S O Y L U E D E B İ Y A T

nûbihar sabahı

 

                                                  nûbihar sabahı

o gün,

biz  ıslaklığın ten renginde yaşıyorduk ayrılığı, adını söylesem dilimde akşam oluyordu. mor bir hüzün yağıyordu yüzüme; tenimde değildi, ıslaklığı teninin; avuçlarımda avuçlarının terleyişi, gözlerinde ki hüzün ömrümün son bestesiydi.

 

sussam, yüreğimde ince sızılı bir isyan; başkaldırıyordu tutkunla bıraktığın izler; gidelim diyordum içime, utangaç bir naz değiyordu yüzüme uzak yaşanmışlıkların esrik yalazlarından; okşuyordu acıyan belleğimi hatıralar;

 

tenimi günbatımı kadehlere dolduran denizsiz kalmış bir grup vakti çalıyordu; ne desem boşluğa düşüyordu çığlığım, kendini arayan yolların çıkmaz sapaklarında bir ölüye ağlıyordu gözlerim; laciverdî geceye sızan iyot ve yosun kokusu alıp götürüyordu benliğimi uzaklara; bağırıyordum geceye. sus! diyordu, kayalara hırsla çarpan dalgalar, saçlarına rüzgâr değiyordu denizin, sus! diyordu, kendine ihanet darağaçları kuranların söyleyecek sözü olmaz kendine ve aşka dair;

 

düşüyordum ellerimden, tut saatleri durmuştu nûbiharların; sancısı dinmemiş    çekişlerim ağıyordu şarap kaçkını geceye; bütün suları  kirliyken evrenin; dudaklarındaki hüzne benziyordu şarabın morluğu; iki yürek atımı uzakta yanıyordu kederli yüzü ayrılığın, tılsımlı bir sevginin soluk gözlü penceresinden sızıyordu yalnızlığın rengi ve karanlık buruşmuş  örtü gibi sarıyordu geceyi kıvrımları lâl;

 

yorgun bir hüznün acısını  resmediyordu  camlara, gözyaşlarının rengine benzeyen yağmur taneleri ve toprağın kokusu değiyordu yüzüne, güneş tenli bir çocukluğu getiriyordu sıcacık kucağında; suskun gecenin  ay  ışığına  yatırdığı öksüz  sokakların  inlemelerine dalıp gidiyordu gözlerim; ay, utangaç bir çocuk gibi kıskanıyordu gözlerimi, yüzümde sevginin rıhtımıydı kırılgan çocuk tebessümü;

 

yağmur yağıyordu inceden, tenimin ılık yalnızlığına süzülürken, kendi iklimine ağlıyordu zamanın dili; kalorifer kurumları yağıyordu bacalardan, ölü sessizliğine büyüyordu şehir; taş binaların ruhsuz, iğreti duruşları çarpıyordu yorgun insan suratlarına; gizemlere örtük kapıların ardında buluşuyordu aşksız bakışmaların solgun yüzleri; kaldırımlarda ayrılığın ayak izleri karışıyordu rüzgâra, yağmur yağıyordu, ölü sessizliğine büyüyordu şehir; dokunsan ağaçlara yalnızlığın sesi düşüyordu ellerine, ölü sessizliğine ağıyordu şehir ;

 

biz  ıslaklığın ten renginde yaşıyorduk ayrılığı, ürkek bir aşkın ayrılığını döşüyorduk kaldırımlara suskunluğumuzun ağrısı dinmemiş ezginliğinde…şehir dilsizce susuyordu, yol uzayıp  gidiyor kendine küskün, biz kaybolmuş çocukların kaygısındaydık, yüzümüz yabancılaşıyordu birbirine; sen kendi aşkını arıyordun ekim suskunluğunda, ben susuyordum;  oysa  yılların kavuşmuşluğuydu sanki tutsak renginde bakışlarımız asrın ayrılığına teyelli;

 

gözleri okyanus bir kadının çiğ damlasıydım kirpik uçlarında;sokak lambaları kör bir karanlığa uzuyordu; tanıdık acılardan düşüyordu payımıza;hasreti çiziyordu ışığın tenimize dokunan rengi;derin hüzünlerin oyduğu gözaltı mağaralarına düşüyordu bakışlarımız; uçurumun eşiğindeydik, kaybolan günlerin yasını tutuyorduk kaçırdığımız ürkek bakışlarımızda; sen okyanus gözlerinde çığlık çığlığa arıyordun kendini; ben çağla yeşili ağıtlar bakıyordum  ömrümüze.. 

 

sonra, ayrıksı bir zamanın gergin uzantılarına düşüverdi bakışlarımız: sanki birbirini hiç tanımayan yolcuların uzak bakışlarında yol alan, farklı raylara döşenmiş düşler gibiydik…oysa ben, senin uykusuzluk yorgunu düşlerinde,  yalnızlığa sürgülenmiş ağıt sessizliği bir kasabanın tren uğraksızlığı bakışlarında, beyaz yüzlü solgun lojmanların minik balkonlarına sürerken ellerini, mutluluğu nasıl hamakladığını çok iyi biliyordum…

 

adını söylesem dilimde akşam oluyordu…kara bir günü avuçluyordum bakışlarından; hangi çağlayanın sesi karışıyordu dingin suskunluğuna, dudakların hangi acıya kenetliydi öyle?;hangi bulutlar konardı dağların ölü sessizliğine, doruklarında masalların ağlaştığı ?neydi yüzünde tutuşan yangının magması? hangi hüznün yankısıydı çocuk dudaklarında ağrıyan? hangi fırtınadan arda kalmıştı, yetim bir çocuğun bakışlarında hapsolan kangren ağrısı gülücüğün?

 

 

ayrılık ırmakları akıyordu aramızdan, dallarına  düşlerin  asılı;

yeşil saçları suya değiyordu bir kadının,durgun derinliğine çağırıyordu ırmak;

boğuluyordum serinliğinde ayrılığın bir nûbihar sabahı

 

bugün 525 ziyaretçi (700 klik) burdaydı!
geri git ileri git hakkımda


online
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol