S O Y L U E D E B İ Y A T
m.mümtaz tuzcu
KIZAN YAZI (Mehmet Mümtaz TUZCU)
Geçen yaz, yeni tanıştığım şiir tiryakisi bir genç adamın sımsıcak bir sözünden aldığım dürtüyle Yalan Yazın Yelleri’ni, Bulvar Resimleri’ni, sayfalarını bir bir çevirip taramıştım. “Hangi okur, hangi şair, hangi dost hangi şiir(ler)e takmıştı”yı tarıyordum. Belleğimin koruyup geriye verdikleri beni bile afallattıydı doğrusu. Bir, iki, üç, hatta daha çok kişinin adlarını yazdığım oldu şiir başlıklarının yanına.
“Bir şiirinizi nasıl yazdığınızı anlatın” ödevi için de bir kez daha yaptım aynı işi. İlk fark ettiğim şu oldu : her şiirin kaynağında bir insan resmi var bende. En az bir resim ve mutlaka insan resmi. Ne var ki şiir, onunla kâğıt üstünde tanışan okur için, çoğu kez böyle bir resim taşımıyor içinde. Tipler, kişiler, çevremizde dolanıp, kırık, bulanık dönüşleriyle değe çarpa satırlar koparırlar hep bizden. Şiiri yazdıran kişi kimi vakit sımsıkı saklanır bir yerlerde. Kimi gün de boy gösterip başkişisi olur şiirin. Dün gece öne çıkıp kendini seçtiren şiir, bu ikinci türdendi : Bir portre-şiir. Dört-beş kişiden kopup birikmiş parçalardan bir tutuşma ânında kurgulanmış tek kişi.
Asfaltı ergitip katran etmiş bir öğle. Plajı kaldırımdan ayıran bodur duvarın dibinde yarıyatık bir adam. Sırtında beş gömlek belki üst üste. Altında lekeli don. Çatlak topuklarından biriyle kumları tekmeleyip bir sancıyı kazıyor. Marmaris. Ağustos 76. Samyeli korkusuyla metal parçaları takınıyor çıplaklar. Lekelenmemek için. Bir kez daha oralardan geçiyorum az sonra. Aradığım biri var. Arayıp bulamadığım. Saçındaki bin yazla yazlarımı dağlayan!.. Adam öte yakasına yatmış duvarın. Kabuksu ayakları gövdesine çekilmiş. Eli, kasığındaki cinneti avuçluyor. Varlığı, acı bir diken gibi saplanıyor kıyıdaki cıvıltıya.
Çırılçıplak çığlıklar çıvıyor yanan kumda. Kızgın sahil vermedi aradığımı : saçları gün ışığı, gül gülüşlü bir gonca! Ak kumda serin köpük, gövdesi yelden ince! Elimi uzatsaydım tutardı bir yıl önce. Ama uzatmamıştım. Gece gene arayacağım onu. Yazlık sinamaların çıkışlarında, pansiyonların bahçelerinde, kıyıdaki akşam yemeklerinde. Eski restoranda belki, kalenin arkasında.
İlk dize tastamam geldi, tam çarşıya saparken :
“Tüylü incir, kumlu kavun... ne bulsa yiyecek!”
Devam edecek gibi. Bir dükkâna dalıyorum. İki yaprak kâğıt, ucuz bir kalem. Oturacak yer de buldum gölgede. Cehennemde bu sağnak, kaçarsa ayıp olacak! Derken ikinci dize :
“Kumulun gölgesinde gizlenen köpek”
İlkinin tam altına yazıyorum onu da.
Acı kural mutlaktır ne yazık ki : yaşam yırtıldıkça semirir şiir! Duvar dibi köpeğinin kirleten karasına bir görüntü bitişiyor ansızın :
Pırıl pırıl bir ilkbahar sabahı. Sağlık Sokak’tan çıktık, karşıya geçiyoruz. Bulvarın köşesinde bir adam inanılmaz hareketler yapıyor. Ankara, 1973. Koca koca halkalar çiziyor kollarıyla, ayaklarını yükseklere kaldırıp indiriyor. Yitirilmiş aklın sunduğu bu resital, olaydaki trajiği tuhaf bir biçimde yumuşatıp hafifletiyor da bir yerde. Fakat göğe kaldırılan bacak, nacak gibi yarıyor arkadaşımının göğsünü. “Aman Allahım,” diyor, “delilik ne korkunç şey!” Sonra da yineleyip duruyor bu tümceyi, birden renk değiştirmiş allak bullak yüzüyle. Sürpriz-görüntü etki yapmıyor bende. Ne kırık, ne onarık! Hiçbir şey umurumda değil o sabah. Ama dostumun dehşeti, yanı başımda yaşadığı o kısacık fakat derin sarsıntı, o kazılıp kalmış bende.
Karşıyaka İskelesi’nin önünde, en çok da yaz ayları, kızgın öğle saatlerinde, çabuk çabuk, yüksek sesle, hiç durmadan konuşan; tek lafı anlaşılmayan; hem konuşan hem dolaşan, döne döne daralan bir küçücük adam vardı. Kimseyi görmez, hiçbir şeyi duymazdı. Bir gün birdenbire çizdiği çemberden çıkıp bilet kuyruğunun sonundaki kadına saldırmıştı. Genç kadının çığlığı, yüzündeki o korku...
Üçüncü resim üçüncü dizeden önce geldi. Düşündüm kaldım bir süre. Derken bile-isteye bir resim de ben çağırdım işe koyulmadan önce.
Saçları kül beyazı genç bir iskelet, işitmeden, görmeden gidiyor sokaklarda. “Bir kız sevmiş, çok sevmiş, çok istemiş ama anneyle baba istememişler kızı.”
Yarım saat kadar sonra, şiir, son biçimini alarak tamamlanmıştı bile önümdeki kâğıtta. Dokuz yıl sonra ilk kitabıma, Yalan Yazın Yelleri’ne (“Sevda Adıyla” başlıklı bölüme) aldığım “Köpek” şiiri böyle yazıldıydı işte, Marmaris’te, bir kahvede, yirmi üç sene önce.
KÖPEK
İskelenin üstüne kızlar oturmuş
Denize sarkıtmışlar çıplak ayaklarını
Güneşin sofrasına kaldırır bacağını
Patlak pabuçlarını boyatmak için
Salyası hep öyle sımsıkı dişlerinde
Tamtamlarla uyanır sabahın çingenesi
Küçük haydut beynine vurdukça tokmağını
Kanlı elleri gibi, öylece göz önünde
Mor paslı zincirine asılır azgın suyun
Tüylü incir, kumlu kavun... ne bulsa yiyecek!
Kumulun gölgesinde gizlenen köpek
Kesik bir tavuk ayağıyla oynar hep
Dürbünüyle çektikçe çıplak eti uzaktan
Çekilmez bir koku taşır beraberinde
Sert tetikli silâhları severmiş gençliğinde
Bıyıklarını kesip nasıl da gençleşecek
Tükrüğün getirdiği şu tortu birikmese
İskele meydanında böyle her gece
Bağıra çağıra neler anlatır bize
Yosunlu pınarından içtikçe lâmbaların
Silinse şu kadınlar şu kalabalık
Çıplak ayaklarıyla boynuna basmasalar
Dev sinek hortumuyla soğurmasa kanını
Beynini çıldırtan su karnından akıp gitse
Mehmet Mümtaz TUZCU
(Akatalpa Dergisi, sayı:1, ocak 2000)