S O Y L U E D E B İ Y A T

karagöz-hacivat





ESKİDEN NASIL KARAGÖZ OYNATILIRDI

   Kırk yıllık karagözcüyüm. Kahvelerde, bahçelerde, çadırlarda, gazinolarda, sünnet düğünlerinde, okullarda, tiyatrolarda, radyolarda binlerce defa karagöz oynattım. Birçok yavruları ve büyükleri de kahkahalarla güldürdüm. İhtiyarlamadım,çünkü onlarla beraber ben de güldüm.En zevkli karagöz oynattığım zamanlar Ramazan ayları idi. Çünkü o aylarda-ne bileyim- seyirciler karagöz seyretmeye daha hazırlıklı görünüyorlardı.

   Kırk yıllık karagözcü olduğumu söylerken,kırk yıl önce nasıl karagöz oynatıldığından da azıcık bahsedeyim diyorum.Hem eğlenir,gülersiniz.

   40 YIL ÖNCE

   Bundan kırk yıl öncesinde, yani birinci dünya harbi başlamadan önce İstanbul’un her semtinde birer hayâl perdesi kurulurdu.Ramazana dört gün kala herkes yerlerini hazırlar,kış mevsimi ise kahvelerde ve muntazam çadırlarda, yaz mevsimi ise hem kahvelerde hem de bahçelerde tertibat alınırdı.Zaptiye nezaretine birer dilekçe verilir, dilekçeler polis müdürlüğüne, oradan da polis merkezine ve oradan da karakollara havale edilir,tahkikat başlardı. Karagöz oynatmak için zaptiyenin ileri sürdüğü şartlar da şöyle:

   1)Oyun yerleri cami, tekke ve mekteplere en az kırk metre uzakta olacaktır.

   2)Bu yerleri tutanlar eshabı namustan olacak ve hiçbir suç ile mahkum bulunmayacak.

   3)Karagözcünün elinde vesikası olacak.

   Bu vesika Karagözcüye hükümetçe inceden inceye tahkikat yapıldıktan sonra verilirdi.Benim vesikamda neler yazılı olduğunu bilmek istermisiniz?

   “Mevlevihane kapısı kurbinde Velet Karabaş mahallesinde Çarıkhane sokağında 16 numaralı hanede mukim bâlâya fotoğrafı mevzu Ali Efendiye edep ve terbiye dairesinde hikaye söylemek,meddahlık etmek ve hayâl oynatmak için müsaade edildiğini nâtık işbu vesika itâ kılındı.“

   2 Nisan 1340

   Polis Müdürlüğü

   Fakat bununla iş bitti mi bakalım?..Ne gezer!..Bir dilekçe de ait olduğu Belediye Reisliğine verilecek...Haydi oraya taşınırdık.Orada da şöyle tahkikat yapılırdı:

   1)Karagöz oynatılan yer sıhhate muzır mıdır?

   2)Yangın olduğu zaman kaçmak için iki kapısı var mıdır?

   3)Yangın söndürmek için tertibat alınmış mıdır?

   Bu tahkikat da tamamlanıp ruhsat tezkeresi (yerine göre 450,300 veya 150 kuruş mukabilinde) alındıktan sonra Karagöz (yahut o zamanki tabiriyle hayâl) oynatmaya mezun olurduk.Ama bütün bu işler Ramazana on gün kalıncaya kadar arkasını kovalamak suretiyle zor biterdi. Ha şunu unuttum, Karagöz oynatmak için aldığımız izin tezkeresine para verdikten sonra, Darülacezeye da aynı miktarda bir şey öderdik.Ama bunu seve seve verirdik.Çünkü-takılmak gibi olmasın ama-bir çok “hayâli“lerimiz, yani karagözcülerimiz gözlerini Darülacezede kapamıştır.

  

   Büyük usta Hayâli Küçük Ali (Mehmet Muhittin Sevilen 1886-1974)

   OYUNA HAZIRLIK

   Şimdi gelelim, izin alıp yer tutulduktan sonraki hazırlıklara..Artık neresi nasip olursa, kahve mi,çadır mı, kapısına şöyle bir levha asılırdı:

   “Hulülüyle müşerref olduğumuz Ramazan-ı şerifin birinci gecesinden nihayetine kadar işbu mahallede Hayali-i şehir filan..efendi tarafından Karagöz oynatılacağından teşrif buyuracak zevatı kiramın ezher cihet memnun kalacakları bedihidir..

   KARAGÖZ İLANLARI

   Artık gelip geçenin, bilhassa babalarının elinden tutup tintin dolaşan çocukların heyecanını tasavvur edebilirsiniz.Minarelerde kandillerin yanması bekleniyor. Fırınlardan burcu burcu Ramazan yumurtalı pidelerinin kokuları geliyor. Yağlı, susamlı simitler, cami avlularında kurulmuş sergilerde erik, çilek, kayısı, portakal reçelleri...Türlü pestiller,kangal kangal sucuklar, pastırmalar.Artık Ramazan eni konu gelmiştir. Eğer müsaade ederseniz, size bundan kırk yıl önce oynattığım bir Karagöz çadırının kapısındaki ilânımın da bir örneğini vereyim.

   Hayali-i Şehir Küçük Ali Efendi

   BU GECE Saat 3 de

   MANDIRA SAFASI

   4 Perde

   Balet Kantolar Çengi

   1 perde 3 perde 1 perde

   Perde aralarında ve perde açılmazdan evvel 5 kişilik Bir incesaz tarafından icrayı âhenk edileceğinden Teşrife rağbet buyuracak erbab-ı zevkin ezher cihet Memnun kalacakları bedihidir.

   Hayâli Küçük Ali

   Türk Folklor Araştırmaları Dergisi No:140 Mart 1961

   GÖLGE OYUNLARININ VE KARAGÖZÜN DOĞUŞU

   Hayal oyunlarının menşei Hint’e, Ortaasya’ya, Çin’e ve Japonya’ya kadar dayanmaktadır. Milattan sonra dördüncü yüzyılda Cava’lılar daha sonraları da Moğol Türkleri tarafından bu oyunların oynatıldığı kesinleşmiştir. Hayal oyunu Türklerin Ortaasya’dan göçleriyle beraber her gittikleri yere yayılmıştır. 11. yüzyılda Anadolu’ya ayak basan Türkler, aynı yüzyılda Mısır’a da hayal oyununu götürmüşlerdir. Karagöz ve Hacıvat’ın başlarındaki serpuşların Kırgız ve Başkurt başlıklarına benzediği Dr. Jakop tarafından tespit olunmuştur. Bazı Selçuk namelerde Selçuk saraylarında hayal oynatıldığına ait kayıtlara rastlanmaktadır. Şeyh Attar’ın Üstürname adlı yazmasında Cengiz Han’ın oğullarından Oktay Han’ın huzurunda bir Türk’ün hayal oynattığını kaydetmesi, bu oyunu Türklerin İran yoluyla Anadolu’ya da getirdiklerini ispat edecek durumdadır. 15. yüzyılda Bursa ve İstanbul’da hayal oynatıldığına dair pek çok eser mevcuttur. Daha sonra 16. ve 17. asırda hayal oyunu Karagöz adıyla memleketimizde yayılmış, aynı zamanda Yunanistan, Yugoslavya, İtalya yoluyla İskandinavya yarımadasına kadar geçmiştir. Karagöz’ün tesirleri halen Yunanistan, Yugoslavya, Bulgaristan ve Romanya’da da yaşamaktadır.

   Gölge oyunlarının doğuşu hakkında bir çok görüş mevcuttur. Çin’de doğuşu hakkında şu neticeye varılmıştır. Camın henüz keşfedilmediği zamanlarda Çin’de pencerelere kağıt yapıştırılırmış. Işık yakıldığı zaman, içeride dolaşanların gölgeleri pencereye aksettiği için görülen hareketler hayal oyununun bulunmasına müncer olmuştur. Grube’nin bir eserine yazdığı takdim yazısında, Lavfer bu hususu ispat etmiştir.

   İkinci görüşe istinaden Dr. Jakop, Çin gölgeleri, yani hayal ilk defa milattan evvel 121 tarihinde Vu adındaki Çin imparatoru zamanında ortaya çıkmıştır. İmparator Vu’ya ölen eşinin hasretini gidermek için bir oyuncu, bir perde arkasında onun hayalini göstermiştir demekte ve bu görüşü desteklemektedir.

   "Türkiye’deki Karagöz oynatanların (Hâyalilerin) rivayetine göre, hayal oyunu 14. asırda Şuştar (veya Küşter) şehrinden (İran'dan) Bursa’ya muhaceret eden Şeyh Muhammed Küştâri tarafından icat edilmiştir.Bursa Ulu caminin inşaasında çalışan iki işçi meşhur Hacivat ile Karagözün nükteli sohbetleri ile diğer işçileri işten alıkoydukları için, Sultan Orhan’ın gazabına uğramış ve Sultanın emriyle öldürülmüşlerdir. Şeyh Küştâri, az bir müddet sonra pişman olan Sultanı, ikisini de tasvir halinde perdede diriltmek suretiyle teselliye çalışmış. Şeyh Küştâri hakiki yaşamış bir zattır. Bursa’da medfundur. Hayal oyunlarının cereyan ettiği meydan (perde) Şeyh Küşteri Meydanı diye anılır. Ve bir çok perde gazellerinde şeyhin ismi oyunun mucidi olarak geçer".

   İkinci rivayet ise Evliya Çelebi’ye dayanmaktadır.Selim Nüzhet Gerçek, Evliya Çelebi’den şu iktibası yapmaktadır; Karagöz İstanbul tekfuru Kostantin’in saisi idi. Edirne kurbündeki Kırkkiliseden bir miri sahip kelam, ayyarı cihan kıptî idi.Adına Sofyozlu Karagöz Balî Çelebi derlerdi, Tekfur Konstantin yılda bir kere Alaaddin Seçuki’ye gönderdikte Hacivat ile Karagöz’ün birbiri ile mubahase ve mücadelelerini o zamanın pehlivanları hayalî zıll’a koyup oynatırlardı. Hacıvat ki Bursalı Hacı İvaz’dır.Selçukiler zamanında Yorkça Halil ismi ile müsemma peyki resulullah idi.Efeoğulları namı ile ecdatları şöhret bulmuştu.

   Şimdiye kadar Karagöz hakkında yazılan eserlerde söylenebilen, özet olarak yukarıdaki esaslara dayanmaktadır. Şurası muhakkaktır ki, gölge oyunları Çin ve Ortaasya’dan Türkler vasıtası ile önce yakındoğu ya ,daha sonra da Mısır’a ve Balkanlara getirilmiştir.

   Ritter’in de dediği gibi Karagöz ve Hacıvat hayal perdesine Anadolu’da girmiştir.Anadolu ve Türk tiplerinin en popüler şekilde temsilcisi olan Karagöz ve Hacıvat iki ayrı şahsiyeti temsil eder. Karagöz, pervasız, sade, açık kalpli olan halkın temsilcisidir. Hacıvat tahsil görmüş, merasim ve teşrifata tabii, dalkavuk ruhlu, işinin çıkarına bakan bir tiptir. Bunlardan başka Türk mahallesinin kadın, erkek birçok tipleri bütün özellikleriyle bu perdede temsil edilir. Karagöz oyunu, tek bir sanatkar tarafından bu tiplerin her biri sahneye getirildikçe onların konuşma, şive ve huy taklitleri yapılarak nükteli sözler sarf edilerek, arada aynı zamanda bir vaka yürütülerek oynatılır.

   Karagöz’ün birde tasavvuf tarafı vardır. Hayal oyunları Osmanlılar zamanında zıll-î hayal adı altında oynatılmış, daha sonra halk arasında Karagöz oyunu haline inkilâp etmiştir. Mutasavvuflarca bütün yaşayanlar ve eşya birer gölgedir, tanrının kudretli eli onları idare eder.Hepsi gelip geçicidir. Bu hususa perde gazelleri de daima temas etmiştir.

   Türk gölge oyununun Karagöz’ü ve Hacıvat’ı tamamen Türk’tür. Esasen ne Evliya Çelebinin ne de başka iddialarda bulunanların aksini ispat etmeleri bu güne kadar mümkün olmamıştır. Bu yerli, tipler Ortaasyadan gölge oyunlarıyla birlikte gelen Türkler tarafından Osmanlı devletinin kurulması sırasında doğmuştur.Halk, hiçbir şeyden çekinmeyen, gözü kara, cesur ve gözünü budaktan sakınmayan halk temsilcisine Kara göz(lü), okur yazar, Arapça ve Farsça’ya vâkıf olana da Hacıvat (Hacı Evhat) adını vermiştir.

   Karagöz oyunlarını oynatanlar her ne kadar dine bağlılıklarını izhar etmişlerse de Müslümanların çalgı çalması ve oyun oynatması günah sayıldığından, bu oyun daha ziyade Çingenelere oynattırılmış, onlar da oyunların arasında ve başında bazı Çingenece sözler sarf etmişlerdir.Bu husus, Karagöz’ün Çingene olduğunu değil, bilakis Türklüğünü teyit eder mahiyettedir.

   İhsan HINÇER

   Türk Folklor Araştırmaları Dergisi No:119 Haziran 1959

  

   Hacivatın Hüznü (Hakan Poyraz)

   Biz bir zıll-i hayaldik, hayal-i sitarede.

   Çubuğumuz başkasının elinde bir görünür, bir kaybolurduk.

   Önce sen kayboldun; bir kayboldun, pir kayboldun.

   Ara ki bulasın?

   Ama asıl ben?.

   Ben öyle bir kayboldum ki sorma gitsin Hacivatım.

   Sen sensin Hacı cav cav,sen sensin hâlâ...

   Ama sor, ben ben miyim?

   Gölgelerin gücü adına!!!

   Güç kimde Hacivatım?.

   Gölgen kadar güçlü müsün?

   Hacivatım, hacı cav cav!

   “Karagözüm, kaşı karam, gözü karam, gönül pârem, pâregözüm, nerdesin huu?”

   “Sensiz hayal perdesi yıkık, cânım, canânım, can gözüm Karagözüm! Direklerarası harap, canan olmayınca... Direklerarası tavan arası. Tavandan tabana düştüm, battı gitti suretim! Direklerarası viran... Direklerarası, yürekler arası. Benimki yürek yarası cananım, cancanım, pare pare oldu canım. Gözümün akı, gönlümün yarası Akgözüm, Karagözüm. Yandı, viran oldu, yıkıldı perdem, suya düştü suretim... Gayrı ne yurdum kaldı ne yerim.

   Durmaz bu viranede, bu salhanede gönül, varıp yanına gelmeyen, lafın belini kırmayan yaranı olmayanca. Gözü kör olmayasıca Karagöz, hayal perdesinde, suret-i endam etmeyesice, kararasıca, kömür olasıca Karagöz!

   Gülşengâhımı gümnâm ettin Karagöz, nefsine ziyan ettin Karagöz, yıktın perdeyi viran ettin Karagöz. Gel beraber yıkalım perdeleri Karagöz, yeni perdeler yapmak için. Yakalım perdeyi! Narında biz de yanalım Karagöz! Alevinde göğe ersin suretimiz. Yine yıkalım perdeyi ve yine yapalım ve yine yakalım! Nârımız hiç sönmesin, hep harlansın Karagöz. Sonra.... Ve sonra: Perde viran, diyelim Karagözüm, sahibine haber verelim hemân; Karagözüm el-aman...

   Meded ya hu! Huu! Nerdesin yahu!Yar sana bir eğlence, yar bana bir dost meded...

   Hacivat dostunu arıyor; bir nisan yağmurunda. Her yağmur bir damla ve her damla bir insan; sokaklara sağnak sağnak boşalan... Her damla çamur oluyor Hacivat’ın eteğinde. Ol şehr-i Stanbul’un taşları Hacivat’a harita; Hacivat, haritada bir nokta... Haritanın ölçekleri değişmiş Karagözüm. Hacivat, haritada kaybolmuş. Mihenk kaybolmuş, nirengi kaybolmuş. Topuzu kaymış bu kantarın, bu cildin şirazesi dağılmış! Bu cilt bitmiş Karagözüm, bu kitap kapanmış; sen gitmişsin, ben bitmişim...

   Yol yok, yolu bilen de, iz yok yok, izi bilen de... Hacivat simitçiye yol sorar, Hacivat adama adam sorar:

   Simitçi; “Abi kamera şakası mı?” diyesi. Eşşeğin sıpasından çifte yiyesi.

   “Kamereman nerde hocam, kamereman?”

   “Kamer-aman?”

   “....”

   “Kamer-aman, el-aman! Karagözüm bu adam nece konuşur, burası neresi?

   Önüne bak hemşerim, Önüne bak Hacivatım, burası İstanbul, bundan başka İstanbul yok. Önüne bak! He valla arkana da bak. Sen ey bu diyarda Karagöz’den daha cahil, Karagöz’den daha masum Hacivat, arkanı kolla, zaman kötü.

   Hem bırak Karagözü, şu paragözü. O Karagöz, bildiğin Karagözlere benzemez, senin hiç bilmediğin türdendir; ne eli dürüsttür, ne beline düzgün, ne de doğrudur sözü.

   “Ne paragözü? Karagöz, paranın hesabını değil, lafını bile bilmez. Az buçuk kabadır lakin, dobradır sözü! Bir lokma bir hırkanın, mal da yalan, mülk de yalanın, var biraz da sen oyalananın Karagözünde olamaz paranın gözü...”

   “Karagöz, suyun başında durdu, sen tavan arasında uyurken o turnayı gözünden vurdu n’aber!”

   “Devir değişti beyamca, devir değişti Hagywhat. Sen lafın belini kıracak dost ararken o borsaya brokır oldu.”

   “Laf söyletmem Karagözüme hey avanak. İftira atma dostuma be şaşkın! Dostunu terk etmez Karagöz; bırakmaz beni forsaya... Ne forsaya, ne kurda kuşa, ne de inse cinne...”

   “Şaşkın, avanak ha! Ya sen? Git gözlerinle gör Karagözünü. “Hayal Ürünleri Reklamcılığın nambırvanı Karagöz Bey! Gör, ne haller olmuş senin gözüne toz kondurmadığın can dostun Karagözüne!”

   “Randevunuz yoksa Karagöz Bey’le görüşemezsiniz beyefendi.”

   “Rende?”, “vû?”

   “Hee! Rendevun var mıydı, rendevun? Cinse bak! Lüfen başka kapıya ayol.. Al-loo! Karagöz Bey, nassınız efeem? TRT efem mi?... hah, haaa, ne kadar espiritüelsiniz efem... Özür dilerim ama... içerde acaip kılıklı bir adam ısrarla sizinle görüşmek ister. Kimdir, necidir, anlayamadım. Evet, tabii... Ama bir türlü gitmiyor, laf anlasa! Tamam efendim, münasip buyurduğunuz üzre cebine üç beş kuruş sıkıştırıp kapıdışarı.... Kapıdışarı, kışt, kıştı, kapıdışarı... Yok beyefendi (?), Karagöz Bey çok meşgul, sizinle görüşemez.”

   Tabi görüşmezsin Karagöz; görüşemezsiin. Nasıl yüzleşebilirsin ki Hacivat’ınla. Karagöz Hayal Ürünleri’nin tek tabancası, sanal dünyanın imparatoru, şöhret kapısı Karagöz. Çalgıcı babası Karagöz. Ne anasının gözüsün be Karagöz! Anan ne yer Karagöz? Süpürge sapı Hacivat! Süpürge sapı Hacivat. Hacı İvad... Hacı İmdat huu!

   Kaç kişiyi şöhret ettin be Karagöz. Kaç Anadolu tosunu şöhret yolunda bu kapıya tosladı? Kaç garibin umudu bu kapının ardında tükendi? Nice genç kızın düşünde parlayan şöhret yıldızı, senin kara kapında kara karyolanda söndü? Yediğin herzenin üstüne usturuplu muhafazakarlık sosuyla sağcı bir partiden milletvekili de oldun ya sonunda! gözlerinden öptüğümün Karagözü...

   “Randevunuz yok beyefendi, görüşemezsiniz!” Rendevuu, rendevuu!

   “Karagöz huu!”

   “Türkçe anlamaz mısınız be adam. Patron seninle görüşmek istemiyor işteee... Du yu andırstent mi?”

   “What?”

   KARAGÖZ: Ne bu gürültü yahu? Neler oluyor kızım? Kimsin kardeşim ne istiyorsun? Dur lan dur; bu... bu... bu sensin vay anasına! Yahu Hacivat, Ulan ulan ulan vay vay! Bunca yıldan sonra...Hacivat’ım, ayakyolum, gözleri sulum!

   HACİVAT: Karagözüm, akşam-ı şerifleriniz hayırlı olsun!

   KARAGÖZ: Sıtmaya uğra da rengin solsun. Hangi bacadan düştün, hangi leylek getirdi seni buraya? Alaattin’in lambasından mı fırladın? Lan bu cin milleti hep böyledir, en olmadık zamanda adamın kafasına üşüşürler. Ben cini, sadece tonikle beraber severim. Cin tonik! Heh heh hee! Ne espirikim de mi? Sen niye konuşmadan öyle aval aval suratıma bakıyorsun ya hu? Kızım, bu adam var ya? Sen tanımazsın. Şimdiki nesil seni tanımaz Hacı cav cav, anlatsam da anlamazlar! Tam da gelecek zamanı buldun hani-bütün bu işin gücün telâşenin, koşturmacanın arasında. O zaman bu araya bir ara da ben koyarım. Randevuları iptal kızım, görüşmeleri ertele, ben Hacivat’la dışarı çıkıyorum.

   Gel şu barlara takılalım biraz. Hadi konuş be Hacivat; senin o sarı sulu çocuk kakası rengindeki yüzünü görmek için ertelemedim milyarlık projenin ön görüşmesini. İpini çekmişin işin gücün, dostumla seninle şaka yapmayı ben de özlemişim. Hadi gel muaşakalaşalım.

   HACİVAT: Ne diyorsun? Yine eskisi gibi mi?

   KARAGÖZ: Hiçbir şey eskisi gibi değil, benim arsız yüzsüzüm. Zamanda değişmeyen ne var ki? Her şey değişiyor! Ne vartalar atlattık seninle beraber, ne badirelerden geçti dostluğumuz. Ama zaman denilen bu sel, nasıl da silip süpürüyor her şeyi. Her şey akıyor Hacivat! Zamana direnen hiçbir şey yok! Bu mürür-ü zaman, bu zaman aşımı, sanki zamanın bir hışmı. Dostlukların bile anlamı değişiyor Hacı cavcav. Onun çün, bırak bu yüksek seviyeden konuşmaları; söylemini değiştir! Gel, şurada birkaç kadeh atıştıralım vaziyeti yatıştıralım. Sonra iki de yavru kaldırdık mı burdan. Oh muhabbet keka!

   HACİVAT: Karagöz’üm, bu ne biçim lakırdı! Sen sen misin söyle bana a benim tatlı canım?

   KARAGÖZ: Niçin döne döne aynı yere takılırsın a benim seyrek sakallı patlıcanım. Biz bir zilli hayaldik, hayal-i sitarede çubuğumuz başkasının elinde bir görünür, bir kaybolurduk. Önce sen kayboldun; bir kayboldun pir kayboldun. Ara ki bulasın? Ama asıl ben... Ben bir kayboldum ki sorma gitsin. Sen sensin Hacı cav cav, sen sensin hâlâ; ama sor, ben ben miyim?

   Peşinden günlerce ağladım. Senden hemen sonra Şeyh Küşterî, tekke ve zaviyeler kanununa muhalefeten içeri tıkıldı. Sen halk düşmanı ilan edildin ve deve derisinden tenin, muhayyileden sinin diyar-ı zulmete atıldı. Gerçi senin yokluğundan gayrı sıkıntım yoktu, şükür! Ama tasvirlerini yakıp küllerini hayalin derinliklerine gömdüklerinde, içime gömüldün sanki. Sonra, senden sonra, ne kimse sordu beni, ne de sabah rüzgarından başka kimse kapımı çaldı. Tanımamazlıktan geldiler beni, gördüklerinde yüzlerini çevirdiler. Kilidim pas tuttu Hacivat! “Yar bana bir eğlence meded!” diyenim olmadı. Karagöz Halk adamı diye bayrak açanlar, şehirlerinin kapısından bile sokmak istemediler beni. Yıllarca hamallık yaptım, odun kırdım, amelelik yaptım, efendileri olduğumu söyleyen efendilerime.... Sonra efendime söyliyeyim, bir de baktım ki atı alan Üsküdar’ı geçmiş, ben de Doğancılar’a çıktım. Ohoo, koca koca apartumanlar kaplamış ortalığı. Kendime dedim ki, “Yahu Karagöz, bu dünya iki kulplu bir kazan, bir kulpundan tut, sen de kazan” Direklerarasını mütahite verip ordan üç beş daire, sonra bir- ikisini satıp kendime ufak çaplı bir sermaye... Efendim devir hürriyet devri, tilkilik de tavukluk da hür. Ama hür bir tilki olmak, hür bir tavuk olmaktan her zaman daha evladır takdir edersin ki. Sonra mütahitin kıralı ben oldum, demirden çal, çimentodan çal; devlet ihaleleri falan filan derken politika... Büyük oynadım büyük vurdum. Ama yine de içimdeki ukde, eğlence sektörü idi. Ondan da nasibimi ve zevkimi aldım. Ve Hacım işte bu: Karagöz’ün önlenemez ikbali.

   Sana gelince dostum, sen perdeden döküldün. Senden geri kalanları, kırpıp kırpıp entel yaptılar.

   HACİVAT: Benim kırıntılarımdan dantel mi yaptılar?

   KARAGÖZ: Ah dilini eşşek arısı sokasıca, şimdiki zamanın Karagözü, Hacivat Çelebi. Entel yahu entel. Bak şu keçi sakallı, at kuyruklu amcalara? İşte onlar senin nesebinden. Evet ben kendimin kötü bir kopyasıyım. Bunlar da senin kötü kopyaların. “Ne oldu bize” deyip sızlanmayı bırak, zamana uy! Zamana teslim et kendini; alsın seni de sürüklesin içinde. Bırak fikir cigaloluğunu, zihin zamparalığını. Zamparanın kendisi ol. Gel şu kulpun bir ucundan da sen tut. Benim salak Hacivatım, deveyi hamuduyla yut.

   ENTELLERDEN BİRİ: Moruk, ne cinsler dadanmaya başladı buraya ya. Kalite decenere oluyo be abi. Takılcak başka bir yer bulak! Emmi maskeli balodan mı? Baba, bu bizim atamız Hacivat Çelebi değil mi yav... Hocam, gel masamıza şeref ver, onur konuğumuz ol. Oğlum babaya fındık, fıstık bir de içecek şeyler getir. Üstat, şu reaksiyoner ve alternatif giyim kuşama bak! Çok konkstürüktif ve spekülatfsin be ağbi!

   HACİVAT: Karagözüm, iyi saatte olsunlar mı bastı perdeyi? Elemtere fiş, tu, tu, tuu! Ne diyo bunlar?

   Hakan POYRAZ, Hacivat’ın Hüznü, Vadi Yay. Ankara, 2002, s.39-46

   Hacivatın Hüznü, Türkiye Yazarlar Birliğinin her yıl verdiği "Yılın Yazar Fikir Adamı ve Sanatçıları Ödülleri"nden 2002 yılı "Deneme" dalında ödül almıştır..

  

   İSLAM, DİN ADAMLARI VE TİYATRO

   Büyük Fransız tiyatro bilgini Profesör Gustave Cohen her din dram doğurtucusudur ve her tapınış kolaylıkla ve kendiliğinden dramatik ve tiyatro görünüşü kazanmıştır, diyor.Bu görüş eski totemci topluluklar ve eski Yunan gibi çoktanrılı dinler bakımından yüzde yüz doğru olmakla birlikte acaba Hristiyanlık ve İslamiyet için doğru mudur? Gerçi bir Hristiyan dramı ve tiyatrosu yaratılmıştır, ancak bu hiç yoktan var olmuş, özgün, kiliseden fışkırmış bir tiyatro mudur, yoksa daha önceden de var olan kilise dışındaki kaynaklardan ve kiliseye rağmen mi çıkmıştır? Araştırmalar bu ikincinin doğru olduğunu gösteriyor. İslâma gelince, hiçbir islam ülkesi ne özgün, ne de bir başka dram örneğinde bir dram yaratabilmiş değildir. Bir bakıma Şii inancında görülen taziyeler ileri sürülebilir. Bunun dışında islam ülkeleri kendi dramlarını yaratamamışlardır. Bunun çeşitli nedenleri vardır.

   Bunun başında İslam ülkelerinin ilişki kurdukları uygarlıkların gelişmiş bir tiyatroları olmayışı, özellikle Yunan dramını tanımamış olmaları gelir. Yunan tiyatrosu dokuzuncu ve onuncu yüzyılda sona ermiştir. Eflatun’u, Euclide’i, Ploteme’yi tanıyan Arap dünyası Sophocles’i, Europides’i, Aristophanes’i tanımadı. Aynı şeyi Türkler için de söyleyebiliriz. Yunan dramının mirasçısı olan Bizans’ta uzun ömürlü bir imparatorluk olmasına karşın bu önemli kaynağı sürdürecek bir tiyatro yaşamı yoktu. Gerçi günümüze değin gelen ve köylerde görülen eski bolluk törenlerinin kalıntıları vardı, ama kent-köy kültürlerinin birbirlerinden kopmuşluğu bu kaynaktan da yararlanmayı engellemiştir. Oysa Hristiyan dramının Avrupa’da gelişmesinde bu bolluk törenlerinin kalıntılarının, seyirlik köylü oyunlarının büyük katkısı olmuştur.

   Bir görüşe kulak verirsek kadın ve erkeğin bir arada bulunmalarına karşı konulan sınırlamaların da payı vardır. Ancak bu öylesine önemli bir engel sayılmamalı. Özellikle Asya ülkelerinin zengin dramalarında da kadına yer tanınmadığı gibi, Avrupa tiyatrosunun da bir çok dönemlerinde kadın sahneye çıkmamıştır.

   Daha başka nedenler de aranıp, bulunup söylenebilir. Fakat İslâmın bir dram yaratamamasının en büyük nedeni İslâmın inanç ve dünya görüşünde dram ve tiyatroya aykırılıklar bulunmasıdır. İslamda Tanrı bütün varlıkları yoktan var eder, bu varlıkların tümü gelip geçici, oysa Tanrı kalıcıdır, önsüzdür, sonsuzdur. Tanrı yeri göğü kendi yasalarına göre yönetir. İşte bu temel ilkeler açısından Tanrınınki gibi bir yaratıcılık etkinliği olan ve canlı varlıkların benzetmecelerini yapan türden sanat kollarına yer yoktur. Bunların başında resim ve heykel gelmektedir. Gerçi resim ve heykel bakımından Kur’anda herhangi bir yasaklamaya rastlamayız. Buna karşın çeşitli hadisler buluruz. Bunlardan birine göre yargı günü gelince, cehennemin cezası ressam için ölçüp biçilecek ve kendisinden yarattığı biçimlere can vermesi istenecektir, oysa onun hiçbir varlığa can verecek gücü yoktur. Canı olan bir biçim yaratmakla Yaradan’ın yaratıcılık görevine karışılmış olunuyor. Arapçada ressama “musavvir” denilmektedir, aynı kelime Fars, Türk ve Urdu dillerine de girmiş, biçim veren, biçimleyen anlamına geldiği için heykelci, yontucu için de kullanılmıştır. Öte yandan “musavvir” Kur’anda Tanrı’nın bir niteliğidir, bunun insanoğlu için kullanılması hoş karşılanmamıştır. Çeşitli hadislerde ele alınmış bu konu daha sonra hukukta da işlenmiştir. Nitekim 13. yüzyılın büyük hukukçusu Navavi, çağının ve özellikle Şafii inancının görüşünü belirtmektedir. Onun görüşüne göre canlı varlıkların resmini yapmak büyük günahtır. Hangi maddeden olursa olsun Tanrı’nın yaratıcı etkinliğine özenmek sayılacağından benzetmece yasaktır. Buna karşın bir ağaç, bir deve semeri gibi cansız şeyleri benzetmece yasak değildir. Üzerine canlı bir varlığın resmi çizilmiş eşyayı kullanmak da aynı gerekçeyle yasaktır. Burada gölge düşüren ya da gölge düşürmeyen gibisinden bir ayrım yapmak yolu da kapalıdır. Bazıları yalnız gölge düşüren cisimlerin benzetmecesini yasaklayıp, gölgesi olmayanlarda bir kötülük görmemektedirler. Oysa Peygamber ve gelenekler böyle bir ayrım yapmamışlardır. Özetlemeye çalıştığım bu görüş daha çok aşırı bir anlayıştır. Resimler karşısında yalnız Arapların değil Yahudilerin de takındığı bu çekingen tavrın bir nedeni de resimlerin ve heykellerin büyüsel özelliklerinden korkudandır. Resmi, heykeli yapılanın kişiliği bu cisme geçer ve bu cisim büyü gücü kazanır. Ancak bazı durumlarda izin verildiği de olmuştur. Nitekim kız çocuklarının bebeklerle oyalanması hoş görülmüştür. Ne var ki burada bebek puta taparlık olarak görülmemiş, kız çocuğunda annelik duygusunu geliştirmesi aranmıştır. Kız çocuklarının oynadığı bebekler gibi İslam ülkelerinde asıl konumuz olan gölge tiyatrosu da hoşgörüyle karşılanmıştır. Bu hoşgörünün nedenlerine inmeden gölge tiyatrosunun tarihi üzerine önemli araştırmalar yapmış olan Dr. Georg Jacob’un Araplarda dramatik eğilimin yokluğunun nedenlerini ortaya koyan düşüncelerini özetleyelim.

   İslâmın yaşam görüşü, salt Tanrı ve yazgı anlayışı, bireyin “muharrik” le (Tanrısal oynatıcı) çatışmasına, ona baş kaldırmasına ya da istem ile ödev arasındaki çatışmaya, dolayısıyla dramatik kavrama karşıdır. Dramatik sanatın en bireyci türü olan tragedyayı beğenmek, duyguda ve düşüncede edilgin olan Arap için saçma gözükecektir. Tragedyada umutsuz ve başarısız da olsa yaşam savaşının korkucu vericiliğinin, soylu bir düşüşün, yenilginin yarattığı beğeni Arap dünyası için yabancıdır. Arap dünyasının örnek kahramanı kendini böylesine boşa harcamayacak denli işini bilir ve Arap şairi de kahramanını yaratırken onu boşu boşuna yazgıya, alınyazısına meydan okutmayıp, işi kitabına uydurur. Kişinin kendi yaşam çizgisini belirleyip kararlaştırması Arap’ın hiç düşünmeyeceği bir iştir. Bu yolda Tanrı’nın gücünden başka güç tanımaz. Arap’ın gözleri yalnız en yakına, süsten öteye geçmeyen ayrıntılara dikilmiştir. Bütün Arap sanatı süsleyici ayrıntılarla meydana gelir. Düşünüş yöntemi de “epik” tir. Çabuk gelişmelere karşıdır. Aynı motifin birikiciliği, yinelenmesi hiçbir zaman bıktırıcı ya da kötü sanatın kanıtları sayılmaz onun gözünde, tersine o bunları en etkili sanat ilkesi kabul eder. Dramatik bir özellik olan olaylar dizisinin gelişmesinde çabuk eylem Arap için hoşa gitmeyen bir özelliktir. O her şeyi “epik” bir solukla söyler, daha önce olmuş bir olaya dönüş yapmak gerektiğinde her şeyi yeni baştan alıp usanç vericilik kertesinde anlatmaktan çekinmez. Olaylar dizisinde gerilim onun bilmediği bir şeydir. Bir konu buldu mu tükeninceye dek bu konu üzerinde işlemeler, çeşitlemeler yapar. Bu özellikler en çok Arap müziğinde karşımıza çıkar. Aynı ton dizilerinin durmadan yinelenmesi, aynı ezginin bir düzine notada sonsuz çeşitlemelerini yarım saat dinlemek Avrupalının kulağında umutsuzluk, bıktırıcılık izlenimi yaratır. Oysa Doğulu bunu dinlemeye doymak bilmez.

   Dr.Jacob’un bu açıklamasının en ilginç yanı Arap ve İslam dünyasının daha çok epik anlatışa yönelişidir. Nitekim dramatik bir yönteme başvursa da İslam ülkelerinde hâkî, Râvî, nakkal, kıssahan, gazelhan, efsane-gûyende, meddah gibi çeşitli adlar altında hep hikaye anlatana rastlamamız da bu görüşün sonucu değil midir?

   Yukarıda da belirttiğimiz gibi gölge tiyatrosu İslam ülkelerinde yüzyıllar boyunca hoşgörüyle yaşamış, bir çeşit dokunulmazlık kazanmıştır. Bu türün savunulması için her şeyden önce gölge tiyatrosundaki görüntülerin cansız oldukları, dolayısıyla tek ve biricik yaratıcı olan Tanrı’nın işine karışılmamış olduğuna kanıtlar ileri sürülmüştür. Nitekim gölge oyunundaki görüntülerde ip takmak ya da değnek geçirmek için bir delik bulunur, hiçbir canlı böyle bir delikle canlı kalamayacağına göre bu görüntüler canlı ya da canlıyı benzetmece sayılmazlar, sayılmayınca da Tanrı’nın işine karışmak gibi bir saygısızlık da düşünülemez. Nitekim düşünür İbnül Arab, 13. yüzyılda bu oyunlarda öğrenek yanı bulmuştur. Perde arkasında oynayanlar yapıntı belirtileridir, bu onların gerçek biçimleri değildir. Seyirci gerçek olmayan bu görüntülerin ardında Tanrısal gerçeği seyre dalar, aynı zamanda tıpkı bu görüntüleri oynatan hayalci gibi Tanrı’nın da insanları böyle yönettiğini kavramış olur. Nitekim tasavvuf da gölge oyununda kendi görüşlerini açıklamak için bir dayanak bulmuştur. Örneğin 12. yüzyıldan Ömer İbnül Farız Ta’iyyat-el Kübra adlı eserinde insan ruhunu, görüntüleri perde arkasında oynatan hayalciye, perdedeki görüntüleri ise bedene benzetmiştir. Perde kalkınca gerçek olarak yalnız oynatan kalacaktır, böylece ruh ile Tanrı’nın bir olduğu meydana çıkacaktır.

   Nitekim Eflatun da Kanunlar (M.Ö 644-645) adlı eserinde kuklaya ya da gölge oyununu görüşüne bir dayanak noktası yapmıştır. Evren büyük bir tiyatro, insanoğlu da ipleri Tanrı’nın elinde olan kuklalar gibidir. Sanatçı da yaratıcı olan Tanrı’nın bir rakibidir. Yalnız burada Eflatun’un örnek aldığı kuklanın nasıl bir kukla oyunu olduğu tartışma götürür. Bu mağara alegorisinde seyirciler mağarada kuklalara sırtlarını dönmüşler, onların bir sinema gibi karşılarındaki perde üzerinde yansıtılan gölgelerini seyrederler. Bunun da bir gölge oyunu türü olduğunu kabuledebiliriz. Nitekim Cava’da Wayang adı verilen kukla da eskiden oynatıldığı biçimde kutsal sayılan kuklaları kadınların görmesi yasaklanmış, bu nedenle erkekler kuklaları yüzü dönük seyrederken, kadınlar bunları arkaları dönük, yalnız bir perdede yansıtılan gölgelerini seyrederlermiş. Eflatun’un seyircileri de bacakları ve boyunları zincirle bağlı olduğu için arkalarındaki kuklaların gerçeklerini göremeyip, önlerine yansıtılan gölgelerini görüyorlar.

   Bunun bizim bakımımızdan ilginç bir yanı vardır. Evliya Çelebi iki tür gölge oyunu oynatıcısı olduğunu söyler, bunlardan birini “hayal-i zılciyan”, ötekisini “hayal-i zıl-i tasvirciyan” diye adlandırır. Bunlardan biri bildiğimiz Karagözdür, ikincisinin ise yukarıda açılandığı gibi sinema gibi karşıya yansıtılan bir gölge ya da gölge düşürme oyunu olduğuna inanmak için kanıtlar vardır.

   Türklerde de gölge oyunu böyle dinsel ve tasavvuf öğreneği olarak korunabilmiş ve bir dokunulmazlık kazanmıştır. Karagözde perde gazellerinde bu tasavvuf anlamı ve öğrenek değeri belirtilir. Ayrıca çeşitli şiirlerde Karagözün bu yönü üzerinde durulmuştur. Sacit divanından alına şu mısraları bir örnek olarak verebiliriz.

   Bu bir zılli hayaldir kim hayal içre hayal oynar

   Ne ten oynar, ne can oynar, meyâli-bîmeyâl oynar

   Verâya perdeden söyler hurûfu, gece gündüz

   Ne hurşitten menazildir ne encüm, ne hilaf oynar

   Gör ol hengame-i ibret, ne yazmış levhine seyret

   Çekil vahdet gözünden bak, eyâ gafil ne hal oynar

   Dil ol bir nükteyi yarla, bu meydanı hakikatte

   Bu bir resmi hayaldir, ehline amma kemal oynar

   Ne ağla, başıan gülme, ne gör, görme, bilip, bilme

   Ana-vi maderinden geç bu fasılda ne el oynar

   Bu esrarı aref remzi, hayali perdeden geçmiş

   Bulursa ehlini mana meali bin meâl oynar

   Sana senden yakup şem-i görün Sacit hayal görme

   Yıkıp perde-i darayı felek efser zeval oynar.

   Türkiye’yi incelerken burada gerek Karagöz gerekse başkaca dramatik gösterileri Türkiye’de din adamlarının nasıl karşılandıklarını görelim. Bunun için en iyi kaynak fetvalardır. Müftüler güç soruların şer-i yasalara, kanıtlara dayanarak, bunlardan kendisine sorulan olaya uygun olanını bulup çıkarırlardı. İşte gerek gölge oyunu gerek çeşitli taklitli seyirlik oyunlar için sorulan sorulara fetvalarda verilen cevaplar gösteriyor ki Türkiye’de din adamları ancak belirli durumlarda bu olaylara yasaklayıcı, kınayıcı bir tavır takınmışlardır. Daha çok eğitim, din, adalet gibi saygı duyulması gereken kişi ve kurumların alay konusu edildiği durumlarda bu oyunları hoş karşılamamışlardır, yasaklama gerekçeleri bu kişilerin ve kurumların saygınlığını koruma yolunda verilmiştir. İşte bunlardan bazı örnekler görelim. Önce meddahlık için bir Ebussut fetvasını görelim. Dinleyenler kendilerini meddahın öyküsüne öyle kaptırıyorlar ki namazı unutuyorlar:

   Mesele: Kıssahan olan zeyd, Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)in ammi olan hazret-i Hamza’ya bazı kizbler isnad edip, “anın asrında bir kafir padişahı-neüzü billahi te’laa-uluhhiyet da’vasın eyleyip varidi” deyip, ol mel’unun ağzından-ne’üzübillah “ben Hamza’yı âsi yarattım hikmetim böyledir, filan pehlivanı mutî yarattım o benim cennetime dahil oldu” deyip, “hazret-i Hamza’nın Kasım ve Bedî olup iki oğulları var idi” deyu birbirine hasım eyleyip, cenk ettirip, müstemi olan bazı Bedî’a ve bazı Kâsım’a meyl edip birbirlerine bu’z ü adavet eyleyip, mezhür zeydi istima ederlerken bazı ikindi namazın ve bazı akşam namazın tek edip, ve bazı vatk-ı mekruhta namaz kılsalar vech-i meşruh üzre cemiyyet eden Zeyde ve daimi varıp istima edenlere ne lazım olur?

   Elcevap:Hakim Zeydi ta’zir-i şedid ve habs-i medid ile iftiradan men edip, idlâl ettiği ehl-i hevâ ve dalâl dahi tevbe ve istiğfar edip, kendi hallerinde olmak lazımdır.

   Ebussuut Efendi fetvaları arasında Karagöz ile ilgili üç fetvayı görelim. Bunlardan ilki şöyledir:

   Mesele:Zeyd-i ekâbir meclisinde vâki olup gece ile hayâl-i zıll dedikleri oynayıp, def’ine kâdir olmayıp ve kalkıp gidemeyip, igmâz-ı ayn edip, sabah istiğfar eylese, şer’an nesne lazım olur mu?

   Elcevap:Hitâbeti Hak te’âlâ hazreti azamet ve heybetin ol ek’akibir dediği harir kulunun azamet ve heybetinden gâlip bilip ana göre amel eder bir müslime verilmek lazımdır.

   Ebussut fetvaları arasında bu yazıda belirtildiği gibi Karagöz oyununun öğrenek değerini belirtenler vardır. Nitekim:

   Mesele:Hayâl-i zıll için bazı ehl-i basiret

   (Rayetu hayâl al-zılli ekbera ibrâtın

   Limen huva fi ilmil-hakikatı râkı

   Şuhusu ve eşbahun temerru ve tankadi

   Vatefna serian vel-muhariku bakî.)

   (Çeviri:Gerçek biliminde yükselmek isteyenler için gölge oyununda büyük öğrenekler olduğunu gördüm. Kişiler, kalıplar gölge gibi gelip geçiyor ve çabucak yok oluyor onları oynatan ise durucu kalıyor.)

   demiştir.

   Hem “mahal-i ibrettir” deyu buyurduğu vâki midir?

   Elcevap:Vaki’dir, erbab-ı besâir-i selimiye ibret-i acibedir.

   Öğretmen ve öğrencilik ilişkisinde saygınlık arandığı için öğretmeni ve öğrenciyi alay için taklit edilmesini Şeyhülislam Yenişehirli Abdullah Efendi bir fetvasında şöyle kınıyor:

   Mesele:Müslim geçinen zeyd-i mukallid gece ile helva sohbetinde taklid ederken başına sarık sarub ve mekteb hocası gibi eline bir çubuk alub ve birkaç uşakları önüne oturtub malâya’ni türrehat söylemeyi ta’lim edüb söylemeye kadir olmayanlarını falakaya koyub bunun emsali masharalık ile istihza-i ilim edüb ve mecliste bulunan müslümanlar dahi safalanub bilihtiyar dahkeyleseler zeyd’e ve ol müslümanlara ne lazım olur?

   Elcevap:Cümlesi kâfir olurlar, tecdid-i iman ve nikah ve tazîr lazım olur.

   Din ve Kur’an okumakla taklit yoluyla alay edilişine karşı yine Abdullah Efendi şu fetvayı vermiştir:

   Mesele:Zeydi müslüm mukallidlik ederken Kur’an-ı azimüşşandan nice ayatı kerimeyi mizah vechi üzere okuyup ve namazı istihza ettikte ol mecliste bulunan müslimin safalanıp ihtiyâren dahketseler zeyde ve ol mecliste bulunan müslime ne lazım gelir?

   Elcevap:Zeyde ve müslimine tecdidi iman ve nikah ve tâziri şedid.

   Yalnız Müslümanlığı değil başka dinlerin ve din adamlarının da taklit yoluyla alaya alınması hoş görülmemiştir. Nitekim bir kitapta şöyle söyleniyor:

   Bir kimse mecusî şapkasın giyse veyahut kenduyi yahudiylere teşbih eylese veyahut nasranilere teşbih eylese, mizah târiki üzre veya latîfe târiki üzre, kâfir olur.

   Bunun gibi kadı, din adamı gibi saygın kişilerin de kendilerine yakışmayacak taklitler yapması hoş karşılanmamıştır. Nitekim bir fetva şöyle söylüyor:

   Mesele:Kuzzat taifesinden Zeyd, bazı kibar meclislerinde nâssı taklid ve masharalık edüp ve hikayat-ı kâzibe nakletmek adeti olub muskıt-i adalet olan bazı menahiden içtinabı olmassa Zeyd’e taklid-i kaza caiz olur mu?

   Elcevap:Olmaz

   Yalnız din, öğretmenlik gibi konulara değil, adalet organlarına da saygısızlık hoş karşılanmamıştır. Kadı ile davacıyı taklit eden bir oyunu bir fetva şöyle anlatıyor:

   Mesele:Zeyd’in ettiği düğün gecesinde cem’i olan müslimin, temaşa için getürdikleri müslim lûubbazlar, bazı oyunlarda başlarına kâfir şapkası giyüb oynayub ve bazı oyunlarda içlerinden birine büyük dülbend giydürüb Kadı namında olub ve bazı Müddei namında olub, suhriye tarikiyle dava ve hükümet suretinde mizah ile lûub-i ahara muntazır olsalar şer’an ol lûubbazlara ve etrafında olub hazz-ı dahk edenlere ne lazım olur?

   Elcevap:Tecdid-i iman ve nikah lazım. Vülat-ı emre meni ve zecirleri ve her mü’mine inkarı lazımdır ve vacibdir.

   Şeyhülislam Yahya Efendi’nin bir fetvası bir mahallenin müezzininin oyunculuğa özenişi, maske takması için şunları yazıyor:

   Mesele:Bir mahallenin müezzini olan Zeyd, eyyam-ı iydde salınacak kurub papas takyesini başına geçirüb ve burnuna masnu kafir sureti geçirüb papas şekline girüb halka oynayıverse Zeyd’e ne lazım olur?

   Elcevap:Azil ve ta’zir ve tecdid-i iman ve nikah lazım olur.

   Ancak bazen fetvalarda ille de böyle saygın kişiler, uğraşlar ya da kurumlarla alay olmasa da taklidin hoş görülmediğine rastlıyoruz. Nitekim İbn-i Kemal’in şu fetvası gibi:

   Mesele:Bir müslüman başıan şapka giyüb kaftanın tersini giyüb oynasa şer’an ne lazım olur?

   Elcevap:Tecdid-i iman gerektir.

   Örnekleri çoğaltabiliriz. Din adamlarının görüşleri yalnız tiyatro olayları karşısındaki davranışlarını göstermekle kalmıyor, ayrıca bize çağlarının tiyatro olaylarını, bunların konularını da bildirmekle aydınlatıcı, bilgi verici bir görevleri oluyor. Böylece bu oyunlarda kılık değişikliği, maske ile kadı ile davacıyı, öğretmenle öğrenciyi, din adamlarını taklit ettiklerini öğreniyoruz. Nitekim bu bize başka ülkelerin oyunlarıyla karşılaştırmalar yapmakta da yardımcı oluyor. Örneğin Türkistan’da da hekimle hastası, kadı ile davacı, öğretmenle öğrenci gibisinden günlük yaşamdan alınmış oyunlar oynandığını biliyoruz. Bizans’ın tiyatro yaşamı üzerine bilgiyi de yine din adamlarının bu tür yasaklamalarında buluyoruz. Ancak bu fetvalardan öğrendiğimize göre din adamlarının Türkiye’de tiyatro olayları karşısındaki tutumu hiç de olumsuz sayılamaz. Çoğu kez yasaklamaların din adamlarından çok toplumun ahlak koruyuculuğu, düzen bağının gözetilmesi gibi gerekçelerle din dışı çevrelerden geldiğini biliyoruz. Bu çevrelerin tutumu ise ayrı bir yazı konusu olabilir.

   Metin And

   Türk Dili Dergisi No:189 Haziran 1967

   KARAGÖZ ELDEN GİDİYOR MU?

   Yunanlı dostlarımız Paris’teki Milletlerarası Tiyatro Festivaline bizim Karagöz ile gidiyorlarmış, giderler. Karagöz’e Yunan icadı diyorlarmış, derler. Çünkü yemeyenin malını yerler.Kızmaya,söylenmeye hiç hakkımız yok.

   Karagöz bizim tapulu malımızdır ama kıymetini bildik mi, garp dünyasında üç beş bilim adamından başkasına Karagöz’ün bizim malımız olduğunu iyice anlatabildik mi? Hayır. O halde ne diye dövünüyoruz?Yemeyenin malını yerler,malına sahip olmayanın elinden bir punduna getirip tapusunu bile alırlar.

   Ben bu işi biraz yakından bilirim de, onun için böyle kötümserim.Karagöz’ün bizde can çekiştiği bir devirde, bundan on yıl evvel Paris’te bulunuyordum.Büyük Türk dostu Gabriel ile birlikte Paris Üniversitesinde Türk kültürüne dair bir konferans serisi tertip ettiğimiz zaman, Karagöz mevzuu da bana düşmüştü.Tarihinden başlayarak felsefesine kadar işlediğim bu mevzuu üç konferansa sığdırdımdı.Memlekete dönünce de, o zamanlar Basın-Yayın Umum Müdürü olan dostum Halim Alyot, büyük bir anlayış ve kadirşinaslık göstererek,bu konferansları, renkli Karagöz tasvirleriyle birlikte, hakikaten övünülecek bir baskı nefasetiyle neşretti.

   Eserin Fransızcası çabucak tükendi.İsveçceye,Arap ve İbrani dillerine tercüme edildi.Dünyanın her yerinden mektup üzerine mektup yağdı.Meraklılar,tiyatro tarihine dair eser yazmak isteyenler,muhtelif üniversitelerde doktora hazırlayanlar,amatör ve profesyonel tiyatro teşekkülleri, ilânihaye, benden ve Basın-Yayından mütemadiyen kitap istiyorlardı. Dostum Halim Alyot, eseri İngilizceye tercüme ettirerek yeniden bastırdı ve her tarafa gönderdi.Ama binlerce nüsha çabucak dağılıverdi ve tükendi.

   Geçen yıl Rumenlerin daveti üzerine Bükreş’teki Milletlerarası Kukla Tiyatroları Festivaline giderken, oradaki meraklılara dağıtmak üzere birkaç nüshasını götüreyim, dedim. Bana kalmadı,yeniden basacağız dediler.Ben de elimde kalmış bulunan son birkaç nüshayı götürüp dağıttım.Fakat herkes istiyordu.Her memleketin kendi kukla tiyatrosuna dair kucak dolusu kitap ve broşür dağıttığı bir festivalde:

   -Efendim, biz bu Karagöz’ün tab’ını henüz yapamadık,buraya da Karagöz oynatacak birini getiremedik demenin zorluğunu siz tasavvur edin.

   Yine geçen yıl, Belçika’nın Liege şehrinde, Bükreş’dekine benzer bir kongre ve festival yapıldı.Karagöz’e dair bir konferans vermek üzere davet edildim, fakat gidemedim.Bugünkü günde Belçika’ya gidip gelmek kolay değil.Dışarıda memleket propagandasını düzenlemek mevkiinde bulunanların nasıl çalıştıklarını, hangi plan ve programla iş gördüklerini kimse bilmez. Hani öyle kimin neyi bildiğini, kimin nereye ne işi için giderse muvaffak olacağını kestirebilen bir propaganda teşkilatımız henüz kurulmamış ki, böyle fırsatlardan istifade edip kültürümüzü dışarda ehil insanlarımızla tanıtalım.

   Şu Karagöz misalinde de öyle olacaktır tabii.Biraz telaşlanacağız,Paris’te kültür veya basın ataşesine telgraf çekeceğiz.Aman, gözünü aç da Karagöz’ü Yunanlılara kaptırma diyeceğiz.Ama ataşe ne yapsın?Karagöz hakkında ne bilir ki, gidip dert anlatsın?Hem sonra, programı aylarca evvel hazırlanmış bir Milletlerarası Tiyatro Festivalinde Yunanlı dostlarımızın Karagöz oynatmasına nasıl ve ne hakla mani olabilir?

   Biz dışarıdaki propagandamızı, içerde perde arkasında Karagöz oynatarak tertipledikçe kültürümüzün tapulu mallarını birer ikişer başkalarına kaptırmağa mahkumuz efendim.Bilmem anlatabildim mi?

   YUNAN KARAGÖZÜ

   Bizdekinin aksine Yunanistan’da bugün dahi bu sanat hayli rağbettedir.Gerek Atina’da gerek diğer şehirlerde mesleğinin ehli birçok Karagözcü bulunur ve bunlar mini mini tiyatrolarda ve bazen de halk kahvelerinde sanatlarını icra ederler.

   Fakat Karagöz, Yunanistan’a Türkiye’den gitmiştir.Bu Yunanlıların da bildiği ve itiraf ettiği bir hakikattir.Nitekim Caimi adlı bir Yunanlı müdekkikin 1935 de neşrettiği “Karagöz-Yahut hayal perdesinin ruhunda Yunan komedisi” adlı Fransızca eserde bu hususta gayet enteresan tafsilat vardır.Müellife göre Kalamata’lı bir Rum olan Vrahalis, 1860 da İstanbul’dan kalkıp Pire’ye gelmiş ve gümrük binasının karşısındaki kahvede ilk Karagöz perdesini kurmuştur.Bir müddet sonra da Atina’ya gidip sanatına devam etmiştir.

   Perdesini Yunanistan’da kuran Karagöz’ün bütün eşhası ve repertuarı, başlangıçta bizimkilerin aynı olduğu halde, çok geçmeden, Yunan sanatkarları hayal oyununu kendi cemiyetlerine intibak ettirmeye başlamışlardır.Böylece zamanla eski tasvirler değişmiş, tipler çoğalmış, repertuar zenginleşmiştir.Karagöz’le Hacıvat bile yalnız isimlerini muhafaza edebilmişler, fakat şekil-şemail, kılık-kıyafet ve bilhassa karakter bakımından bambaşka tipler olmuşlardır.Mesela Yunan hayal perdesinin Karagözü gaga burunlu,tüysüz ve kamburcadır.Hacıvat ise daima kılıktan kılığa girer.Bunlardan başka paşa,vezir,derbend ağası gibi birkaç Türk tipi daha kalmıştır.Şunu da hemen söyleyelim ki bu Türk tipleri arada bir sarakaya alınmalarına rağmen hiç de haysiyet kırıcı vaziyetlere sokulmazlar, bilakis Türk vezir ve paşalarının şahsında milletimize has kahramanlık, civanmertlik ve adalet ehemmiyetle belirtilir.

   Yunan Karagözcüleri bir asır içinde Karagözün teknik tarafını da bir hayli değiştirmişlerdir.Perdeyi genişletmişler,tasvirlerin boyunu bir metreye kadar çıkarmışlar,onları süratle ters-yüz edebilmek için değneklerin sokulduğu delikleri kenara almışlar, dekor ve aksesuara ehemmiyet vermişler ve böylece hayal perdesini sinema ile rekabet edebilecek mükemmeliyete getirmişlerdir.

   Asıl marifetleri, perdeye daima aktüaliteden alınma yeni tipler sokmaları, repertuarlarını günün icaplarına göre sık sık tazelemeleri, memleketin iç politikasını çok canlı bir şekilde hicvetmeleri olmuştur.

   Şu halde, bugün artık bir Yunan Karagözünden bahsetmek, asla boş bir iddia değildir.Gerçi kendilerinin de itiraf ettiği gibi, Karagöz Türkiye’den gelip bu memlekete yerleşmiştir, fakat bir asır içinde, Yunan sanatkarlarının bu oyunu kendi memleketlerine intibak ettirmeleri ve daima yenilik peşinde koşmaları sayesinde, Yunan Karagözü bizimkinden bambaşka bir istikamette gelişme imkanlarına kavuşmuş ve hayatiyatını muhafaza etmiştir.

   Karagöz ise bizim icadımızdır ve bugün elimizde bunun böyle olduğunu isbat eden çok eski vesikalar vardır.Bazıları ta 11. ve 12. asırlara kadar giden bu sağlam vesikalar elde bulundukça kimse Karagözün bizden tapusunu alamaz.Alamaz, ama bu oyunu kendine uydurmak ve geliştirmek de her milletin hakkıdır.Eğer biz cetlerimizin derin bir felsefe ve ince bir nükteye sardıkları bu güzel oyunu zamanla hor görüp bir kenara atmışsak, bunun vebali sadece bize aittir.

   O halde Yunanlılar Paris’teki Tiyatro Festivaline Karagözle gidiyorlar diye boş yere öfkelenmeyelim de, şöyle külahımızı önümüze koyup derin bir düşünceye dalalım.Belki böyle bir düşünce sonunda bizi delaletten kurtaracak bir çare keşfederiz.Kimbilir?

   KARAGÖZ NASIL DİRİLİR

   Ta Katip Salih devrinden düne kadar tecrübesini yaptık ve nihayet açıkça gördük ki, Karagöz’ü diriltmeye tek adamın gücü yetmez. Dirilmese sanki ne olacak demeyin. Böyle düşündünüz mü, bugün Karagöz, yarın dil, öbür gün tarih ve edebiyat, hâsılı milli kültür namına elde ne varsa hepsi kayıplara karışır ve bizler de Dıral Dedenin düdüğü gibi ortada kalırız. Başka memleketler, kültür dağarcıklarına bir yerine dokuz düğüm vururlarken, bizim böylesine hovardalığa kalkmamızı ne tarih, ne de yarınki Türkiye affeder.

   Gerçi Karagözü diriltmek tek adamın harcı değildir, fakat hükümet isterse bunu yapabilir. Nasıl mı yapar? Şöyle; Kesenin ağzını açarak, geniş çapta bir Folklor Enstitüsü kurar. Bu Enstitünün türlü şubeleri arasında bir de halk tiyatrosu branşı bulunur. Rolü eski orta oyunu ile Karagözü tetkik etmek ve diriltmek olan bu şubenin başına işin tam manasiyle ehli biri getirilir ve ona tam salahiyet verilir.

   Bu adam-ki elinin altında orta oyunu ile Karagöze dair her nevi vesika vardır-, şöyle etrafına bir göz atar, memlekette nükte ve icat kabiliyeti ile tanınmış kim varsa hepsini bir toplantıya çağırır.Böyle bir toplantıda eski Karagözcülerle birlikte mizah edebiyatının tanınmış simaları, karikatüristler, bazı tiyatro rejisör ve sanatkarları, bestekarlar, ressam ve dekoratörler bulunur.

   Bugünün zevk ve anlayışına göre bu iki oyunda ne gibi yenilikler lazımsa düşünülür, konuşulur. Mesela Karagözde perde mi genişletilecek, tasvirlerin boyu mu uzatılacak, Küşteri meydanı dekorlarla mı donatılacak, yeni tipler mi yaratılacak, yeni fasıllar mı düzülecek ilh, birer birer ele alınır ve bir neticeye bağlanır. Keza temsillere nasıl bir müzik girecek, ışık oyunları, gürültüler nasıl tertiplenecek ilh, bunlar da aşağı yukarı tesbit edilir.

   Bu iş tamamlandı mı, denemelere geçilir.Enstitünün emrinde, küçük de olsa bir sahne bulunur.Mizahçılar yeni tipler yaratırlar, karikatürcüler yeni tasvirler çizerler, bunlar deriden imal olunur, rejisörler perdeyi donatırlar, ışıkları düzene sokarlar.Yeni fasıllar, eskilerin ruhunu bilip de yaratma kabiliyetine sahip olanlar tarafından kaleme alınır ve taklit yapmasını becerenler tarafından da oynatılır. Denemelerde, bütün teferruat gayet sıkı bir sanat kontrolünden geçer. Netice hoşa giderse ortak halkın takdirine arz edilir.

   Bununla da iş bitmez. Enstitü durmamacasına bu mevzuu işleyerek her gün biraz daha kemâle vardırmaya çalışır.

   Adam, işimiz yok da Karagözle mi uğraşacağız demek pek kolaydır. Ama bilelim ki başka memleketler kendi Karagözleriyle böyle uğraşıyorlar.işte Çekler! Kendi kukla oyunlarını modern bir sanat seviyesine çıkarmak için Prag’da Üniversiteye bağlı bir Kukla Enstitüsü kurmuşlar, harıl harıl çalışıyorlar.Profesörleri var, bu Enstitüde kukla tarihi, kukla edebiyatı, kukla mizanseni okutuyor, deneme sahnelerinde kukla oynatıyor, kukla filmleri çekiyor.Bu Enstitüde yetişen gençler memleketin her yerinde kukla tiyatroları kurup iş görüyor, sanat gösteriyorlar.

   Bizde de Karagöz’ü başka türlü diriltmenin imkanı yoktur. Abesle uğraşmayalım da, samimi isek, Türk kültürünün bu ancak zorla öldürülür büyük eserini, devlet himmetiyle, yeniden elektrik ışığına kavuşturalım.

   Prof.Sabri Esat Siyavuşgil Türk Folklor Araştırmaları dergisi No:119 Haziran 1959

  

   KARAGÖZ HALKIN SESİDİR

   ( Cumhuriyet gazetesi ropörtajı )

   Emin Şenyer geleneksel gölge oyunumuzu güncelleştirerek yaşatmaya çalışıyor

   Gözümüzde canlandıralım...Geçmiş zaman...Ramazan gecelerinde sinemasız, tiyatrosuz halkın tek eğlencesinin Karagöz olduğu dönemler... 'Göstermelik' nareke (kamıştan yapılmış bir çeşit düdük) 'zırıltısı' ve tef 'velvelesi'nden sonra Hacıvat, şarkısını söylüyor ve kimbilir kaçıncı kez 'Ne olur şu dört köşe perdede bana da bir arkadaş olsa, ah bana bir eğlence medet amannnn amannnn...' diye Karagöz'e sesleniyor. Sonra gelsin ikilinin hırgürleri, taşlamaları; gelsin gülmece, eğlenmece ve elbette düşünmece.

   Mâlum zıt karakterlerdir Karagöz ile Hacıvat, tüm çatışmaları da bunun üzerine kuruludur. Karagöz dobra, biraz patavatsız, okumamış, halktan bir karakterdir. O yüzden de başı hep derde girer, yoksuldur, işsizdir. Hacıvat ise okumuşluğundan aldığı cesaretle yabancı sözcüklerle konuşmayı pek sever. Alınteriyle kazanmaz. Karagöz'ü çalıştırarak sırtından geçinir. Düzenin adamıdır, eyyamcıdır. Çatışmaları bir yerde halkın sistemle hesaplaşmasıdır da.

   Doğu kültürlerine özgü bir sanat olan gölge oyunlarının ortaya çıkışı hakkında bir çok rivayet vardır. Birine göre, eşinin ölümüyle yıkılan Çin hükümdarı Wu'yu (MÖ 140-87) teselli etmek isteyen Şav Vong adlı bir adamın, beyaz bir perdenin arkasından geçirdiği bir kadının gölgesini ölen kadının hayâli diye sunmasıyla başlamıştır. Bir diğerine göreyse, 4. ve 5. yüzyıllarda Hindistan'dan Java'ya, oradan da batıya yayılmıştır.

   Anadolu'ya nasıl geldi?

   Gölge oyununun Türk toplumunda ne zaman başladığı da kesin olarak bilinmiyor. Çinlilerden Moğollara, onlardan da Türklere, Türk akınlarıyla da Batı'ya geçtiği düşünülüyor. Türk halk kültüründe 'Karagöz' biçiminde ne zaman ortaya çıktığına gelince; en yaygın görüş Orhan Gazi döneminde (1324-1360) Bursa-Ulucami inşaatının demirci ustası Kambur Balî Çelebi (Karagöz) ile duvarcı ustası Halil hacı İvaz'ın (Hacıvat) nükteli atışmalarından doğduğunu savunuyor.

   Bu ikiliyi dinlemek isteyen işçiler işi gücü bırakınca inşaat yavaşlar. Öfkelenen padişah ikisini de idam ettirir -kimine göre de Karagöz idam edilmiş, Hacivat ise hac yolunda ölmüştür-. Oyun daha sonra kararından çok pişman olan padişahı teselli etmek için Şeyh Küşterî'nin -günümüzde Karagöz perdesine Şeyh Küşterî meydanı deniliyor- beyaz sarığından yaptığı bir perdede çarıklarıyla iki kafadarı canlandırmasıyla ilden ile yayılır.

   Prof.Dr. Metin And'a göre, gölge oyunu, 1517'de Mısır'ı fetheden Yavuz Sultan Selim'in Memlük sultanı Tumanbay'ı Roda adasında asılışını perdede canlandıran bir sanatçıyı, oğlu (Kanuni Sultan Süleyman)'ın da görmesi için İstanbula'a getirmesiyle Anadolu'ya girer. Evliya Çelebi'ye göre ise Efelioğlu Hacı Eyvad (Hacıvat), Selçuklular çağında Mekke'den Bursa'ya gelip giden ve eşkiyalarca öldürülen Yorkça Halil'dir. Karagöz ise Bizans tekfuru Konstantin'in seyisi, Edirneli Kıptî Sofyozlu Balî çelebi'dir.

   16. yüzyılda gölge oyununun Osmanlılarda başlıca eğlence sanatlarından olduğunu gösteren Şeyhülislam Ebussuut'un (1490-1574) gölge oyununu ibret gözüyle seyretmenin cezayı gerektirmeyeceği yolundaki fetvası gibi pek çok belge bulunuyor. 17. yüzyılda Evliya Çelebi ve Naima'nın eserleriyle İstanbul'da bulunmuş Avrupalıların gezi kitapları ramazan, düğün, doğum ve sünnet dolayısıyla saray, konak ve kahvelerde Karagöz oynatıldığını doğruluyor.

   19. yüzyıla gelince; 2. Mahmut, şehzadelerin sünnetinde onbir ayrı yerde Karagöz oynattırmış. Karagözcülere ilk sansür ve ceza Abdülaziz döneminde getirilirken, 2. Abdülhamit döneminde Karagözcüler Mızıkayı Hümayun himayesine alınmış.

   Bu dönemin karagözcülerinin kimisi tekkelerden (Şeyh Fehmi, Müştak baba), medreseden (Darphaneli Hafız, Hafız Mehmet), Enderundan (Enderunlu Hakkı ve Tevfik Efendi), katiplikten (Katip Salih), cerrahlıktan (Cerrah Salih), çoğu da esnaflıktan (Yorgancı Abdullah, Çilingir Ohannes) gelmiş.

   Günümüzde sayıları çok azalan (10-15 kişi) Karagöz ustalarından olan Emin Şenyer -Hocasının verdiği mahlâs ile Hayâlî Saraç Emin- ise bir ayakkabı ustası. Dünya Kukla Oyuncuları birliği Türkiye Milli Merkezi (Union De La Marionetta-UNIMA) üyesi. Şenyer'in diğer sanatçılardan farkı, Karagöz'ü günümüzde pek tercih edilmeyen asıl şekliyle oynatması:

   'Politik konulara girmeli'

   "Gazetelerin, dergilerin, televizyonların olmadığı zamanlarda karagözcüler köşe yazarlarımız gibi siyasi ve toplumsal olayları yorumlar, kamuoyunun sesini duyururlarmış. Karagöz'ün aslı budur. Osmanlı'nın son dönemlerinde bazı Karagözcülerin taşlamalarının çok keskin bulunarak ağır cezalara çarptırılmalarıyla durum değişmiş ve suya sabuna dokunmayan çocuk oyunları şekliyle gelenekselleştirilmiş. Bugün ustaların çoğu Karagöz'ün politikayla ilgili olmaması gerektiğini savunuyor. Ben öyle oynatmayı tercih etmiyorum.; Karagöz sadece çocuk oyunu değildir; halkın sesidir de, yani gerektiğinde politik konulara da girer, girmesi de gerekir."

   Eskiden karakterleri yine tek seslendirirmiş ama bir ince saz heyeti, bir kaç tane de yardımcının yer aldığı 8-10 kişilik topluluklarla oynatılırmış Karagöz, Şimdiyse ekonomik nedenlerden bu sayı iki kişiye düşmüş. Osmanlı imparatorluğu genişledikçe Rum, Çerkez, Ermeni, Acem, Yahudi gibi tipler de zamanla perdedeki yerlerini almışlar.

   Şenyer, Karagöz'ün bugüne de pekala uyarlanabileceğini, hatta yurtdışında da farklı etnik kökenlere sahip karakterlerin oyundaki yerlerini alabileceğini söylüyor."Bu bir pop şarkıcısı, futbolcu, politikacı olabilir. Shakespeare'e bir sözcük dahi ekleyemezsiniz, Karagöz'e ise diyaloglar, tipler katılabilir. Karagöz son derece açık bir tarz, Batı tiyatrosundan üstünlüğü de burada".

   Başvurusu reddedilmiş

   Karagöz tasvirleri özel işlenmiş yarı şeffaf derilerden yapılıyor. Eskiden deve derisi kullanılırken artık büyük baş hayvan derileri kullanılıyor ve eskiden kullanılan bitkilerden elde edilen kalıcı kök boyalar yerine -Şenyer de bu yöntemle boyuyor- ecoline boyalar tercih ediliyor. Tasvirler kalıpların üzerine konularak yapılıyor. Şenyer, Metin And'ın Geleneksel Türk Tiyatrosu adlı kitabındaki bir dipnotta Atatürk Kitaplığında özgün kalıplar olduğunu öğrenmiş. Bu kalıplardan yararlanmak için başvurmuş fakat başvurusu reddedilmiş.

   "Karagöz sanatında en zor ulaşılabilen şeyler kalıplar. Bu yıl elden bir dilekçe verdim, gelen cevap şöyle; 'Karagöz tasvir çizim kalıplarının yazma eser niteliğinde olması, üzerinde tasnif ve envanter çalışmaları yapılması nedeniyle 2936 sayılı kamu kurum ve kuruluşlarına ait eserlerden faydalanma, usül ve esasları tüzüğü ve 5846 sayılı fikir ve sanat eserleri yasası, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat varlıklarını koruma yasası uyarınca kalıp çıkarılması uygun değildir. Dr. Ali Mazak- Kütüphane ve Müzeler Müdürü'.

   "500-600 tane kalıp olduğunu öğrendim ve anladığım kadarıyla bunlar çok kötü durumda, o yüzden de göstermek dahi istemiyorlar. Bunlar kültürümüzün ortak ürünüdür, hiç kimsenin malı değildir. Karagöze yapılan bir yanlışlık söz konusudur. Kültür Bakanı'na, Cumhurbaşkanı'na da yazacağım, avukat arkadaşlarıma danışarak ne gerekirse yapacağım"

   Karagöz kültürünün sonraki kuşaklara aktarılması, giderek unutulmaması amacıyla internette bir site de hazırlayan Emin Şenyer, sitesi aracılığıyla isteyen herkese tüm bildiklerini anlatmaya, elindeki her türlü bilgiyi paylaşmaya hazır.

   Ropörtajı yapan: Gamze Akdemir

   3 Ağustos 2003 Cumhuriyet Gazetesi

   KARAGÖZ OYNATIM VE FİGÜR SANATÇISI ORHAN KURT

   Karagöz musikisi ile tasvirleri yapım ve oynatımına uzun yıllarını vermiş değerli sanatçı ORHAN KURT’a bazı sorular yönelttik. Orhan Kurt yüksek inşaat mühendisidir.Türk musikisinin başarılı bir icracısıdır.Çalar ve söyler.Karagöz oyunlarına ve tasvirlerine aşıktır.Biz sorduk o cevaplandırdı:

   -Önce kısaca hayatınızı anlatırmısınız?

   Orhan Kurt :1930 yılında İstanbul’da doğdum.İnşaat mühendisiyim.Evliyim, iki erkek çocuğum var.

   -Karagöz oynatımına ve tasvir yapımına ne zaman ve nasıl başladınız?Ustanız kimdir?

   Orhan Kurt:-Efendim, benim bu sanatla uğraşmaya başlamam iki bölüme ayrılabilir. Rahmetli babam Ankara’da görevli iken büyük üstat Hayalî Küçük Ali’yi çokça dinlemiş ve seyretmiştim.Bu büyük ustanın Karagöz ve Hacıvat’a verdiği sesin çocuk kulağımda tesiri bugün dahi silinmeyen tatlı bir iz bırakmıştı.O sesi taklit ederek Karagöz muhavereleri yapmaya çalışırdım.Sonradan bu merakım uğraşıya dönüştü.Karagöz oynatmakta ustam yoktur.Sistemli bir tetkik ve çalışma ile kendimi yetiştirdim.

   Boğaziçi Üniversitesinde, kolejlerde,okullarda ve daha bir çok topluluklar önünde Karagöz oynattım.Tasvir yapımını ise Türk Folklor Araştırmaları mecmuasının 303. sayısında yayınlanan, sayın Nail Tan’ın Ragıp Tuğtekin ile yaptığı söyleşide de belirtildiği gibi Tuğtekin’den öğrendim.

   -Karagöz figürleri üzerinde ne gibi çalışmalarınız oldu?

   Orhan Kurt :Bilindiği gibi bu figürler otantiktir.Milletimizin malı olduğu kadar da eski bir tarihi vardır.Yüzlerce senedir Karagöz’e emek veren sanatkarlar aynı zamanda bu figürleri geliştirmeye ve güzelleştirmeye çalışmışlardır.Ben de bu yoldan hareket ederek figürlerdeki etnoğrafik hataları, çizim bozukluklarını, espriyi bozmadan eski örneklere göre düzeltmeye çalıştım.Bütün figürleri bir tasnife ve sıralamaya tâbi tuttum.Ayrıca aynı hava ve anlayış içinde 120 kadar yeni figür çizdim, kestim ve hazırladım.Yeni yazdığımız oyunlar için de yeni figürler çizmekteyim.Bugün elimde 300 ü aşkın bir koleksiyonum var.Ayrıca Japonya, Almanya, İtalya müzelerinde ve Avrupa’nın bir çok şehirlerinde, verdiğim koleksiyonlar teşhir ve muhafaza olunmaktadır.Türk Gölge sanatını seven ve tetkik etmek isteyen kimselerde ve kurumlarda 20-30 parçalık koleksiyonlarım, figürlerim bulunmaktadır.

   -Öğrenci yetiştiriyor musunuz?

   Orhan Kurt :Evet. Özel olarak tasvir yapımını öğrettiğim ve bu gün yetişmiş durumda olan dört öğrencim var. Ayrıca Kültür Bakanlığı Tasvir Yapım ve Oynatım kursunda öğretim görevlisi olarak vazife gördüm.Aralarında tasvir yapımını hakikaten becerebilecek olan 14 öğrenciye tasvir yapımını öğretmeye çalıştım. Başlangıçta çok cazip, fakat aslında fevkalade güç olan tasvir yapımına bir başlangıç olan bu kursların devamını ve önceki kursta başarı gösterebilenlerin eğitimine devam edilmesini gönülden arzu etmekteyim.

   -Karagöz sanatından başka uğraşlarınız var mı?

   Orhan Kurt:-30 yıla yakın bir süre Türk Sanat Müziğini yurdumuzun çeşitli yerlerinde ve sahnelerinde icra ettim.35 yıldır Tambur çalarım.Bu enstrümanı bizzat yaparım. Bu becerime ait çalışmalarım Osaka Etnoğrafya Müzesi tarafından filme alındı.Mûsikîyi Selanikli Ahmet Bey’in talebesi olan rahmetli Şükrü Derya beyden öğrendim. Türk güzel sanatlarından hat, resim,süsleme dalında da çalışmalarım var.

   -Bu günkü çalışmalarınız hakkında bilgi verirmisiniz?

   Orhan Kurt:-İki sene önce arkadaşım Sayın Taceddin Diker ile kurduğumuz ekiple Almanya’da “Bochum Gölge Oyunları Festivali”nde büyük başarı elde ettik. Türkiye’deki yabancı kültür merkezlerinde verdiğimiz Karagöz temsilleri çok başarılı oldu.Uluslar arası Türk Folklor Kongresinde oynattığımız Kanlı Nigar oyunu ve bu oyunda uyguladığımız teknik, gerek bizi seyreden Türkologlarca ve gerek rahmetli üstat Nurettin Sevin beyefendi tarafından çok beğenildi.Bu gün bir çok yabancı ülkeden Karagöz temsilleri vermek üzere teklifler almaktayız. Bu da Karagöz’ümüze kazandırmaya çalıştığımız ilgi, beğeni ve sanat gücünü kabul ettirme çalışmalarımızda başarılı olmaya başladığımızı göstermektedir.

   -Karagöz figürleri ve oyunlarında yenilik yapılabilir mi?

   Orhan Kurt:-Karagöz, Hacıvat ve diğer tasvirlerimiz üzerlerinde yenilik düşünülemeyecek kadar kuvvetli ve son sözünü söylemiş tiplerdir. Bizim tatbik ettiğimiz gibi Karagöz’ün dilini bu gün anlaşılacak gibi düzenlemeli, eskiyi çok iyi tetkik ederek yeni oyunlar yazmalıdır. Ancak Karagöz’ün yönteminin değiştirilmesine asla teşebbüs edilmemelidir.

   -Karagöz sanatının geleceği konusunda ne düşünüyorsunuz?

   Orhan Kurt:-Sayıları tamamen tükenmekte olan Karagöz sanatkarlarından günümüzde sanatlarını sürdürmeye çalışanlara, ilgili bakanlıklar gerekli yardımı yapmalıdırlar. Karagöz oynatıcılığı, usta-çırak yetiştirme durumundan kurtarılarak akademik bir öğrenim şekline dönüştürülmelidir. Bu yüzden günümüzde Karagöz oynatıcısı

Kaynak :
www.karagoz.net
 
bugün 184 ziyaretçi (277 klik) burdaydı!
geri git ileri git hakkımda


online
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol