S O Y L U E D E B İ Y A T

Halim Şafak-4

 

 

Mekânın İnsansızlığı

 

 

ya da

 

 

“Makine Kırıcı”  Olmanın Anlamı 

 

 

 

   

 

 

                                                                                                     

 

 

Mekan tartışmasını  uygarlıkla başlatmak daha doğru olabilir. Çünkü mekanın dönüşümü hatta kendini imha etmesi uygarlığın bir sonucu olarak algılanmaya açık duruyor. Çünkü insanı istediği gibi biçimlendiren uygarlık mekanın dönüşümünü de bu eyleminin bir parçası olarak gördüğü için insan böyle bir sonuçla karşı karşıya kaldı.
            Bir bakıma uygarlık insanı tahakküm altına alma mücadelesini büyük ölçüde mekan ve nesneler üstünden sürdürüyor. Bu bağlamda taşa biçim verme  insanın da biçimlenmesinin sürecidir. Böylelikle insan kendini imha eden uygarlığı bir iktidar biçimi olarak oluşturmuş ve uygarlığın kendini biçimlendirmesine izin vermiş oldu. Buysa doğrudan insanın kendine ve doğaya tahakküm etme isteğiyle  ilgili bir durumdur.
            Ellias’ın uygarlığın insanın içgüdülerinin gemlenmesi üstüne kurulu olduğunu ısrarla belirtmesi tartışacak olduğumun yönünü de belirlemektedir. Uygarlık, içgüdülerin  başka bir deyişle arzuların kaotik durumunun insana ve hayatına ilişkin oluşturduğu biçimsiz yapının yıkılması ve reddedilmesidir. Buysa uygarlığı insani olmaktan çıkaran başat olgudur. Üstelik uygarlığın insanı biçimlendirme süreci insanın kendinden uzaklaşması başka bir biçim haline gelmesinin, getirilmesinin tarihidir.

 

 

            Sennett düzeni “temassızlık” olarak anlar. Uygarlık yani düzen  her şeyin düzenlenmesi demektir.  Düzenlenen her şey doğallığından kurtulur. Mekanın düzenlenmesi ise  onda yine Sennett’in deyimiyle “duyusal yoksunluğa” yol açar. Mekanın duyusal yoksunluğu ise bir biçimde insanın duyarsızlaşmasının nedenidir. 

 

 

            Duyusal yoksunluk büyük ölçüde insanı soğumaya bırakır ve mekanikleştirir. Geçmişle günümüz arasında derin ayrılığın kaynağında da bu vardır. Günümüzde kent “duyarsızlaştırmaya yönelik modern teknolojilerle” bu derin ayrılığı hem çoğaltmakta hem de dünya üstünde daha kapsayıcı hale getirmektedir.

 

 

            Uygarlıkla birlikte insan kendinin belirlemediği ama yaşamak zorunda kaldığı bir biçim haline çoktan geldi. Bu, bir bakıma insanın kendi olmasını ortadan kaldırdı. İnsanın kendi belirlediği bir biçimi ya da biçimsizliği yaşaması imkansız hale geldi. Hatta insan olmak  kendi olmamak olarak anlanabilir.

 

 

            Sennett’in her insan bedeninin  fiziksel benzersizliğini ve her insanın çelişkili arzular duymasını olumladığı dönem çok gerimizde kaldı. Günümüzde uygarlığın insanın tektipleştirdiğini bilinmiyor değil. İnsan bedenine ve  onun fizyolojisini bozmaya yönelik çabalar her bir şeyi başkalaştırdı. İnsan bedeninin benzersizliği ortadan kalktı. Uygarlığın faşizm olarak algılanmaya açık modern tıpla ve daha başka yollarla bunu gerçekleştirdiğini belirtirim.

 

 

            Bu süreç mekanın insansal değerini kaybetmesiyle başladı. Çünkü mekanın geçmişle bütün bağları koptu. Geçmişi barındırmayan bir mekan ise insanın düş kurmasını engeller. İnsan, evi ve evdeki nesneleri düşleyerek, onlarla düş kurarak  kendine ulaşır. Buysa bugün ulaşmama halini aldı.  İnsanın eskiye uzanan düş dünyası artık bir dünya olmaktan çıktı. Çünkü mekan düş kurmasına izin vermediği gibi insanın  düş kurmasını sağlayacak başka bir şey de kalmadı.

 

 

            Bookchin bütün bunların nedeni olarak kent hayatının yıkıcı bir biçimde insani niteliğini yitirmesini gösterir. Bu, Bookchin’e göre kentsiz kentleşmenin bir sonucudur. Çünkü uygarlığın oluşturduğu kent ekonomizmin ve tüketim kültürünün belirlediği ve oluşturduğu bir pazar yeridir. Söz konusu olgu artık bütün çatışmaların ve çarpışmaların da asıl kaynağıdır.

 

 

            Buradan ötede insanın uygarlıkla çatışması kendi olma mücadelesi temelinde gerçeklik kazanacaktır. Uygarlığın hızlı gelişmesi ise bunu tam  ve şiddetli bir çarpışmaya dönüştürecektir. Uygarlığın  oluşturduğu teknolojik gelişme onu biçimlendirmekle kalmayacak onu o biçimiyle “yaşayabileceği” (!) kapatılma ve gözetleme mekanlarını oluşturacaktır. Hapishaneler, kışlalar, hastaneler, akıl hastaneleri, okullar, siteler en sonunda yaşadığı mekanlar yani kentleşemeyen kentlerin konutları bu işe yarayacaktır. Günümüzde ise bütün bunlara ek olarak insanı daha da pasifleştiren onu pornografik bir röntgenci haline getiren dünyaya dahil edecektir.
            Başlangıçta mekanın doğal olana zarar vermediği hatta onunla bütünleştiği hatta bir parçası haline geldiğini biliniyor. Eskinin bahçeli ve tek katlı evleri ve o evlerin birbirinden farklı biçimleri ve insanın orda oluşturduğu hayat doğal olanla bütünleşmekte ona dahil olmakta zorluk çekmiyordu. Hatta mekan doğanın biçimsizliğinin içinde başka bir biçimsizlik olarak yer alabiliyordu.

 

 

            Söz gelimi Milas’ta eski  evlerin bacalarının hiçbiri ötekine benzemez. Bunu genel anlamda evlerin mimari yapısıyla ilgili olarak da düşünebiliriz. Ama bunun asıl açıklaması insanın kendi kadar yaşadığı mekanı da farklılaştırma düşüncesinin sonucu olmasıdır. Benzer bir durum evin odaları ve eve dahil edilen nesneler için de geçerlidir.

 

 

                        Geçmişte mekan ve onun içindeki nesneler insanı kendine dahil ediyor ve onun düş kurmasının imkanı oluyordu. Hatta insan mekanın ruhu haline geliyordu. Buysa geçmişte sanat-edebiyatı besleyen hatta onu belirleyen bir olgu konumundaydı. Her mekan için onu başka bir mekandan ayıran bir biçim söz konusuydu.  Bunu biçimlenmeye karşı bir biçimsizlik olarak anlamak mümkündür.
            İnsan hem düş dünyasında hem de gündelik hayatta nesnelerle, evin odalarıyla ilişki kurmakta zorluk çekmiyordu. Mekanı bir biçimde içselleştirerek, onun ruhu haline gelerek  insani bir yapı haline getiriyordu. Buysa onun doğaya dahil olmasını ve doğal olmasını sağlıyordu. Tam da burada mekanın insani bir değer olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
            Mekan geçmişte evle insan hayatında karşılık buldu. Evin barınma yeri olması kadar onunla kurulan ilişkiden dolayı insanın hayatındaki en önemli olgu oldu. Yıllar sonra Adorno “barınak, artık imkansızdır.” derken o dönüşümün sonuçlarını belirtmiş olacaktır. Çünkü Adorno’nun yaşadığı dönem ve sonrasında ev olarak tartıştığımız şey mekan değil konuttur.
            Konutsa hiçbir biçimde insansal değildir ve hiçbir insansal değeri içermez. Eğer konut insansal değilse onunla ilişki kurmak da, onun  ruhsal bir dünyası da mümkün olmayacaktır. Bunun anlamı ise insanın konutla birlikte yaşadığı düzlemde insansal bir dünya oluşturamayacak olmasıdır.

 

 

            Günümüzdeki konut mekanların kendi arasındaki ayrılıkları ve ayrımları tamamen ortadan kaldırmıştır. Onları her şeyiyle insansal olmayan tek bir biçim haline getirmiştir. Artık  mekanları birbirinden ayrılan biçimsizliği ve ürettiği ruhsallık durumu başka bir şeydir. İnsanın kendisi hatta bedeni  yaşadığı mekan kadar  sentetiktir. Organik olan sentetik olan karşısında çoktan kaybettiğini ilan etmiştir. Beni mekanı ya da bedeni tartışmaya vardıran da bu olgudur.

 

 

            Tek bir biçim haline gelenin ya da düzenlenin insanda yol açacağı tek şeyse temassızlıktır. Mekan kadar insan bedeni de bu temassızlığın parçalarından biridir. İnsan bedeninin biçimlendirilmesi ise görünürdeki ya da yaşandığı iddia edilen dokunmayı pornografikleştirir. Çünkü sentetik olana yönelik bir dokunma hiçbir biçimde doğal olmayacaktır.

 

 

            Söz konusu durum  insanda arzuları ya da içgüdüleri başka bir şey haline getirmektedir. İnsanın arzusunu bakışa indirgemektedir. Buysa pornografik bir  izleme ve izlenme olarak anlanmaya açıktır. Doğanın “perdelenen” çıplaklığı böyle bir sonuca yol açmaktadır. Buradaki  pornografik bedeni Zeynep Sayın kendini gösterse bile vermeyen bir beden olarak anlar. Çünkü gösterilenin pasiflik dışında insanda yol açacağı başka bir şey yoktur. Hızına yetişilemeyen gelişme ise  arzuları geriletmekten ya da  köreltmekten başka bir şeye yaramayacaktır.

 

 

            Konut hiçbir biçimde insanda bir ruhsallık oluşturmadığından da insan düş görmeyecektir. Üstelik insanın düş görmesine yol açan asıl etken olan beden gösterilen bir görüntü haline çoktan gelmiştir. Uygarlıksa bunu internette oluşturduğu güvenlikli görsel dünya ile çözümlediğini iddia edecektir. Çünkü evin barınak olmaktan çıkması onun güvenlikli bir alan olmasını da ortadan kaldırmıştır. O zaman uygarlığın oluşturup biçimlendirdiği görüntülerin dünyasını izleyen ya da izlenen pornografik insan olmak dışında başka bir şansımız yoktur. Dünyayla kapıyı kapatıp televizyonda ya da internette karşılaştığımız için tekrardan kapımızı açmak da istemeyeceğiz.
            Görselliğin izleyeni pasif bir izleyici konumuna düşüren yapısı karşısında güvenliğe bile ihtiyaç duymak da gerekmeyebilir. Herkesin  gerçek olmaktan çıktığı en azından gerçeğinin tartışmalı hale geldiği görsel dünya ise her bakımdan zaten güvenliklidir. Çünkü artık insanla karşıya gelmenin hiçbir imkanı yoktur. İnsanla karşılaşma söz konusu değilse güvenliğe de gerek yoktur.  Dokunma yoksa  insan için her hangi bir tehlikede yoktur!
            Görsel dünya bunu dokunmayı ortadan kaldırarak yapmaktadır.  İnsana ilişkin  bir anlama ve duyma biçimi olan dokunmanın ortadan kalkması ise insanı bile gereksizleştirir. Dokunmanın olmadığı yerde insani olandan söz etmek zordur. Hatta imkansızdır.
            Dokunmanın oluşturduğu bir dünya olmadığında ise bundan ilk payını alan da insan bedenini keşfe dayalı bir dokunma biçimi olan cinsellik ve ona bağlı olarak erotizm  onu oluşturan temellerinden uzaklaşıp teşhir ve röntgenciliğe dayalı bir pornografinin parçası haline gelecektir. Buysa bakmaya ya da izlemeye dayalı bir pornografikliktir. Hiçbir insani yanı yoktur.
            Evin ya da mekanın yerini alan konut ve konutların oluşturduğu güvenlikli siteler insanların karşılaşmasını ve dokunmasını da başka bir biçim haline getirecektir. Büyük ölçüde insan doğanın etkilerinden böylelikle korunmuş olmaktadır. Bir bakıma internette oluşturulan güvenlikli yapı konutlar üstünden yaşadığımız dünyada da karşılık bulmaktadır.

 

 

            Buysa insanlar arasındaki karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma gibi insansal değerleri ortadan kaldıran başka bir olgu olmaktadır. Bunun karşısında ise  aynı dünya  insanın tek paylaştığı şey olan acıyı da sentetikleştirmektir. İnsan  acı duyduğunu düşünse bile bunun bir illüzyon ya da kurgu olduğunu anlamakta pek zorluk çekmeyecektir. Hatta yaşadığı acıyı da büyük bir oyunun parçası olarak kabul edecektir. Acı çekiyormuş gibi yapacaktır.
            Bir bakıma uygarlığın ilk sonuçlarının dokunmaya bağlı olarak insanın özel alanı olan cinsellikte ortaya çıktığını iddia edebiliriz. Çünkü arzuların belirlediği bir dünyanın uygarlığın karşıtı olacağı açıktır. İnsanın devletle çatışmasının temelinde de bir iktidar olgusu olarak uygarlık vardır.  Bu bağlamda cinsel özgürlüğü  Yourcenar’ın  belirttiği gibi bir  özgürlük sorunu olarak almamız gerekir. Çünkü cinsel özgürlük doğrudan arzuların oluşturduğu alandır. Hatta insanın bunun dışında kalan arzuları da buna eklenmektedir.
            Öyleyse cinsellik insanın özgürlüğü ile ilgili bir sorundur. Hatta bunu cinsellik insanın özgürlüğüdür diye düzeltebiliriz. O özgürlükse uygarlıkla birlikte çoktan düzendışı ilan edilmiştir.

 

 

            Mekanın sentetikliği öncesinde sonrasında insanın bedeninde yani arzularında daha ileri gideyim cinselliğinde bir karşılık bulmaktadır.  Başka bir deyişle insanın özgürlüğü söz konusu bile olmayacaktır. Yaşanılır ve duyulur olan bakılan ve izlenen bir şey konumuna düşmektedir. Ballard’ın Çarpışma’da oluşturduğu teknoloji ve pornografi ilişkisi dediğimi somutlayabileceğim bir örnek konumundadır. Hatta daha ileride  Claudia Springer bunu “elektronik eros” olarak tanımlayacak ve bunun tartışmasına girişecektir.

 

 

            Başa dönersem  uygarlığın oluşturduğu konutlar izlemeye ve izlenmeye uygun bir yapı oluşturmaktadır. Bu insanda izleme ve izlenme duygusunu da çoğaltan bir etken olmakta gecikmeyecektir. İzleyen ya da izlenen insanın cinselliği ise ancak bir gösteri olarak algılanabilir. Cinsellik özgürlüğün ifade biçimlerinden biri olmaktan hızla uzaklaşacaktır.

 

 

            David Lyon gözetimi başlı başına bir iktidar kaynağı olarak görürken Giddens totalitarizmi gözetimin aşırı derecede odaklaşması olarak kabul eder. Bunun ilk elden sonucu ise yine Lyon’ın tespitiyle özel hayatın kabaca ortadan kaldırılması olacaktır. Samuel Warren ve Louis Brandeis  ise özel hayatı bireyin yalnız bırakılma hakkı olarak görürken Lyon,  Brandeis için “evin en gizli hallerinin bile nasıl potansiyel bakımdan şeffaf hale geleceğini pek az tahmin edebilmişti” diyecektir.

 

 

            Gözetim toplumunda bilim ve teknoloji hem özel hayatı ortadan kaldırdığı hem de evi tamamıyla görünür kıldığı için bunlar olmuştur. Buysa benim başta ısrarla  belirttiğim mekanla beden arasındaki ilişkinin nasıl bir ilişkisizliğe  ve gözetlenmeye dönüştüğünü açıklaştırmış olur. Eğer gözetim başlı başına bir iktidar kaynağıysa cinselliğin özgürlükle ilişkisinden dolayı devletin ilk gözetlemek istediği şey insanın cinselliği olacaktır.

 

 

            Bu bağlamda mekan olarak algılamamız istenen konut bu iktidar kaynağının gözetlemeye yönelik oluşturduğu bir yapı olmaktan kurtulamayacaktır. Kaldı ki evin gizli halleriyle kast edilenin insanın cinselliği olduğu sanıyorum açıktır. Gizli hallerin şeffaflaşması görünür,izlenir hale gelmesi ise evin insana ilişkin oluşturduğu mahremiyeti ve gizliliği çoktan ortadan kaldırmış olmaktadır. Öyleyse ev bir iktidarlaşmama kaynağı olmaktan çıkıp çoktan iktidarın araçlarından biri haline gelmiş demektir.

 

 

            Adorno’nun “barınak, artık imkansızdır” demesi de burada anlamını bulmuş olmaktadır. Adorno orda da kalmayacak “Kendi evimizi ev olarak görmemek, orada kendimizi ‘evimizde’ hissetmemek ahlakın bir parçasıdır”  diyecektir. Buysa iktidarın insana yönelik tahakküm talebinin insan tarafından ahlaki bir tavıra dönüştürülmesidir.

 

 

            Öyleyse insan yaşadığı mekanı kendi  evi olarak kabul etmediğinden dolayı rahat etmeyecek ve orada yaşamış olmayacaktır. Bunun sonuçları ise insanın hayatının bütününde yaşanacaktır. İnsanın en gizli hallerinin yaşandığı ev kendi evi olmadığında  ve bunu ahlaki olarak kabul ettiğinde organik olanın hızla sentetik olana dönüşeceği sanıyorum açıktır. Çünkü konutlarda yaşanacak olan insanın kendine yönelik baskısından dolayı doğallığını kaybedecek ve insani olmayan başka bir biçim haline gelecektir.

 

 

            Kuşkusuz ev sentetikleşmeyle sınırlı bir olgu olarak kalmayacak bir gözetleme ve gözetlenme alanı olmasından dolayı gündelik hayat kadar insanın cinselliğini ya sentetikleştirecek ya da bir gösteri haline getirecektir. İnsan ekranda gördüğü ya da baktığı onu sunulan hatta ona dayatılan bu hayat karşısında çaresizce bu kurguyu yaşayacaktır. Buysa Ellias’ı bir kez daha haklı çıkartır. Uygarlığın insanın içgüdülerinin gemlenmesi üstüne kurulması olgusunun günümüzdeki sonuçlarını ortaya koymuş olur.

 

 

            Kuşkusuz bütün bunlar karşısında azınlıktaki insanın bunu yadsımaya ya da reddetmeye, yıkmaya başka bir biçim ya da biçimsizlik haline getirmeye yönelik çabasını atlamamak gerekir. Uygarlık içinde bile kendine acıyla bir alan oluşturmaya yeltendiği bunda az ya da çok mesafe kaydettiği ifade edilebilir.   Buna ise azınlıktaki insanın iktidarlaşmama tavrının imkan oluşturduğunu düşünüyorum. Yanı sıra kendini bu oluşturulan ya da biçimlenenin dışına doğru hızla  itenlerin hayatının bu olduğunu sanıyorum. Tek tek bireyler ya da radikal grupların bizde ve dünyada hızla bunu oluşturduğunu yazabilirim.

 

 

            Anarşizm ve nihilizm kadar yine onların oluşturduğu farklı hayatlar ve cinsellik biçimleri, eğilimler, insanların farklı arzuları bunu çoktan yıkmış hiç olmazsa belli ölçülerde kırılmaya uğratmıştır. Ama bunun genele yönelik bir eğilim ya da gelişim olduğunu iddia etmek ise zordur. Belki de böyle bir şey hiçbir zaman söz konusu olmayacaktır.

 

 

            Şunu söylemeye çalışıyorum: insan uygarlık içinde bilim ve teknoloji  tabii devlete rağmen bir iktidarlaşmama tavrı olarak dünyanın, kentlerin, evlerin, konutların içinde açtıkları gediklerde, oyuklarda yaşıyor. Bunun geneli içine alan bir eğilim haline gelmesi ise en azından şimdilik benim bir temennimdir.

 

 

            Başta mekan olarak eve ilişkin belirttiklerim başka mekanlar için de söz konusu edilebilir. Hatta insanın yaşama alanı içinde kalan bütün mekan ve nesneler için benzer bir durum geçerlidir. Bunların yoğun bir umutsuzluğa, yalnızlaşmaya ve ölme düşüncesine yol açtığını yazabilirim.

 

 

            Ama umutsuzluğun kendini her zaman  kaosa dönüştürme ihtimali mevcuttur. Bundan çıkarılacak sonuç ise yeni bir dünya talebinden çok bugünün dünyasının içinde yaşama alanları oluşturmaktır. Gelinen noktada mekanın insansal bir değer haline gelmesi tabii pek mümkün değildir. Onda gedikler, oyuklar açarak ona  ve kendimize ruhumuzu yeniden geri verebiliriz. Evin duvarlarından başlayarak bütün odalarını, nesneleri ve kendimizi biçimsizleştirerek bir ruhsallık ve  bir hayat oluşturabiliriz. Hatta bu başka mekanlar için de söz konusu edilebilir.

 

 

            Terk edilmiş evler,apartmanlar, kulübeler, izbe meyhaneler, arabalar hatta kaybedilmiş her şey bunun imkanıdır. Belirlenmiş ve biçimlenmiş olanı kendimizden başlayarak yıkabiliriz. Her şeyin simetrisini ve düzenini hızla bozabiliriz. Ölümden dolayı hayatta kalmayı deneyebiliriz!

 

 

            İnsanın dünyası hiçbir zaman düzenli bir dünya olmadı. Melih Cevdet Anday “bayılırım düzenli dünyaya” derken ihtimalen uygarlığın egemenlikçi yaklaşımını hesaba katmamıştır. Dünya düzensizdir, düzen dışıdır. Dünyanın düzensizliği insanın düzensiz ve biçimsiz arzularıyla son derece uyumludur. Bir bakıma arzuların düzensizliği dünyanın düzensizliğinin etkenlerinden biridir. Düzensizlikten korkmak yerine düzensizleşmenin yollarını arayıp bulmak gerekir. Her anlamda ve bağlamda insanın arzuları yasadışıdır. Öyleyse insan bu yasa dışılığın  hayatını oluşturmasına izin vermelidir. Hatta çaresizce kendinden talep etmelidir.

 

 

            Belki de dünyanın bu düzenliliğini ve konut olarak mekanın gayri insaniliğini ortadan kaldırmamız hiçbir zaman mümkün olmayacak. Bu bağlamda bu yazının yoğunca umutsuzluk ve karamsarlık içerdiğinin farkındayım.

 

 

            Dikkat edilirse geleceğe ilişkin hiçbir öneri ve tasarım ortaya koymamaya çalıştım.  Çünkü yaşayacak olduğumuz tek şey bugündür. Zamanın mekan üstündeki egemenliğini bugünde yıkarsak insan için bir anlamı olacak. Bugünün teknolojik saldırısı karşısında her birimiz neden birer “makine kırıcı” olmayalım? Bunu yanıtlanması gereken bir soru olarak değil tersine bugünde yaşamanın imkanı olarak belirtiyorum. Uygarlık karşısında ilkel olmak dışında başka bir seçeneğimiz olduğunu en azından ben bilmiyorum!

 

 

            Bu bağlamda insanın arzularını yaşamasını ısrarla istemeyi uygarlık karşısında bir ilkellik olarak algılamak mümkündür. Tam da bunu ifade etmeye çalışıyorum. Bu yazının meramı ise en azından benim için belli; “arzular insanın gurbetidir çıkmak isteyen kim var!”

 

 

 

 

Halim Şafak

 

 

 

 

 
   

 

 

   

bugün 179 ziyaretçi (240 klik) burdaydı!
geri git ileri git hakkımda


online
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol