S O Y L U E D E B İ Y A T

Mahmut Temizyürek

 



Şiir, Şiir Midir? Şiir, Edebiyat Mıdır?

 

 

  

 

 

 

Tarih biliminin on dokuzuncu yüzyıla kadar edebiyat içinde algılandığını biliyoruz. Söylenceyle iç içe bir tarihin, sözlü ve yazılı edebiyatla akrabalığını düşünmemek olanaksızdı. Olayları, kahramanları yazının disiplini içinde yeniden kurmak, onlara değerler yükleyerek aktarmak, üstelik olayların yazı kadar boyutunu (!) (el kadar da denebilir, matbaanın olmadığı dönemlerde özellikle) elle çoğaltarak bütün bir geçmişi yazıyla var etmek, başlı başına bir sanat sayılırdı.

 

Batıda, Aydınlanma ile birlikte kırılmaya, kırılmaktan öte altüste uğradı insanın bilinci; ortaçağ boyunca alışageldiği zihin biçiminden arındıkça, akılcı ve deneysel bilgi ile oluşmuş bilinç yüceltiliyor, bunun ise, “nesnel” denen yeni bir “yöntem” ile sağlanacağı vaaz ediliyordu. İnsan için bu bilme biçimi, dünyayı bütün varlıklarıyla ve olgularıyla bir yeniden adlandırma,  yeniden açıklama, bilgiyi yeniden sınıflama eylemi oldu. Bu eylemin öncesinde, bu tür bir bilinçten çok bir fikir taşımak, yeni gelişen bu nesnel ölçüden çok bir değer taşımak, yeni bilme biçiminin evrensel doğru diye sunduğu “doğru”dan çok ilahi doğruya inanmak, neden-sonuç ilişkilerinden çok, kader-oluş bağlarını düşünmek önemliydi. Doğa bilimleri denen ve insanın doğa varlıkları üzerine gözlem ve deneylerini az çok kendisini katmaksızın var ettiğine inandığı bilgi birikimi, insanın bilme biçimleri içinde baskın bir yöntem olunca, tarih bilimi gibi diğer tüm “insani bilimler” edebiyatın “öznelliği”nden kendilerini kurtarmaya, doğa bilimleri gibi nesnellik hevesiyle “yanıp tutuşmaya” başladı. Doğa bilimlerinin mesafeli dili, “söz”ün söyleme biçiminin toplumsal iktidar kazanmasında zorunlu bir üslup olmuştu. Bu “mesafe” alış tutumu, elbette, nesnesiyle yapışık, nesnesiyle özdeş olmaya ayarlanmış bakıştan daha yetkin bir bilinç ve zihin kazandırıyordu insana. 

 

Aydınlanma yazarlarıyla birlikte, “düzyazı” denen, bir vezne bağlı olmaksızın serbest yazma biçiminin yazıda egemenlik kurmaya başlamasına kadar egemen yazı biçimin manzum olduğunu biliyoruz; çeşitli bilimlerin manzum biçimde ifade edildiğinin örnekleri de var elimizde. Onlar da edebiyat içinde algılanıyordu. Her ne kadar, fizik, cebir, kimya konularının ezberlenmesi için vezin kalıplarından yararlanmak amaçlanmış olsa da, her şey gibi bunlar da edebiyatın her bilgiyi kapsamaya çalışan torbasına konuyordu. Aydınlanma, bilimlerin sınıflamasında bir yenidenlik hareketi oldu aynı zamanda. Sınıflamada hem o güne kadar konuları ve yöntemleri ortak olanlar, ortak görünenler ayrıştı hem de yeni alanlar açıldı ya da bulundu. Yeni anlatı biçimleri gelişip başlı başına bir ortam olmaya başladı. Bu yeni anlatı biçimlerinden roman, hikaye gibi anlatılar edebiyat içinde yer aldı. Don Kişot’un yazıldığı dönemdi bu dönem. Dostoyevski’nin insan düşüncesinin en son, en büyük, en acı sözü diye alkışladığı Don Quijote’un dönemi.

 

Şiir, kendine özgü bir özerkliği koruyordu henüz. Öncesinde de özerkliğinin, sınıflamada önemsizleştiğini biliyoruz; örneğin, Aristoteles’in Poetika’sında yaptığı sınıflamada, mimesisin bir türevi olmaya  hapsedilmişti şiir. Aynı kitap, şiiri, şiirin çeşitli biçimleri ile açıklıyor, bunların biçim ve kurallarını sıkı sıkıya tanımlıyordu. Sonrasında bu bakış yenilenerek tekrarlandı. Şiirin az çok koruduğu görece özerklik fazla sürmedi. Bu özerklik, sanata yüklenen misyon ve işlev ölçüsünde ve eğitim kurumlarının düzeni içinde edebiyat şubesinin bir alt birimi olmakla silikleşti. Yine de özerkti ama, edebi yaratı olarak kendine özgü kalıpların, bir söz sanatı olarak ölçülerinin öğretilmesi, etkin söz söyleme gibi programlar ve anlayışlarla şiir, edebiyatın bir alt öğesi olmaya koşuldu. Bu sonuç bir bakıma şiirin varlık sorununun unutulmasına yol açtı; artık yalnızca kimi şairlerin anımsadığı ve üzerine kaygılandığı bir sorun oldu şiirin ontolojisi. Bu tartışma her defasında yeni bir dahinin ortaya çıkması ve şiir için konmuş olan sınırları bir bir devirmesiyle yeniden canlanıyordu. Tartışmanın gündemi insanın kendi ontolojik özelliklerine geldikçe, eylem ve şiir ilişkisi, şiirin insan yaşamındaki doğuş saati düşünüldü.                                                      

 

                                                 ***

 

Şiiri, evreni, kendini, tüm varlıkları tanımlamayı, tasarlamayı ve değiştirip dönüştürmeyi yaşam olarak gören insanın zihninde ya da bedeninde hapsolmuş sözcüklerin belirli bir yapı içerisinde dışa çıkması, dış ile iç arasında bir bağ araması ve bu bağın gücüyle insanın ruhsal ve zihinsel özgürleşme çabasına katılması olanağının ezeli bir biçimi olarak da tanımlayabiliriz. Bu tanımla şiirin bütün olarak kendisine de edebiyat dışında bir özgürleşme alanı açmak zorunludur. Şiirin doğuşunda kendi varlığına ilişkin bir soru yoktur; bunun yerine bir gereksinim vardır. Şiir, eylem içinde kendini oluşturan insanın, kendisi, evren ve varlıklar hakkındaki imgeleri, bunlardan oluşmuş bütüncül sözüdür. Evrenin içindeki yerimizi, ötekine göre durumumuzu belirlemek için yardım alırız şairden ya da şiiri işlevsel biçimde kullanan, onu kendi etkinliğinin bir parçası kılan büyücüden, şamandan.

 

Şairlik, bir meslek, bir kimlik, bir işbölümü adı olarak ortaya çıktıktan sonra şiirin belirli bir kendilik sorusu da doğmuştur. Şair, ben kimim, evrende ve ötekine göre konumum ne, yaşam ne demek, karşıtı nedir gibi soruları şiir içinde, şiirle birlikte yanıtlayabilmek için uğraş vermiştir. Şiir, sınıflı toplumla birlikte, onun içinde, bir hiyerarşik yapıda yaşayan şair bireyin etkinliği ve bu etkinliğin de yaşadığı toplumla ve muhayyilesindeki evrenle ilişkisinin aracı olan biçim, ortam olmuştur. Arapça “beyit” sözcüğünün kökeninin, en küçük toplumsal yapı anlamında “ev”, mısra’nın da “kapı kanadı” olması düşündürücüdür. Evrenle bu düzeyde, ân ân sorgulama içinde yaşayan bir bireyin, şairin evi, her zaman açıkta ve her evin ve her evsizlik durumunun, her yerin ve yersiz-yurtsuzluk durumunun içinde, karşısında ya da yanı başındadır.

 

Şiirin kendine özgü “kanun”larının olması, bu kanunların toplumun kanunlarıyla benzerlik içinde bulunmasının sorgulanması pek derine inememiştir; çünkü, bu sorgulama er geç şiirin varlık sorusunu çağırır. Varlık, zihinde ve ruhta derin izler bırakacak biçimde uzun bir zaman boyunca metafizik güçlerin yansıması olarak tanımlanınca, varlıkbilim metafizik kavramların etkisinden kurtulup maddi ve zihinsel dünyanın tüm varlıklarını içeren bir hakikat değeri kazanamamıştır. Dolayısıyla varlıkların oluş ve varoluşlarını kendine özgü biçimde kavrayan şiirin varlık sorunu üzerinde çok az durulmuştur. Eski metinler, şiiri bir söz sanatı, bir belâgat, bir dil ustalığı ve zenginliği bir zenaat alanı olarak tanımlamayı ve bu bilgileri özenle öğretmeyi sürdürmüşlerdir. Eski Yunan’da Aristoteles’in başlattığı türlendirmenin Doğu’daki bir örneği de İbn Haldun’un Mukaddime’sindeki şiir bölümüdür. İbn Haldun’un ya da Farabi’nin yaptığı çalışmayı, yüzyıllar sonra tarihçi Vico, Batıda yeniden ve İbn Haldun’un yöntemine benzer yeni bir anlayışla başlatacaktır.

 

Kimilerinin İslam Marksı diye nitelediği, ünlü düşünür İbn Haldun’un Mukaddime’si, bize şiirin edebi ölçüler ve ulusal dil içindeki  şiir değerleri konusunda ezeli anlayışı açık bir dille anlatır. İbn Haldun, toplumların hareket yasalarını kuran ve geliştiren bir düşünür olarak vezinlerin ulusal dilin özelliklerine göre oluştuğunu, her dilin kendine özgü bir vezin yapısı olduğunu, dolayısıyla her ulusal dilin bir şiiri bulunduğunu yazmış ve şöyle bir şiir tanımı yapmıştı: “Şiir istiare ve belli vasıfları temeline dayanan, vezin ve kafiye bakımından birbirine eşit olan parçalara bölünmüş, her parçası kendi başına önündeki ve sonundaki parçalara muhtaç olmadan maksadı anlatan ve kendine mahsus arap üslubu üzerine terkip edilen, belagatli sözdür.” (MEB Basımı, İst. 1989, Z.K. Ugan çevirisi, 11. cilt, sf. 235-236). Özellikle ölçüler konusunda ulusallığın nasıl bir katılık taşıdığını şu çarpıcı sözlerle açıklar: “Edebiyatta üstadlarımız olan kişilerin çoğu arap üslubuna uymadığı için Maarri ile Mütenebbbi’nin nazımlarını şiirden saymazlardı. (Arap üslubu üzerine) diye kaydetmemiz arap kavimlerinden başka kavimlerin de şiirleri bulunduğunu itiraf edenlere göre olup, o kavimlerin şiirlerini, şiirin tarifi dışında bırakmak içindir. Araptan başkasında şiir bulunmaz diyenlere göre, tarifte arap kaydını anmaya lüzum yoktur, ayrı bir üslup üzere demek yeter” (a.g.e. sf. 236). (Modern şiirin kurucusu Mallarme’nin “vatansız şiir” kavramı ile ulusal şiir kavramını birlikte düşünmek, şiirde anlayışların ve kalıpların yıkılması sürecinde sağlam iki işaret değerindedir.)

 

İbn Haldun, İbni Reşik adlı bir şairden aktararak biçime ilişkin akılcı, pratik öğütler de verir:

 

“Parçaları arasında bulunan uygunsuzlukları gidermek ve fazlalıklardan temizlemek suretiyle metinlerini seçtiğin ve parlak bir hale getirdiğin, yerine göre uzun sözlerle (itnab) zülüflerini dağıttığın, yerine göre de kısa ve düzgün sözlerle (icaz yoliyle) şaşı gözlerini açtığın, ifade bakımından  birbirine yakın veya uzak taraflarını, birbirine uydurduğun, tıpkı akar sularla durgun göllerin birleşmesi gibi, anlam ve ifadelerini birbirine uydurmak suretiyle belâgatli bir şekilde söylediğin sözlerdir. Şiir ile yüksek ve mert bir kimseyi övmek ve şükran borcunu ödemek istediğinde nefîs sözleri ve sağlam terkipleri seçer ve onun yüksek ve belâgatli ifadelerle översin. Bu suretle anlam ve ifadelerin nefaset ve belagat bakımından yüksekliği sağlanmış olur. Kafiye ile belagat dallarının birbirine bağlanışı kolaylaşır. Herhangi bir yurt ve il için ağlayacak olduğun zaman kaygılı kimselerin gözlerinden yaş akıtacak tesirli sözler söylersin. Bir ithamdan dolayı kinaye yoliyle birbirine dokunacak sözler söylemek istediğinde, sözünün açık anlaşılan anlamiyle, saklı olan kavramı arasını birbirinden öyle bir şekilde ayırmalısın ki sözlerini işiten kimsenin şek ve şüphelerin yakîn derecesindeki bilgisiyle karışsın.... Bil ki gerek nazım, gerekse nesir olsun söz (kelâm) sanatından asıl maksat anlamlar değil lâfızlardır. ” (Sf. 244-245)

 

Mukaddime, sayfalar boyunca şiir sanatı üzerine açıklamalar ve öğütler verir, ezberi esas alır, kendinden öncekileri bilmenin şair olmak için zorunluluğuna değinir. Ancak bu açıklamaların hiç birinde, tıpkı Farabi’de olduğu gibi, şiirin aslının ne olduğuna, ya da şiirin şiir olmak bakımından doğasının ne olduğuna, Batı deyimiyle ontolojisine değinmez. Ontolojik sorgulama, varlığa dair o zamandaki bilgiyi, ya da bilimsel anlayışı da sorgulama düşüncesi uyandıran bir yöntem olduğu için (Kant), aklın, akli bilginin esas alındığı bir söylemde, biçim ve kalıpları, anlam ve konuları dışında şiirin ne olduğu tartışma dışı bırakılmıştır. Bilimlerin sınıflandırmasından önce, bütün anlayışları kuşatan şiir, sonrasında edebiyat şubesinin bir alt dalı olmaya itilmiştir.

 

Burada, yalnızca şiir varlığının sorgulanmasının olmayışı değil, soruyu sormaya engel olan akıl biçiminin, bu biçimin giderek ortodoks bir yapı kazanmasının nasıl bir rol oynamış olabileceğini de düşünmeliyiz.

 

Şiirin özerkliğini yitirip edebiyatın bir alt dalı olmasında ve bir kalıba girmesinde zihnin ortodokslaştırılmasının rol oynadığı açıktır. İslamda, İslami aklın ortodokisisi karşılığı olan Sünni öğreti, nasıl ki hukuk ve toplum anlayışını kendi yöntemiyle ortaya çekmiş ve ortalama aklın esaslarını etkinleştirmişse, bunu bütün alanlarda yapmak istemesinden daha olağan bir sonuç olamaz. Sünni aklın ve zihnin şiiri denetim altına alma çabası, hem bir buyruk hem de akıl sistemindeki bu gelişmenin bir sonucudur.

 

Her yeni akıl sisteminde ve bununla tasarlanmış yeni toplumsal yapıda, şiirin oyun ya da düzen bozuculuğundan, yaratabileceği “tinsel kriz”den kurtulmanın yolu olarak onu ehlileştirmek benimsenmiştir. (Sanırım bu kaygının en masum biçimi şudur: “Evime ozan gelipdür/Perdeyi bozan gelipdür/Gündüz olan işleri/Gece yazan gelipdür” Kaşgarlı Mahmud.)

 

Bildiğimiz gibi, eski Yunan tragedyasında konular tanrılar, yarı-tanrılar ve ölümlüler arasında geçen olaylardan oluşurdu. Tanrının da iyi kötü değerleri içinde, günahkar kılınabildiği bir “güzel ve mutlu çocukluk” dönemiydi bu dönem (Marks). Tek tanrılı dinler tanrıyı mutlak ve günahsız kıldıkça, ya da Nietzsche’nin deyimiyle (tanrının) “günaha girmesine izin verilmiyor” oldukça, buyrukçu akıl daha büyük rol ve işlev kazandı. Bunun yerine, karşıtı olmasa bile, daha geniş bir kuşatıcı gücü olan şiir, bir övme sanatına, bir söz egemenliği kurma gayretine, bir belâgat ustalığına ya da hasret çeken acılı insanları ağlatacak bir etkili söz sanatına dönüştürülmeye çalışıldı. Bununla da yetinilmeyerek şiir, kralların, soyluların her fırsatta ve her eyleminde sözle yağlanmasının aracı yapıldı. Karşılığında ağız dolusu altın, inci... Şairin artıklarında bile inci bulma budalalığının bir nedeni de bu ödülleme olsa gerektir...

 

Bu tür haller içinde kendi ruhsallığını sorgulayarak döndü durdu şiir. Her büyük saatin (her ibdanın) gongundan sonra ortaya çıkan o büyük telaş, kimilerine göre değişen bir duyguydu; hem bir neşeli sıçrama havası, hem bir çökkünlük durumu, hem de yapıyı yeniden kurma telaşı. Bu “neşeli sıçrama” havası içinde anında sahne alan kimi düzenseverlerin edebiyat evine çekidüzen verme çabası da, insanoğlunun her atılımındaki umudun zamanla sönümlendirilmesi çarkının bir benzeriydi ve sonuçta şiir de, yazıldığı toplumun estetiğine, toplumsal yasalarına, yaşamın kurallarına uygun biçimlerin, kalıpların arasına sıkışıp kaldı. Vezinlerin ve manzumların arasında bir ölü bedene dönüştü şiir, tek tük ışımalar dışında şık bir ölü beden. Aruzun ve hecenin saltanatı feodal saltanatlardan daha uzun sürdü. Ne zaman ki, evrende, yeryüzünde ve toplumda aruz ve hece düzeninin yapısını karşılayacak bir ahenk olmadığı, ya da en azından daha başka ahenkler de olduğu hissedildi, keşfedildi, bilindi, o zaman şiirde bir bakıma 1789 gibi bir devrim gerçekleşti. Süreci anakronik biçimde izlersek liberal olanın, bırakın yapsınlar, bırakın geçsinlercilerin üstünlük sağladığı bir dönem başlamıştı şiirde de.

 

Bu öylesine çelişkili bir durumdur ki, varoluşuyla, etkinliğiyle, oluşturduğu kültürle ve onun ruhuyla, şiire hiçbir biçimde ihtiyaç duymayan bir sınıfın kültürü ve zihni içinde şiir “özgür” olmuştur. İnsanlar için de durum benzerdir aslında; her türlü mülkiyetten arındırıldıklarında ve yeni üretim ilişkisine mülkiyetten arınmış halleriyle katılan bir sınıfın özgürlüğü gibi bir durumdu. Açıkça, proleteryanın özgürlüğü gibiydi modern çağda şiirin özgürlüğü.

 

Bu “özgürlük” ortamında en küçük bir pazar umusu olmaksızın şiir özgürleşmiştir. Octavio Paz gibi söylersek; şiir burjuvazinin sindirmekte yetersiz kaldığı bir besindir, diyebiliriz. Belki bu nedenle, belki de gerçekten doğasında var olan işe yaramazlığı nedeniyle, burjuvazinin –tek tek bireylerinin değil, bir sınıf olarak- besinleri arasına aldığı bir şey olmamıştır şiir. Çünkü bu kez de onun akılcı (rasyonalist) ortodoksisi içinde bir kriz tehlikesi taşımaktadır şiire içkin olan şey. Yeni sınıfın dünyasında şiirin bulunmaması, anlaşılabilir bir durumdur, aynı coğrafyada yaşasalar da. Burjuvazinin doğuş kıtası olan Avrupa, aynı zamanda yeni şiirin de doğuş kıtasıdır. Avrupa, yeni bir düzenin sahnesi olarak burjuvazinin zaferini kutsarken, karşıtı olan her türlü yeni düşünce ve yeni yaratı biçimlerinin de sahnesi, ebesi, beşiği olmuştur.

 

Bu oluşum, burjuvaziyle birlikte ve burjuvaziye rağmen yaratılan bir durumdur; yeni bir özgürlük alanı arayan şairlerin önce şiirin biçiminde, dilin kendi üzerine kurduğu cenderelerde özgürlük yaratmasından daha doğal bir durum olamazdı.

 

 

 

                                                      ***

 

Şairin kendi sanatı için kazandığı bu özgürlüğün, aslında insanın özgürlüğü olduğunu hiçbir iktidar görmezden gelmedi. Yalnızca Kur’an’da değil, ondan önce Eflatun’un Devlet’inde şair, düzen bozucu olarak görülmekte, aşağılanmaktaydı. Eflatun, bir şairin Devlet’i ziyaret etmesi halinde, onu nezaketle karşılayıp derhal  sınıra kadar eşlik etmekten söz ediyordu. “Şairler, tanrıları onursuz ve ahlaksız olarak resmederek bizi yanlış yola yönetiyorlar. Niobe’un acılarına bir tanrının neden olduğunu, annesi de bir tanrıça olan Aşil’in, Hektor’un bedenini savaş arabasının arkasında sürüklediğini, Truva esirlerini Patroclus’un cenazesinde Pyre’in ölüleri yakmak için hazırlanmış odun yığınının yanında kılıçtan geçirdiğini, Aiskhylos veya Homeros’un bize söylemesine izin vermemeliyiz. Ve tanrıları gülüyor gibi resmetmeye yöneltilmemeliyiz. Şairler ve çocuk masalı yazarları da, dine saygı göstermemize, iyi insanları takdir etmeye ve suçun ödüllendirilmediğini görmemize yardımcı olmalıdırlar.” (İris Murdoch, Ateş ve Buz,. Çev: Gülsevi Mirza, Düzlem Y. 1991, sf. 13.).

 

Şuara Suresi, bu düşüncenin veciz bir özetidir:

 

224- Şairlere gelince, onlara da azgınlar uyar.

 

225-Baksana onlara, her vâdide şaşkın şaşkın dolaşırlar.

 

226-Ve onlar yapmayacakları şeyleri söylerler.

 

227-Ancak inananlar, iyi işler yapanlar, Allah’ı çok ananlar ve kendilerine zulmedildikten sonra (rakiplerine) üstün gelmeğe çalışanlar böyle değildir. Zulmedenler, yakında nasıl bir devrime uğrayıp devrileceklerini bileceklerdir!”

 

 (Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali, Yeni Ufuklar Neşriyat). (Şuara Suresi, birçok tartışmaya konu olsa da, kimi hadislerde şair yüceltilse de, “cennetin anahtarına sahip kişi”  gibi, hadislerin Kur’an’ın ayetleriyle çelişemeyeceği ilkesi vardır ve ayet çok açıktır.)

 

Yalnızca Eflatun’un ya da İslam peygamberinin değil, hemen her dinin, bütün kralların, padişahların, beylerin ve ağaların şairinden beklediği kendi iktidarının yüceltilmesi olmuştur. Aksi durumda o ne şair sayılacaktır ne ödüllendirilecektir. Kendi buyruğuna uymayıp, sapkın yolunda gitmeye ısrar ederse, ölüm de beklemektedir onu, tecrit de, aşağılanma da.

 

Cemal Süreya, Şuara Suresi adlı yazısında şair ve iktidar ilişkisini, o değişmez kaderi şöyle dile getirmişti: “Şiir kendi doğasının bir gereği olarak kurulu düzenlerin değerleriyle çatıştığından, kurulu düzenleri yıkmak isteyenler siyasal amaçları uğrunda iyi silah kullanan bir melek gibi alkışlıyorlar bazen onu. Şairin kurulu düzene karşı biriktirdiği değerlerden de bir güzel yararlanıyorlar. Yani sıcak devrim düşünceleri ya da yönsemeleri ile şiir arasında bir süre sıkı bir akrabalık bağı kuruluyor. Ama sonra, devrim yapıldıktan sonra ne oluyor? Yeni düzen zaferini kazandıktan, yerine oturmaya başladıktan sonra kendi mantığının amansız kuralları gereğince aforoz edeceği, darağacına yollayacağı ilk adam olarak şairi seçmektedir. Çünkü kendisi de artık bir kurulu düzendir, oturmaya başlamış bir ahlaktır, ilkel ve katkısız doğaya karşı uygulanan toplumsal bir sıkıyönetimdir. Örnekleri çok bunun. Yine Muhammed örneğini ele alalım: Muhammed’in geleceğini Ukkaz panayırında ilk salkıyanlar şairler olmuştu. Nedir ki Muhammed, “Şuara Suresi”nin de bir yalvacı olup çıktı sonunda. Şairi aşağıladı. Çünkü o bir din getirirken bir devlet düzeni de getiriyordu. Yeni bir hukuk ağıntısının da kurucusuydu. Sadece sonsuz olanla değil, günlük olanla da uğraşıyordu. Sert bir yasa koyucuydu.” (Toplu Yazılar 1. YKY, İst. 2000, sf.57-58).

 

Her ne kadar, dünyanın gidişatı karşısında irkilişini dile dönüştüren, “toplumun belkemiğindeki irkilişi” hisseden ve buna karşı tutumuyla beliren kişi olmakla muhalif sayılsa da, (İsmet Özel, “Sünni Şair Olur mu?”), şairden, inanç ile iktidar arasında asla uzlaşamayacak  özellikleri, iktidarla insanın belkemiğinin sakatlandığını da görebilecek bir farkındalık, görmeyi engelleyebilecek bir kapanmamışlık beklenmelidir. Şiir, bu yönüyle asla bir “edeb”in içine çekilemeyeceği gibi, şair de şiirini yazarken bir yasanın, bir buyruğun altına giremeyecek, ya da girdiği sürece şair değil o meşhur deyimle “şahir” olarak kalacaktır. “Ne yapsak artık inanamayacaklarımız”dan olmak ya da olmamak, inanç ile iktidar özdeş kılındığı sürece, şair için bir iktidar biçimini onaylama ya da onaylamama sorunudur. İnancın, herhangi bir egemenlik arzusunun kendini iktidar etme, varlığını sürdürmeye araç olmasına, o düzeye düşürülmesine izin  verip vermemektir sorun.  

 

Bu durumda ortodoks şair, ister aklın, isterse inancın ortodoksisinde, kendine yaşanılır bir ev yapabilecek gücü bulamayan kişi olmayı göze alacaktır. Şiir ya da “mısra haysiyetimdir” diyecekse şair, bunun içsel ve toplumsal bir karşılığı, bu karşılığın da bir bedeli olması kaçınılmazdır.

 

Şaire, toplumun estetik değişiminde rolünü artırmak (İ. Özel) görevi öneriliyorsa, bu önerinin şiirden mi, aklın düzenlenmiş biçimlerinden mi kaynaklandığını sormak gerekecektir. Şiir bir estetik değer taşısa bile, ya da şu ya da bu etkiyle böylesi bir değer önermiş olsa bile, görece ideolojik olan her estetik önermenin şiirden doğduğunu söylemek, özünde ideoloji kırıcı nitelik taşıyan şiire, sınırlayıcı, dahası ödev verici, ondan görev bekleyici bir tanım kazandırma çabası sayılmalıdır.

 

Bu tür bir anlayış, her zaman, bir yolla, akıl ya da inanç biçimlerinin şiir için hazırladığı binbir tuzaktan biri olma tehlikesini içerir. Nasıl ki, şiiri edebiyatın bir alt dalı saymak, onu toplumsal buyrukların dolayımı içine çekme çabası olarak anlaşılmalıysa, toplumsal estetiğin, aklın ve ahlakın kurallarıyla bu anlayış temellendiriliyorsa, şiirin ortodoksluklarla ilişkilendirilmesi, şairi tarih boyunca yapılagelen belli tutumlara memur etme niyeti ve gayreti sayılmalıdır.

 

Durum buysa, zürafanın (zürefa değil) düşkününün lamalaşma durumu, herhangi bir kış günü kaçınılmaz olur.

 

 

 

Mahmut Temizyürek

 

Hece Dergisi Türk Şiiri Özel Sayısı-2001

 

 

 

 

 
   

    

 

 

 

 

 

 

 

 

   

bugün 74 ziyaretçi (92 klik) burdaydı!
geri git ileri git hakkımda


online
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol