S O Y L U E D E B İ Y A T

sabit kemal bayıldıran



SÜRÜYE KATILAN ŞAİR (Sabit Kemal Bayıldıran)

 

 

Şiir tarihimize baktığımızda, şairlerin önemli bir bölümünün, o günlerde hangi akım ya da anlayış egemense, düşünüp taşınmadan o akıma ya da anlayışa katıldıklarını görürüz. Bu sürü psikolojisinden kaynaklanan bir davranıştır. Atalarımız, “Sürüden ayrılanı kurt kapar.” demişler ya,  adam koyun olup olmadığını sorgulamadan hemen katılıyor sürüye. Böylece kendini daha güçlü hissediyor. O sürünün içinde “şair” olarak bilinen birkaç kişi varsa, kendisi bu takımın arasında yer alırsa, kendisinin de “şair” olacağını sanıyor. Böylece rahatlıyor, kendine güveni artı- yor. Kendisi sahada dolaşsa da takımından gol atan oldu mu, galibiyetten kendine pay çıkarıyor. Şiir her ne kadar toplumsal olguysa da, bireyin ürünüdür. Özelilikle yüzyılımızda bu daha da böyledir. Bir reaya şairinin, Divan şairinin sürüye katılması çok doğal; çünkü onlar tarım toplumunun insanlarıydı. Geleneğin kendileri için çizdiği sınırları aşmayı, değiştirmeyi düşünmezler. Geleneğin sınırladığı alanda koşturmak zorunda hissederler kendilerini. Maazallah bu sınırları aşan oldu mu, o düzen bozucu olarak yargılanır, toplumun dışına atılır.

 

Oysa günümüz sanatçısı verili alanı zorlamak, onun dışına çıkmak zorundadır. Karacaoğlan’ın “Ela gözlü benli dilber” diye başlayan otuz iki koşması var. Başka reaya şairlerinde de aynı dizeye rastlayabilirsiniz. Bunu doğal karşılarız. Deriz ki, Karacaoğlan bir geleneğin şairidir, büyüklüğü bu geleneğin içinde farklılığını ortaya koyabilmesinden kaynaklanıyor. Kaldı ki Karacaoğlan’ın pek çok şiirini daha ilk dörtlüğünden tanırız. Bu onun özgünlüğünden kaynaklanır. Hatta “Karacaoğlan söylemek”  diye bir deyim bile oluşmuştur. Bunun anlamı, Karacaoğlan tarzında söylemektir. Gelenek içinde kalarak dahi, şiire kendi damgasını vurduğu içindir ki Karacaoğlan büyük şairdir.

 

Çağdaş şaire düşen ise, toplumca, egemen kültürce sınırlanmış alanı zorlamak, bu alanın dışına çıkabilmektir. Tüketim toplumunun herkesi tek bir biçime soktuğu bir çağda, şairin de tek tipleşmesi, onu şair olmaktan çok, bir tüketim metaı kılar. Kapitalizm, her şeyi kullandığı gibi, şiiri ve şairi de kullanır. Onu ve ürününü kâra  dönüştürmek için elinden geleni yapar. Kapitalizmde kâr için her yol mubahtır. Nitekim bir banka reklamında Orhan Veli’nin şiirini kullanabiliyor. Kapitalizmin en büyük düşmanlarından Nâzım Hikmet’in “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine” dizelerini, büyük kentlerde kurulan çok özel sitelerin reklamında bir gün görürsek şaşmayalım.

 

Edebiyat tarihimize şöyle bir göz attığımızda, sürü psikolojisinin ne kadar egemen olduğun görürüz. Cemal Süreya, İkinci Yeni’yi kastederek “Kendinden önceki kuşakları etkileyen tek hareket bizimkidir.” der. Cemal Süreya’nın bu tespiti doğru değil. Milli Edebiyat akımı başladığında, bütün Fecr-i Âticiler –Ahmet Haşim hariç– Milli Edebiyat Akımı’nın içine cumburlop atılırlar. Çünkü 1908’de iktidar Milli Edebiyatçıların arkasındadır. Şairler örtülü ödenekten, yüksek makamlardan nimetlenirler. Bir de bakarsınız “Edebiyat şahsi ve muhteremdir.” diyen şairler İttihatçı liderlere övgü dolu şiirler yazarlar.

 

O dönemin şairleri arasında bugün de saygınlığını koruyan, şair diye okunan Ahmet Haşim’in kalıcılığı bir rastlantı olabilir mi? Yahya Kemal’e bakın; o dönemin duyarlık seline kendini kaptırmış mı? Kendi yatağını kendi açan bir şair olarak Yahya Kemal hâlâ dimdik ayakta değil mi?

 

Bir de Garip şiiri moda olduğunda bu harekete balıklama dalanlardan kimi hatırlıyorsunuz? CHP’nin Batıcı kanadını arkasına alan Garip şiiri edebiyatımızda bir fırtına gibi esti. Yurdun her yanında şairler espritüel şiirler yazmaya başladılar. Kim kaldı onlardan?

 

İkinci Yeni başladığında da aynı durum ortaya çıktı. Bir eli yağda, bir eli balda olanlar bunalmaya başladılar. Bir bakıyorsunuz, yedi kardeşli bir kasaba çocuğu yalnızlık üzerine imgesel şiirler döktürmüş. Yalnızlığı yaşamadığı gibi yaşatamıyor da. 1968’de sosyalizm rüzgârları esmeye başlayınca,  dünyaya bir köylü olarak bakanlar, bir de baktık ki devrim yapmaya soyundular. Kendilerinden farklı düşünenleri “sağ sapma”, “revizyonist” diye suçlamaya başladılar. “Benim şiirim dünyayı açıklamakla yetinmez; onu değiştirmeye çalışır.” diyenler de sonra rüzgâr farklı yönden esmeye başlayınca “Şiir bir araya gelmemiş iki sözcüğün bir araya getirilmesidir.” demeye başladılar. “Dün yanılmıştım, acaba bugün de yanılıyor olmayayım.” demediler.

 

Sosyalizm yükselmeye başlayınca, doğal olarak sosyalist şiir de yükselmeye başladı. Bunun yolunu kesmek için, zararı göze alarak sermaye dergileri piyasaya sürüldü. Amaç, şiire müdahale etmekti. Sermaye, daha önceleri birkaç dergi çıkarmış, sürdürememiş bir şairi büyük bir sermayeyle destekleyerek yayının başına getirdi. Bu şair, artık edebiyatımıza yön vermeye çalışmağa  koyuldu.  12 Eylülden önce bu şairin anlayışına gülüp geçenler, şimdi onu baş tacı ediyorlar. Şiirimize onun damgası vurulmaya başlandı. Bu şairin daha önceki kitaplarını görmezlikten gelenler, şimdi onun şiirlerine övgüler diziyorlar. Dünkü şiiriyle bugünkü şiiri arasında yapıca, anlayışça bir fark olmamasına karşın dün görülmeyen şair bugün yere göğe sığdırılmıyor. Herkes onun gibi yazmaya çalışıyor. Bu şair şiirlerinde  İngilizce / Fransızca dizelere yer veriyor diye herkes aynı şeyi yapmaya çalışıyor.

 

Hilmi Yavuz gibi büyük bir şair metafiziğe kaydığı için, bakıyoruz, metafizik duyarlığı olmayan herkes metafizik şiir yazmaya başladı. Çöl, akşam, çarmıh, içimdeki ben... gırla gitmeye başladı.

 

Hayatımız ile şiirimiz çelişiyor mu bakmadık. Moda neyse, hangi anlayış egemense, ya da egemen kılınmışsa, biz de o sürüye katılmak için koşturduk. Hayatım neyi, şiirim neyi yansıtıyor. Ben neyin kavgasındayım, şiirim nerede geziyor? Bu soruları şair kendine sormuyor. Hep başkasının arabasına binmeye çalışıyor. Kendi ayakları üzerinde durmak aklının ucundan geçmiyor.

 

Egemen anlayışın, hayatımızla şiirimizin arasında nasıl bir uçurum açabildiğine güzel bir örnek Hüseyin Işık. Bu şair PKK davasından içerde yatmış, hapishanede şiirler yazmış. Ama Karanlıkta Renklenme adlı kitabında “Okuyucu şiirden ne anlarsa ya da (onu) nasıl yorumlarsa, şiirin anlamı o olur.” diyor. Şiiri böyle anlayanın siyasi bir harekette işi ne, diye düşünüyor insan.

 

Çoğu şairin şiirinin altından imzasını çekseniz, o şiirin kime ait olduğunu anlayamazsınız. İmzası olmadan şairi tanımamız için şairin kendi sesiyle şarkı söylemesi gerekir. Ödünç sesle şarkı söyleyen gülünç olur.

 

Sürüden ayrılanı kurt kaparmış. Sen sürü olmaya başkaldır, isterse kurt yesin seni.

 

Sabit Kemal Bayıldıran

 

(Akatalpa Dergisi, sayı:4, nisan 2000)

 

 

 

 

 

   

 

 


bugün 113 ziyaretçi (139 klik) burdaydı!
geri git ileri git hakkımda


online
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol