S O Y L U E D E B İ Y A T

proza

PROZA 

Proza birçok kaynakta: "Sade ve dengeli bir anlatımla nesrin, şiire yaklaştırılması ya da olağan duyguların düzyazıyla biçimlendirilerek nazım kadar ahenkli bir şekilde okuyucuya sunulması" olarak tanımlanıyor. Necla Maraşlı’nın ‘Ya da bana öyle geliyor ve Beni ne ölümler istedi de vermedim’ adlı yapıtlarındaki kısa öyküler (prozalar) ise bu tanıma birebir uyuyor. Tanımlamada olduğu gibi Necla Maraşlı da, bireyin duygu ve düşüncelerini günlük yaşama bulayarak ve dengeli bir şekilde şiirsel öykülerle sunmuş okuyucusuna. Bu tür kısa öykülere aslında modern edebiyatımızın ilk dönemlerinde yazılmış uyarlama öykülerin içindeki bazı bölümlerde rastlıyoruz. Bu iç öyküler uyarlama öykülerin içinde eridikleri için, çoğu okuyucu bu anlatımın farkına bile varamıyor. Ayrıca ana öykülerden bu parçaları koparmamız kolay olmadığı için, bugünkü biçimiyle kısa öykü olarak algılamamız çok güç. Yazınımızda proza örneklerine 1980’li yıllardan beri çeşitli edebiyat dergilerinde rastlamaktayız. Fakat bunlar sadece deneme niteliğindedir. Necla Maraşlı ise yukarıda adını andığım yapıtlarıyla bu türe yüreklice sahip çıkan ilk yazar ve şairimizdir.

Bu biçemin batıdaki en iyi örneklerini İtalyan yazar İtalo Calvino vermiştir. Ülkemizde Görünmez Kentler adıyla yayınlanan yapıtında yazar, bu biçemin adeta bir portresini çizmiştir. Onun kısa öykülerini okuyan okuyucuların Necla Maraşlı’nın kısa öykülerinden de aynı tadı alacaklarını düşünüyorum.

Necla Maraşlı, bu yapıtlarında şiirle nesri birbirine dengeli şekilde yaklaştırdığı gibi, sayfaları da şiirle kısa öyküler arasında eşit bölüştürmüş. O nedenle de şiirleriyle kısa öyküler birbirine küskün durmuyorlar. Bir sayfada bitirdiğiniz kısa öyküden sonra, öteki sayfadaki şiiri okumaya başladığınızda tat değişmiyor. Belki Necla Maraşlı kendini usta biri olarak görmeyebilir, başka edebiyatçılar da onu böyle nitelemeyebilirler, fakat bu birbirini çok kıskanan iki ayrı türü birbirine yaklaştırmak ve okuyucuya her ikisini de okurken aynı tadı verebilmek bence epeyce ustalık isteyen bir iştir.

Bu yapıtlarında yazar, bolca benzetme ve deyim kullanmış. Bu durum da kısalıklarına karşın öykülere ayrı bir derinlik, şiirlere de ayrı bir yoğunluk kazandırmış. Ben övgü yazmaktan çok, yapıtlar hakkında objektif olarak düşüncelerimi açıkladım. Ama umuyorum ki, Maraşlı’nın bu yapıtlarını ilerde edebiyat tarihçilerimiz de ilk olmaları nedeniyle özenle değerlendireceklerdir.

Bu kısa giriş yazısından sonra, yapıtlardaki bazı öykü ve şiirlerden örnekler alıp, kısa öykülerin elimizden geldiğince analizini yapmaya çalışalım:

Beni ne ölümler istedi de vermedim adlı kitaptaki Sobe öyküsü her şeyin iki kişilik olduğu bir dünyanın iç söyleşi olarak kurgulanmış. Öykünün duygu yüklü şiirselliğini kolayca, “Üstlerimizde kirli elbiseler, yorgun ayakkabılar ayaklarımızda, bacaklarımızda diken yırtıkları, dudaklarımızda sobeyle kilitlediğimiz yürek sesi, başkalarını almadık oyunumuza, bir biz bildik bahçemizi, bir de bahçemiz bizi” bu cümlede bulabiliyoruz.

Öyküler ve şiirlerde Maraşlı’nın kendine özgü yöntemle kullandığı deyimler, okuyucuya geniş nefes aldırıyormuş gibi gözükse de, öykü bitince okuyucunun kendini sorgulamasına yardımcı oluyor. Sanırım yazar böyle yaparak bireyi düşünmeye ve kurgulamaya zorluyor. Bu da sonradan işin farkına varan okuyucuya keyifli anlar yaşatıyor.

Yazar, Bembeyaz Sessiz Bir Beyaz” adlı öyküsünde sessizliğe dönüşen bir yalnızlığı anlatırken hem bizi kendi içimize doğru yolculuğa, hem de bir arayışın içine sürüklüyor. Biz duygulardaki arayışımızı sürdürürken yazar, “Adımlarıma oradaki bakir beyazın altındaki ayak seslerini aratacağım...” diyerek onunla birlikte çıktığımız yolculukta bizi yapayalnız bırakıyor. Ondan sonraki yürüme biçimini kendimiz belirlemeliyiz...

Yapıttaki prozaları okuyup ilerledikçe heyecanımız artıyor, ama bu bizi sonsuz bir uçuruma sürüklemiyor. Sadece duygularımızın soylu doruklarında dolaştırıyor. Orada hüznü de, sevinci de bir arada yaşamamız, ya da birini seçmemiz kendi elimizde. İşte öyle bir anı yaşadığımız sırada, zamanlamayı iyi yapan yazar Bir Zamanlarım Bir Zamanlarımda Kaldı adlı kısa öyküsünde “İşte öyle bir andı. Sesime ağlıyordum. Acınıyordum. Yükümü yüklenmiş bir dağ yoluna çıkmıştım, zirveden kendimi bırakacaktım ufuklarıma.” diyerek bize bir yön gösterip, kendi ufuklarımıza kendimizi bırakmamızı, seçebildiğimiz yönde sorularımıza yanıt aramamızı işaret ediyor. Burada da seçenek yine bizim. Bu öyküde olduğu gibi Bir Yudum Şarap Gibi adlı öyküde de yazar okuyucusuyla söyleşmeye devam ediyor ve ona ağır bir görev verirken, “Hayatın içinde bir yerler var orada kar yağar, ayaz olur. Aç pencereni dağlara bak, gözlerinle değil içinle bak, içinle bakmak zor iş.” diye bir yönlendirme ve serzenişte bulunuyor. Hepimizin kendimizden sakladığımız bir gerçektir içimizle bakmak. İçimiz bizim görünmez aynamızdır; hem oraya bakmaya, hem de orayla bakmaktan korkarız hep. Maraşlı’nın söylediği gibi de orayla bakmak zordur. Ama onun öykülerini okuyan okuyucular bu zor işi Necla Maraşlı’nın başardığını ve gerçekten içiyle bakarak birçoğumuzun görmediği gerçekleri görebildiğini anlayacaklardır. Yaşamda esas olanın içtenlik olduğunu söyleyen yazar, zaman zaman yaşam denizinde kendini de sorguluyor, her şeyin aynı kalamayacağını, her şeyin bir son durağı olacağı gerçeğinin bilinciyle, “Kıştan kaçtım, kışın içindeyim, nereye gidiyor bu soğuk upuzun yol. Görebildiğim son noktanın devamı yok, görebildiğim son nokta hep aynı yerde asılı duruyor. Rüzgâr kocaman avuçlarıyla karı bembeyaz kepek gibi savuruyor siyahı görmeye çalışan farların ışığında. Hiç gitmiyoruz da kalakaldık sanacağım, fosforlu tabelalar göz kırparak fısıldıyor karanlıkta, “Yavaşla” diyor, gidiyoruz demek ki, ha şimdi bir yerde duracağız diye beklerken, aştığımız mesafelerin durağı yok, şehirlerden, ilçelerden, köylerden geçiyoruz, sadece geçiyoruz. Bekliyorum, bizi bekleyen bir durak olmalı...” serzenişlerde bulunuyor.

Necla Maraşlı’nın Ya da bana öyle geliyor adlı kitabında da okuyucu kendi gerçek dünyası ile duygu dünyası arasında gidip geliyor. Günlük yaşamında söyleyemediklerini duygularıyla, duygularıyla yansıtamadıklarını da günlük hayata taşıyarak başkalarına ulaştırabiliyor. İşte burada da içle dış arasında, duyguyla fiziki güç arasında bir iletişim kuruyor. Bu nedenle onun öykülerine çift biletli öyküler de diyebiliriz. Öykülerle ilgili çok şey söylemek, çeşitli alıntılar yaparak öyküleri uzun uzun analiz edebilmek olası, fakat kitap tanıtım yazılarının uzun olması nedense okuyucuda bir yılgınlık yaratıyor. O nedenle ben öykülerle ilgili düşüncelerimi burada bitirip, biraz da kitaplardaki şiirlerden örnekler vererek, düşüncelerimi belirterek yazımı bitirmek istiyorum.

Necla Maraşlı’nın şiirlerinin çoğu güçlü şiirler. Örgüsüyle, iç sesiyle birer melodi oluşturacak kadar güçlü her biri. Bu şiirleri okuduğunuz zaman edebiyat tarihimize bir yolculuk yapmak zorunluluğunu hissediyorsunuz. Bu yolculuğunuz seksenli, yetmişli, altmışlı, kırk ve ellili, milli yazın dönemi, servet-i fünun, Tanzimat dönemi, daha öncesi, Divan edebiyatı, ondan da öncelere doğru devam edip destanlara kadar gidebilir. Eğer bu uzun yolculuğu yaparsanız Maraşlı’nın şiirlerinden daha çok tad alırsınız bence. Çünkü her şiirde ayrı bir dönemin izini bulmanız olanaklı. Bunu söylerken Necla Maraşlı birilerine benziyor demek istemiyorum. Onun şiirinde birçok şiir zamanının izi var ama onun şiiri kendine özgü bir örgüde olduğu için geleneksel öğeler şiirlerde tamamen erimiş. Ayrıca Maraşlı, zamanı da ustaca tarihe bırakmasını bilen biri olduğu için şiirlerinin özgünlüğü de kendine ait. Şiirlerdeki benzetme zenginliği Maraşlı’nın başka bir özelliği. Şiirlerden bazı örnekler alarak bu durumu biraz açmaya çalışalım.

“Ben hayatı hep
Penceremin karesinin izin verdiği yerden izledim.
Hatırlayamadığım bebekliğimde
Anlam veremediğim belki de,
Penceremin dışında rüzgarla oynaşan
Bir kavağın dallarındaki yapraklarla söyleştim”

Son iki dizeyi bir kaç kez okuduğumuz zaman, geriye dönüş yapmamamız, edebiyat tarihimizdeki şiir örneklerinden bazılarını anımsamamamız olanaksız. “Rüzgârla oynaşmak”, “Yapraklarla söyleşmek” ve bu deyimlerin ahengini şiire katabilmek bence ustaca bir iş.
Bir başka şiir dörtlüğüne şair birkaç yaşamın felsefesini sığdırmış. Kendi bir şey söylemiyor, ama dizeler bunu bize kolayca anlatıyorlar.

“Nasıl yaşarım ben sensiz nasıl
Kollarımda tutarken titreyen seni
Dudaklarımda gözlerinin tuzuyla
Sen gitmedin ben öldüm asıl”

Bu şiirde, gitmeyenlerin, gidenlerin ve ölülerin (bizde sevgisi ölenler de ölü sayılmaz mı?) felsefi anlatımının penceresi sagulara doğru açılmamış mı sizce de?

“Aşkı yolların karesine esir verdik,
Oysa biz maviyi severdik.”

Bu dizelerle şair bizi götürdüğü uzaklardan nasıl da geriye, günümüze getiriyor.
Bir başka şiirinde ise:

“Soru işareti gibi asılı kaldım yaşamda
Okşayacağını sandığım el kopardı etimi.”

diyerek yaşam mahşerinin içindeki insanın yüzünü gerçek duvarına döndürüyor. Elbette sadece duvara bakmamız için döndürmüyor.

Umuyorum ki, Necla Maraşlı’nın şiir ve öykülerini edebiyat insanlarımız daha detaylı değerlendireceklerdir.

Yapıtlara ait kısa görüşlerimi böyle açıkladıktan sonra, bugün batıda kitap değerlendirmelerinde kullanılan bir yöntemi kullanarak yapıtlardaki öykülerin bir başka değerlendirilmesini yapmak istiyorum.


Kitaplar hakkında bilgi

Kitapların adları: Beni ne ölümler istedi de vermedim / Ya da bana öyle geliyor
Yazar-şair : Necla Maraşlı
Yayınevi : Bilge Karınca Yayınları / İstanbul
Yayın tarihi : 2002 Nisan (Her iki kitap da aynı tarihte yayınlanmış)
Sayfa : 96 (iki kitabin sayfa sayısı da aynı)
ISBN numarası : 975-8715-04-6 ve 975-6553-81-2

Yazar hakkında bilgi:
Bu kitapların hiçbir yerinde yazar hakkında bir bilgiye rastlamıyoruz. Yapıtı üreten yazar hakkında kısa da olsa bir bilgi verilmemesi bir eksikliktir. Buna yayınevi özen göstermek zorundadır. Çünkü edebiyat tarihçileri için bu bilgiler önemlidir ve her yazar hakkında kaynaklarda bilgi olmayabilir.

Öykü yapıtlarının kısa özeti:
Yapıtların değerlendirmesinde öykülerin özeti de verilmeye çalışılmıştır.

Öykü ve şiir yapıtlarının adı:
Yapıtların adları aynı adlı öykülere uygun olmasına karşın, bir kitap adı olarak çok uzun ve okuyucunun dikkatini çekecek cazibeden epeyce uzak.

Karakterler:
Öykülerde adı sanı olan hiçbir karakter yoktur. Öyküler iki kişilik ve çoğunlukla ‘ben’in iç söyleşileri şeklinde yazıldığı için hiçbir karakter belirgin değildir ve ben de fazla belirgin bir portre çizmez. Ayrıca başka insan profilleri de yoktur.

Yazım formu:
Yazar öykülerinde birinci tekil kişi (ben) formunu kullanmıştır. Zaman zaman üçüncü tekil kişi öykülere konuk olsa da her zaman birinci tekil kişi ön plandadır.

Yer:
Bu öykülerde belirgin ve elle tutulur bir yer yoktur. Çok kısa betimlemelerden yer tespiti yapmak da kolay değildir. Yer sadece insanın usudur.

Hangi akıma ait olduğu:
Öyküleri bir yazım akımına mal etmek biraz zor olsa da, ana çizgileriyle öyküler, ders vermeyen bir gerçekçilikle yazılmıştır.

Çevre:
Yazar öykülerinde daha çok insan betimlemelerine yer verdiği için çevre betimlemeleri hep ikinci planda kalmıştır. Bu nedenledir ki, öykülerde canlı ve elle tutabileceğimiz bir çevre bulamamaktayız.

Motifler:
Yazar öykülerinde insan, duygu, sevgi, ev, gece, kar, renk, ağaç, ten, su, yağmur gibi motifleri ana öğe, düşünce, yazı, karanlık gibi motifleri de yardımcı öğe olarak kullanmıştır.

Üslup:
Yazar, iç söyleşileri ön plana çıkaran, söylemek istediklerini bu iç söyleyişlere saklayan bir biçemle kendi söyleyiş ve yazış biçimini belirlemiştir.

Zaman kullanımı:
Yazar zamanı tamamen geriye dönüşlerle kullanmıştır.

Dil:
Yazarın dil kullanımı şiirsel ve okuyucuyu yormayan bir yapıya sahiptir. Çoğunlukla kısa cümleler kullanan yazarın kullandığı dil, okuyucu tarafından kolayca anlaşılır bir dildir.


                                            Murat TUNCEL




PROZA METİN ve ŞİİR



I
Şiir seraptır. Kalemdir. Kâğıttır. Kıssadır. Bigbang'tir. Özdür. Zorluktur. Zorbalıktır. Diktadır. Kurgudur şiir... Başlangıçtır. Yaratıştır. İlk andır. Yarışımdır tanrıyla. Acunlar doğurmaktır. Kevser-i şaraptır şiir... Uryandır. Aryandır. Sağaltır. Acıları dindirir. Candır. Kırık gönüllere, yenilmişlere; sevip de sevilmemişlere dermandır!..

"Herkes şairdir çünkü rüya görür!"

Her Ademoğlu, her Havva kızı şiiri bilir. Hepimiz küçük birer tanrıyızdır. Şiir yaratmaktır, yok etmektir. Küfrdür şiir. Yaşamdır. Ütopyadır. Zamandır. Antiyaşam, antiütopya, anti andır. Âyettir. Ölümdür. Kozmostur şiir. Antium yamaçları, Gomore yalvaçlarıdır. Yokluktan varlığa bakmak, varlık gözüyle yokluğu-sonsuzu kuşatmaktır!

Yadsımadır şiir. Acıdır. Mutlandır. Şirktir...

Velhasıl o; her şeyi, hiçbir şeyleyen, hiçbir şeyi herşeyleyendir. O dönüşüm ve varoluş, yaratış ve yokoluştur, can veren anımsayışla, sonsuzlayan unutuştur.

Şair ki lanetli yaratık (şeytan, mefisto, deccal...) Platon'da, Kuran'da ve hemen tüm kutsal metinlerde düşbirliğiyle aşağılanıp, koşut evrenci olarak azap çukurlarına yuvarlanan, bir cehennemi varlıktır. Cennetten sürülmüş, yeryüzünden kovulmuş bir Yurtsuz Jean, bir vatansız adam, bir heimatlostur...

"Bir kuş koşuyor çayıra doğru / Süheyl'den kanat almış bir peri / Kızıl bir çöl akıyor orman üstünden / Güneşse eğilmiş su içiyor çam diplerinden..."
Veya;

"Bir ozan gördüm güle siz diyen / Ve bir sözcük otluyordu çayırlıkta / Ay ışığı sönüyor şafak sökerken / Ne mutlu onlara ki âşıktılar ışığa."

Yukarıdaki betim ve benzeşimlerin hangisi hatalıdır? Hiçbiri... Çünkü şiir tanımlanamayan, karanlığın yüreğine çöreklenmiş ışık, bilinmeyenin gözesindeki ağıt, cevherin içine akıtılmış muştu, gelecek çağların kızıllığındaki mutlandır.

Tarih boyunca en çok sürgün edilmişler şairler olsa gerektir. Bu bakımdan Âdem de şairdir. Çünkü aşka (sonsuz barış duyunu) kucak açmış, Tanrı kelâmını değil, Havva sözünü dinlemiş, bundan ötürü, Aden'den (cennetten) kovularak, ölümlü dünyanın meşgalelerine, kaotik, vahşi güdüleriyle, uskıran, karayorularına terkidiyar ederek yaşam dilimini tüketmek zorunda bırakılmıştır. Demekki şiir insanın özüdür ve gerçekte her insan; bir şiirin parçası ve onun doğrudan yaratıcısıdır.


II
Damarlarında ilk gecenin büyüsünü ve şiirsellikle dolu yıldızlı göklerin mirasını taşıyan insan, sonsuz geçmişin ve geleceğin akışında bellekle bezenip, güzel sanatlarla beslenen o ölümsüz estet duygusuna sahip olarak (sonsuz bir aradalık) dünyaya gelir ve o duyguya içten bir bağımlılıkla yaşar ve duruk (cansız) güzelliğin simgesi cennetten kovulmuş bir can olarak, us ve gönül isteriyle, özgürlüğün ve gökkuşağı renklerinin peşinden koşmaya adanır, ona kucak açar ve deyim yerindeyse bundan ötürü de; sürklâse olan her bütüne baş kaldırır.

Ve şanlı bir sapiens, çekici duyunun, gizil bir klanın seçtiği, savaşkan üye gibi belleğinin karanlık odasında, henüz inceliği bilmeyen, ama ruhunun derinliklerinde bunu seçmesini sağlayan ölümsüz bilgiye sahip bir âdem olarak, bilginin ılık akışında yuvarlanan kırların tanrısı, bir çiftçi Habil benzeşiyle evrenin şiirine boyun eğmeyi ve onunla bütünlenip ortakça yaşam sürmeyi bir kabul bilir.

O çok önceleri kromozomlarına işlemiş duyguyla, hareketin en basit biçimi yer değiştirme en gelişmiş biçimi düşüncedir kuralı uyarınca estete tepki verir ve ne denli umutsuz olunsa da, sonsuz barış ve güzelliğe kavuşma özlenciyle yaşar ve öylece de ölür insanın oğlu! Bundandır sonsuz barış ve güzellik gerçekleştiğinde dünya bir metafor olarak cennete dönüşeceği ve insanda tanrılaşacağı, tanrı katına yükseleceği için artık yaşamın bir ereği kalmaz. Onun için şiir ulaşılamayandır, sonsuzun sonsuzudur, geri dönülemeyen ama öncekinin sürekli yittiği, sonrakinin sürekli doğduğu bir tür yokoluş ve bir tür varoluştur.

Biz şiire gerçel olarak tümüyle ulaştığımızda artık biz olamayacağımız için, şiir bize ulaşmamız için vaat edilen ama ulaştığımızda bizim yok olacağımız, sonsuza karışacağımız, iksirli bir türevdir. Nasıl İsa, (tanrı, insan, kutsal ruh üçleminde); "O'nu aradım, neredesin baba dedim, uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan başka bir şey göremedim." diyor, çünkü onu görseydi yaşamasının ya da arayışının bir değeri kalmayacaktı, şiir ve yaşam, artık sona erecekti.

Reel olan arayıştır ve aradığımız salt şiirdir, başka bir şey değil... Hilkat çeşmesinden su içenler içinse; Âdem de dişildir, çünkü veluddu ve oda bir estet peşindeydi... Ve o Havva'yı doğurdu! Çünkü şiir; her şeyde ki sonsuz güzellik ve hiçbir şeydeki erişilmez arzudur. O; ustaki arayış, yoksunluğun düşkünmesi ve umarsızlıktaki yakarıdır.

Yanardağ patlamalarının ürküttüğü cromagnon insanı nasıl ateşi mağara duvarlarına meyan kökünün çıldırtıcı kırmızısıyla resmetmekten kendini alamamıştır!.. Şiir bu yüzden kutsamadır, ışıkta cennetsi görünen, büyülere bürünen çağlayanın, zamanın boyunduruğunda tutsak olan insanın güzellik karşısındaki başkaldırısı, onunla bütünleşip sonsuzlaşma isteğidir. Şiir ölümsüzlüktür, dirimi tayfta kutsamak, hareketi sonsuzla kaynaştırıp, bir düşün peşinden koşmak, adanmışlıkla çabalamaktır.

Baharın patlayışı, yaz güneşiyle kekliklerin kırlardaki salınışı, baştan beri var olan ovanın çıldırtısı, suların çınıltısı ve sızılı otların yakarısı... Korudaki sessizlik, yaprakların dökülüşü ve kış beyazlığında, uyumu arayan Pan'ın, tanrının dilini yadsıyıp, unutulmuş bir mağara diliyle konuşuşudur... Ve şiiri sözcükler değil, ruhlarımızdır yazan, şairin sözcükleri değil ruhudur bizi saran, bu bakımdan şiir çevrilebilir de demek gerekir.


III
Şiir (şiirsellik) üzerine yapılan bu açınlamaları, yazın dünyamıza yeni girmiş bir deyim üzerine;
ön bilgilenim ereğiyle aktarılmaya çalışıldığını belirtelim. Bu deyim şimdilerde; proza metin olarak adlandırılıyor.

Proza metin; yalın ve dengeli bir anlatımla düzyazının şiire yaklaştırılması ya da olağan duyguların düzyazıyla biçimlendirilerek kısa, uyumlu ve haz veren biçimde okura yansıtılması olarak açıklanıyor.

Bu tanımdan hemen proza'nın (prozak bir ema olarak uyuşturuyor ve tatlı sarhoşlukla-tehlikeli bir alışkanlık veriyormuş) tıpta kullanılan bir sağaltım nesnesiyle, ilintili olmasa da bir çağrışıma yol açtığını düşünebiliriz. Burada (prozanın) kısaca anlamı belki de şu oluyor artık; coşkun bir duygu ve hayranlık verici bir estet barındıran (şiirsel) ve öykümsü de sayılabilecek, kısa metinler. Bu konuda örnekler vermek belki konuyu daha iyi aydınlatabilir. Sonuçta otomatik metine, kısa öyküye, aforistik yazına, düz şiire, deneme ve anlatıya akrabalık gösteren bu tür yazımlara proza metin diyebiliriz sanıyorum.


IV
Türk şiirinde proza metine örnek sayılabilecek ilk yapıtlardan biri Mehmet Rauf'un Siyah İnciler adlı kitabıdır, orada bu anlayışa yakın şiirsel metinlerin olduğu düşünülebilir. Küçük bir gezinti yaparsak; Nâzım bir dünyanın şiirine gönül verdiği için bu tür deneyselliklere girişmemiştir. Saman Sarısı belki ufukların ötesinden, galaktik bir kızılderili dumanı yayabilmiştir. Sonrasında ise ikinci yeni, olumlama anlamında Türk şiirinin "koroner damarını" açtığı için, örneğin İlhan Berk bir ölçüde düz şiirlerinde proza metnin primitif örneklerine giriş yapmıştır, Ece Ayhan, keşiş şiiri yazıp, aynı güneşin altında oturduğu için bu konuda metinsel geçiş sergilememiştir. Sezai Karakoç da tek bir dizenin peşine düşmüştür, bir altın söz peşindeki Karakoç katıksız proza metin üretmemiş, yapacağı yaptığına hep ağır basmış ve ama proza metnin içinden geçtiği dizelerde söyleyebilmiştir. Bu tarz metin, düz şiir temriniyle, düz yazı arasında geçişli ve büyük ölçüde deneysel bir şey olduğu için M.C.Anday, Oktay Rıfat veya benzeri 'salt şairler' bu konuyla bağ kurmamışlardır. Edip Cansever, düz şiire yakın dursa da, 'şiirden' uzaklaşmamıştır yapıtlarında... Sait Faik, Nazlı Eray, Latife Tekin, Bilge Karasu bu tür metnin varyantlarında gezinmişler ve yapıtlarında sayısız girizgâhla Yaşar Kemal özellikle bu tür metinler üreterek düz yazı ile proza metin arasında bir köprü olmuşlardır.

Günümüzün büyük ölçüde sanal dünyasıyla, yazılı ortamında genç yazar-şairlerin proza metin örnekleri var mıdır, ya da bu anlayışa yakın durup üreten birileri bulunur mu, belirlemek zor, bugün liberal dünya şiirinin karanlık okyanusunda, Odysseus gibi Hades'e inip soruşturmalar yapabilmek o denli zor ki, örnekçe; şiir diye indiğiniz Atlas'ın ortasında Ebu Kir'le de karşılaşabilirsiniz!..


V
Dünya yazınında ise, Borges, Halil Cibran, Oscar Wilde'ın bir çok metinleri tam bir proza metin örneğidir. Shakespeare'in (Hamlet) tiradları bile proza metnin örnekleri sayılabilir. Ezra Pound, T.S Eliott ve Kartalın Ölümü adlı ilginç metni üreten İspanyol şair Jose Maria Heredia'da kimi metinleriyle belki bu tür yazına eklemlenebilir.

Borges'ten bir proza metin örneği vererek konuya biraz daha yaklaşalım ama bu örnekler proza metne esinti veren veya benzeşen örneklerdir, çünkü bu kavram zaman içinde kendini tam olarak kesinleştirebileceği için sınırları henüz tam olarak belirlenmemiştir de, bu bakımdan örnekler yanıltıcı ya da savrultucu olmamalı, sezinlenip, ayrışmalıdır.

(Delia Elena San Marco)
"Once Meydanı'nın köşelerinden birinde vedalaştık. Karşı kaldırımdan bakmak için döndüm; siz de dönmüştünüz ve bana el salladınız. Aramızdan bir taşıt ve insan ırmağı akıyordu; herhangi bir akşamüstünün saat beşiydi; bu ırmağın aşılmaz, kasvetli Akheron olduğunu nasıl bilebilirdim?

Birbirimizi bir daha görmedik ve bir yıl sonra, ölmüştünüz. Şimdi, o anıyı arıyorum ve bakıyorum ve bir yanılgı olduğunu ve basit bir hoşçakalın ardında sonsuz ayrılık olduğunu düşünüyorum.

Bu gece, yemekten sonra dışarı çıkmadım, bu şeyleri anlamak için Platon'un ustasının dudaklarına yerleştirdiği son öğretiyi yeniden okudum. Gövdenin öldüğü an ruhun kaçabileceğini okudum. Şimdi, gerçeğin sonraki uğursuz yorumda mı, yoksa arı hoşçakalda mı bulunduğunu bilmiyorum. Ruhlar ölümsüzse, vedalaşmalarında taşkınlık olmaması iyidir.

Hoşçakal demek ayrılığı yadsımaktır, yani: Bugün ayrılır gibi yapıyoruz, ama yarın yeniden görüşeceğiz. İnsanlar vedalaşmayı icat ettiler, çünkü bir anlamda ölümsüz olduklarının bilincindeydiler, her ne kadar kendilerini düzkarşılaşım ve geçici sansalar bile.

Delia: Bir gün yeniden buluşacağız -hangi ırmağın kıyısında?- ve şu belirsiz söyleşiyi sürdüreceğiz ve düzlükte yitip giden bir kentte, bir zamanlar Borges ve Delia mıydık diye soracağız kendi kendimize."

İşte öncelikle bir proza metin yazarı diyebileceğimiz Oscar Wılde'dan ilginç bir koyut;

"Narkissos öldüğünde, zevk pınarı bir tatlı su havuzundan tuzlu gözyaşı havuzuna dönüştü; Oreas'lar pınara şarkılar söyleyip teselli etmek için ağlayarak ormandan çıkıp geldiler.

Pınar'ın bir tatlı su havuzundan tuzlu gözyaşı havuzuna dönüştüğünü görünce, yeşil saç örgülerini çözüp pınara seslendiler, "Narkissos için böyle yas tutmana şaşırmadık, çünkü o çok güzeldi," dediler.

"Narkissos güzel miydi?" dedi pınar. "Bunu senden iyi kim bilebilir?" diye cevap verdi Oreas'lar.
"Bizim yanımızdan geçip giderdi hep, ama seni yalnız bırakmazdı, toprağa uzanıp sana bakar, senin sularının aynasında kendi güzelliğinin aksini seyrederdi."

Pınar şöyle cevap verdi: "Ama ben Narkissos'u, toprağa uzanıp bana baktığı zaman, onun gözlerinin aynasında hep kendi güzelliğimin aksini gördüğüm için severdim."


VI
Sıra; Kötülük azap çeken iyilikten başka ne olabilir ki diyen Halil Cibran'da;

Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin sen, hazdan olmayacak mahvın. Acıyla karıldı harcın ama acıya da yabancısın. Ağıtları sen yakarsın ama kendi kulakların duymaz kendi ağıdını. Bir koyun sürüsünden çalar gibi çalarlar insanlarını ve sen bir koyun sürüsü gibi bakarsın çalınanlarına. Tanrı'ya yakarır ama firavunlara taparsın. Musa Kızıldenizi açsa önünde, sen o denizden geçmezsin.

Ey kavmim... Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Korkarsın kendinden olmayan herkesten. Ve sen kendinden bile korkarsın. Hazreti İbrahim olsan, sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın. Hazreti İsa'yı gözünün önünde çarmıha gerseler, sen başka şeylere ağlarsın. Gündüzleri Maria Magdalena'yı 'fahişe' diye taşlar, geceleri koynuna girmeye çabalarsın. Zebur'u, Tevrat'ı, İncil'i, Kuran'ı bilirsin. Hazreti Davud için üzülür ama Golyat'ı tutarsın.

Ey kavmim... Sen ki peygamberlerinin dediklerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.

Dönüp de bakmazsın ölülerine. Lut kavminden de değilsin hazdan olmayacak mahvın. Ama sen kendi acına da yabancısın. Kadınların siyah giyer, kederle solar tenleri ama onları görmezsin. Her kuytulukta bir çocuğun vurulur, aldırmazsın. Merhamet dilenir, şefkat dilenir, para dilenirsin. Ve nefret edersin dilencilerden. Utancı bilir ama utanmazsın. Tanrı'ya inanır ama firavunlara taparsın. Bütün seslerin arasında yalnızca kırbaç sesini dinlersin sen.

Ey kavmim... Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Sana yapılmadıkça işkenceye karşı çıkmazsın. Senin bedenine dokunmadıkça hiçbir acıyı duymazsın. Örümcek olsan Hazreti Muhammed'in saklandığı mağaraya bir ağ örmezsin. Her koyun gibi kendi bacağından asılır, her koyun gibi tek başına melersin. Hazreti Hüseyin'in kellesini vurmaz ama vuranı alkışlarsın. Muaviye'ye kızar ama ayaklanmazsın. Hazreti Ömer'i bıçaklayan ele sen bıçak olursun.

Ey kavmim... Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin. Ölülerine dönüp de bakmazsın. Lut kavminden de değilsin hazdan olmayacak mahvın. Ama arkana baktığın için taş kesileceksin. Ve sen kendine bile ağlamayacaksın. Komşun aç yatarken sen tok olmaktan haya etmezsin. Musa önünde Kızıldeniz'i açsa o denizden geçemezsin. Tanrıya inanır ama firavunlara taparsın.

Ey kavmim... Sen ki peygamberlerini bile dinlemedin beni hiç dinlemezsin.


VII
Bir kır tanrısının öğleden sonrası için küçücük bir metin; Tembellik, yalan, çılgınlık, aşk, yalnızlık, ihanet ve cesaret saklanbaç oynamaya karar vermişler, çılgınlıktan herkes uzak durmak istediği için sayıcı olarak onu seçmişler. 99'a kadar saymış çılgınlık, ne ki; tembellik üşendiği için saklanmamış, ama ihaneti onun arkasında, yalnızlığı dağın ardında, yalanı denizin içinde, cesareti ayın çengelinde bir bir yakalamış çılgınlık. Yalnızca aşkın nerede olduğunu bilememiş ve elinde şeytanın mızrağı, kızgınlıkla bir samanlığa girerek aşkı ararken, yazık ki mızrak aşkın gözlerine saplanıvermiş. Üzüntüyle, bağışlanmam için ne dilersen dile benden demiş çılgınlık... Aşk da ne yapsın; "Gözlerini ver, yeter!" demiş, âşıkların çılgın oluşu bu olaydan kaynaklanırmış meğer...

Anlatım biçemi o denli önemlidir ki; sarayın falcısı, padişaha, çocuklarınızdan dolayı acılar tadacaksınız der, padişah onu ölüme yollar, çünkü çocuklarının kendisinden önce öleceğini ima etmiştir, başka bir falcı gelir; çocuklar, şahpadi babalarından ötürü hiç acı çekmeyecekler der ve padişah onu armağanlara boğar, oysa her iki falcı da aynı şeyi söylemiş ama ayrı biçimde dile getirmiştir.

Her şey gibi, proza metin üzerine söylenecekler de hiç bir zaman bitmez. Dilenir ki, Flaubert'in papağanı gibi hep aynı şeyleri yinelemiyoruzdur!

Yaşam, sanat, ölüm... Gelelim bu konudaki son söze; Yaşam, sanat yolunda Salierilerin kazandığını, Mozart'ın kaybettiğini söylerse de; ölüm, başkaca bir şey fısıldar bize...
                               

KAYNAK :ANAFİLYA SİTESİ ULUS FATİH



bugün 26 ziyaretçi (107 klik) burdaydı!
geri git ileri git hakkımda


online
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol