|
Ortaokuldaki oğlum, gördüğü, okuduğu, dinlediği her şeyi bir şiirle saptamak hevesinde bugünler. Birlikte gördüğümüz bir filmden, oyundan, dinlediğimiz bir müzikten, okuduğu bir şiir kitabından duygulanmaya görsün, hemen bir köşeye çekilip, yarım saat içinde bir şiirle çıkıyor ortaya. Yazdığı, daha doğrusu, kendince yarattığı şeyin beğenilmesini gönülden isteyen öyle bir havayla uzatıyor ki şiiri, uzun süre, söyleyecek şey bulamıyorum. Henüz anlayamayacağı şeyleri ona anlatmak, yazdıklarının çocukça şeyler olduğunu, hevesini ve çocuk gönlünü kırmadan söylemek zor oluyor. Ama yine de, doğruyu -hiç olmazsa benim bilebildiğim kadarınca- göstermek zorunda duyuyorum kendimi. Uyarmaya, gözünü birtakım sanat sorunlarına açmaya çalışıyorum.
Geçen gün yine yazdığı bir şiir üzerinde konuşurken, şiirde konu sorununa dokunduk. Yazdığı şiirlerde hep bir olay anlattığını, oysa şiirle hikâyenin ayrı şeyler olduğunu, şiirde mutlaka başı sonu belli bir konunun olması gerekmediğini söyledim. Buna karşı, Orhan Veli'nin bazı şiirlerinde (örneğin "Kitabe-i Seng-i Mezar"da), okuduğu hemen bütün şiirlerde bunun tersini gördüğünü ileri sürdü o. Ve konuşmamız uzayıp gitti böylece.
Orhan Veli'nin Garip'i yayımladığı 1941 yılından, şiirimizin gerçek bir devrim geçirmekte olduğu şu son yıllara kadar en çok yakınılan şey de bu olmuştur sanırım: Konu yokluğu, "şiirin başı ile sonu hatta mısraları arasındaki bağıntısızlık". Hele son yıllarda, şiirden, kendisine bir şeyler vermesini değil, bir şeyler anlatmasını bekleyen tecrübesiz şiir okuyucusu, giderek "anlamsız" sıfatını kolayca yapıştırmakta şiirlere.
Yeni bir şey değil bu. Birtakım düşünceleri, alışılmış kalıplar içinde düzgün düzgün, uslu uslu söylemeye ve dinlemeye alışmış kişiler, daha 15-20 yıl önce, "Şiirin güzelliğini tayin eden şey, mânası değildi” diyen Orhan Veli'ye nasıl saldırmışlardı! "Orhan Veli'nin şiirlerinde de konu var" diyen oğlumun sözlerini düşünüyorum da, aradan geçen bu kadarcık zaman, O. Veli şiirini kolay anlaşılır duruma getirmiş demek ki, diyorum. Eh, az şey değil bu ilerleme; ama yine de güvenilir yanı yok bu ilerlemenin. Yılların verdiği bir alışmışlıktan başka bir şey değil. Şiirin gerçekte ne olduğu yine de bilinmiyor orta şiir okuyucusunca. Bilinse, 1941-1950 şiirini özümlemiş olanlar bugün, yeni şiirleri garipser, anlamsız bulurlar mı?
Yazılan, söylenen her sözcüğün, çizilen her çizginin ister açık, ister gizli bir anlamı olması, bir şey anlatması gerektiğini haklı olarak düşünen, düşünmekle de kalmayıp yaşanan hayatın tecrübesiyle bunun böyle olduğunu her gün sayısız kez gören bir insana, şiirde anlamın konu demek olmadığını nasıl anlatmalı? Hayatı, kavramlarla, düşünce yoluyla değil de olaylarla izlemek ve anlamak alışkanlığını edinmiş bir şiir okuyucusunun o kaçınılmaz, "Neden bahsediyor?" sorusunu nasıl cevaplandırmalı?
Bu cevabı, yine halkın o şaşmaz sağduyusu ile işlediği dilimizde buldum ben: Halk, bir şiir dinlemiş de beğenmişse, "Ne güzel söylemiş, adam!" diyor. Oysa bir hikâye ya da romansa, "Ne güzel anlatmış!" diyor.
Demek, şiir yazarken, bir şey anlatmıyor, bir şey ispat etmiyor şair. Tersine, göstererek, duyurarak, belki de o güne kadar bize yanlış belletilen bazı şeyleri değiştirmeye, sarsmaya çalışıyor. Ayağımıza dolaşan alışılmışı temizliyor. Gerçeği, o güne kadar bilmediğimiz, görmediğimiz biçimiyle veriyor bize. Deyim yerindeyse, gerçeği yeniden yaratıyor.
Bir imge (imaj), bir sözcüğün tekrarı, ters kurulmuş bir sıfat tamlaması, bir anda yıkar kafamızdaki eski bir görüntüyü, ya da alışkanlığın, üzerine yığdığı tozdan topraktan temizler gerçeği. Yepyeni, bir tanımadığımız biçimiyle koyar karşımıza. Dünyaya yepyeni bir bakış verir bize. Brecht'in tiyatro için söylediği "yadırgatıcı", "yabancı" bakış: "Sallanmakta olan bir avizeye bakakalan büyük Galile'nin yadırgatıcı, yabancı" bakışı... Tiyatrodan çok şiir için doğru olsa gerek bu.
Bize o yadırgatıcı bakışı vermeyen şiir, bir bakıma bilineni tekrar ediyor, daha kötüsü, geçici olanı, değişmesi gerekeni sağlamlaştırıyor, demektir. İkisi de kötü. Çünkü bulunmuş toprakları yeniden bulmak, ya da daha ötesini görmeyelim diye önümüze duvar çekmek değildir şiirin görevi. Şiir, hiçbir devirde tutucu olmamıştır. Yaratıcılık ile tutuculuk bağdaşamaz çünkü. Bu bakımdan, artık apaçık söylenebilen şeyler nasıl mizahın konusu olmaktan çıkıyorsa, bilinenin, artık korkulmayanın, artık sevilmeyenin sınırında duruyor şiir de. Açıklama, gerçeği tarih içersinde yerli yerine oturtma, başka edebiyat türlerinin -örneğin romanın- görevi oluyor.
Şiirde bir anlamın bulunduğunu, anlamsız şiir olamayacağını, fakat bu anlamın konu demek olmadığını söyleyebilmek için bu kadar sözün gereği var mıydı, diye soruyorum kendime. "Vardı" diyorum sonra.
Garip'in önsözünde: "Ama yeni şiirin istinat edeceği zevk, artık, ekalliyeti teşkil eden o sınıfın [burjuvazi] zevki değil. Bugünkü dünyayı dolduran insanlar yaşamak hakkını mütemadi bir didişmenin sonunda buluyorlar. Her şey gibi, şiir de onların hakkıdır, onların zevkine hitap edecektir" diyen O. Veli, şiir yazdığı sürece, yani yaşadığı sürece, şiir üstüne de yazı yazmış, kendi şiir anlayışını açıklamaya, savunmaya, yerleştirmeye çalışmıştır. Çabasının boşa gittiğini söyleyemeyiz.
Şiir okuma alışkanlığı kazanmamış, şiirden neler bekleyeceğini bilemeyen, şiiri diğer söz sanatları ile karıştıran kişilere anlatmak gerek bunu. Uyanık bir şiir okuyucusu yetiştirmek gerek. Eleştirmenlerle, şairlerin kendilerine düşen bir görev bu.
Bu yolla, son yıllarda şiir okuyucusu ile şiirler arasında açılmış olan ara daha hızlı ve daha doğru bir biçimde kapanacaktır, sanıyorum.
1966
Mehmet H.Doğan
(Tekrarın Tekrarı’ndan)
|
|
|
|
|