşılamaktadır. Doğanın verdiğini kendisi
doğa olarak ödeyecektir. Doğanın altında kalmayacaktır! Öte, bu dünyanın
altında kalmamakla sınırlarına varılacak bir alandır. Öteye, beriye beri
koyarak, dünyaya dünya koyarak, dünyaya dünya olarak gidilir. Walt Whitman’ın
sözleriyle:
Göz kamaştırıcı dehşetli büyüklüğüyle ne çabuk öldürürdü beni gün
doğumu,
Şimdi ve her zaman kendimden gün doğumları göndermeseydim ben.[49] [49]
Ahmet İnam
(Nisan 2005,
İstanbul)
NOTLAR
1. “Perhaps”, vielleicht, peut-être! Derrida, bu deyimi
Nietzsche’nin dostluk anlayışını tartışırken, kullanmıştı. Bu metinden
esinlenip yorumlayarak alıyorum, “belki” yi. Bkz. Jacques Derrida, Politiques
de l’amitié, Editions Galilée, 1994
2. Taedium vitae
3. Kenos, boş;
kenosis boşaltma anlamında.
4. Lebensgebiet
5. Ubî pedes ibi
patrîa
6. Çünkü, yârları
yok, yarılmışlıkları, dünyanın herhangi bir yerine yurdum diyemeyen!
7. Eski Yunanca da
kenos’un, boşluğun, zıttı olan pleôs, mestos, plêrês gibi sözcüklerin yerine,
Türkçe de “pılı pırtı”yı, “ıvır zıvır”ı, kullanıyorum!
8. Tıpkı, şu an,
benim yaptığım gibi!
9. Hostilité
10. Oikêsis
11. Bebaios
12. Souviens-toi
qu’en nous il existe souvent
Un poète endormi,
toujours jeune et vivant
Alfred DE
MUSSET
A Sainte-Beuve
Türkçe dışındaki dillerden çeviriler benimdir.
13. Garde tes songes:
Les sages n’en ont
pas d’aussi beaux que les sots.
Baudelaire, Les Épaves
XVII-La voix
14. “Biz” içinde, bu satırların yazarı olan “ben” yoktur!
15. Quand notre coeur a fait une foi sa vendange
Vivre est un mal.C’est un secret des tous connu.
Baudelaire, Les Fleurs du Mal, XL
16. Grandes âmes
17. Les plus grandes âmes sont capable des plus grands
vices, qussi bien que
des plus grandes vertus.
Descartes, Discours de
la
Methode,
Premiere Partie
18. NOTHING is easy! Pity then
The poet more then other men:
And since his aim is ecstasy,
And since none work so hard as he,
Forgive the poet, poesy’
James Stephens
19. Eğitim sistemimizde hâla mâlûmâta boğulan gençlerimizin
üstüne “bilgi” yığılıyor. Oysa, bilgilenen insanın bu bilgiyi süzebilmesi
gerekli. Yığma bilgiyle bilim ve felsefe yapılamayacağı gibi şiir de
gerçekleştirilemez. Sanat yapılamaz!
20. Homo poîêsis diyebiliriz belki ona!
21. Natūrā abhorret ab vacuô.
22. De Rerum Natura, I. 367
23. dedicat et multo vacui minus intus habere
24. Mahmut Kemâleddin-i Fenârî’nin “Kıt’a” sı.
25. Goethe, Doğu- Batı Dîvânı’nda, Mutluluk Veren Özlem
(Seelige Sehnsucht) şiirinden:
Und so long du das
nicht hast,
Dieses: Stirb und
werde!
Bist du nur ein
trüber Gast
Auf der dunklen Erde.
26. Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ethem
Cebecioğlu, Rehber Yayınları, Ankara, 1997, s. 675
27. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Süleyman Uludağ, Maarifet
Yayınları, İstanbul, 1999, s.499
28. a.g.y.
s.499
29. Bulmadığınız şeylere sevinmeyin/ (çünkü) Bilge kişiler
bunu yererler.
30. Örneğin, Platon, Yasalar 879 c’de söz ve eylemi ayrı
ayrı düşünür!
31. Örneğin, Platon, Kharmides, 163 b
32. III, 160
33. Boş söz
34. İyi söz değildir.
35. Kötü söz değildir.
36. Schön ists, miteinander schweigen
Schöner, miteinander
lachen,-
37. Dieu est la poète et les hommes ne sont que les acteurs.
J.L. Guez Balzac,
Socrate Chrétien, Discours VIII.
38. Victor Hugo, Odes et Ballades, Préface’da şöyle diyor:
“Le poète ne doit avoir qu’un modèle, la nature; qu’un guide, la vérité.”
Şâirin örnek alması gereken tek şey doğadır, tek kılavuzu ise hakîkattir.
39. Dichten ist ein Übermut,
Niemand schelte mich!
Habt getrost ein
warmes Blut
Froh und frei wie
ich.
Derb und Tüchtig
(Canlı ve Gücü Yeten) adlı şiirden.
40. Dichten ist ein Übermut!
Treib’ es gern allein.
Freund’ und Frauen, frisch von Blut,
Kommt nur auch herein!
41. Au Lecteur
şiirinden:
Ćest l’ Ennui!- L’
oeil chargé d’un pleur involontaire,
Il rêve d’ échafouds
en fumont son houka.
Tu le connais
lecteur, ce monstre délicat
-Hypocrite lecteur-
mon semblable, - mon frére!
42. Goethe’nin Doğu-Batı Dîvânı’nda Unbegrenzt (Sınırsız)
adlı şiirinde:
Dass du nicht enden
kannst das macht dich gross,
Und dass du nie
beginnst, das ist dein Los.
Dein Lied ist drehend
wie das Sterngewölbe,
Anfang und Ende
immerfort dassselbe,
Und was die Mitte
bringt, ist offenbar
Das, was zu Ende und
anfangs war.
43. Goethe’nin
Doğu-Batı Dîvânı’nda Süleika (Züleyhâ) şiirinden.
Süsses Dichten, lautre Wahrheit
Fesselt mich in Sympathie!
Rein verkörpert Liebesklarheit
In Gewand der Poesie.
44. Anakreon’a (M.Ö.
563-478) atfedilen şiirin bir bölümü şöyle:
tôt’ Erôs epistatheis moi
okheas thurôn ekopton.
“tis” efên “thuras arassei
ho d’ Erôs anoige” fêsin.
45. L’ invitation Au Voyage
46. Là tout ńest qu’ordre et beauté,
Luxe, calme et volupté.
47.
La Voyage
48. Plonger ou fond du gouffre, Enfer ou Ciel, qu’importe?
Au fond de l’ Inconnu pour trouver du neouveau!
49. Song of Myself (Kendimin Şarkısı) şiirinden:
Dazzling and tremendous how quick sun-rise would kill me,
If I could not now and always send sun-rise out of me
|
|
|
|
|