S O Y L U E D E B İ Y A T
MİMARLIK TARİHÇESİ
MİMARLIK GENEL TARİHÇESİ
Mimarlık Tarihi
MsXLabs.org & Temel Britannica
İnsanlar yüzyıllardan beri barınmak, eğitim, kültür, sağlık, yönetim, savunma, alışveriş türünden işlerini' görebilmek, dinsel etkinliklerini sürdürebilmek için uygun yapılara gereksinme duymuşlardır. Bu yapıları kullanışlı, sağlam ve güzel görünümlü yapma sanatına mimarlık denir. "Mimar" ise bunları tasarlayan ve yapımını yöneten kişidir. Mimarlık dünyanın değişik bölgelerindeki yaşam koşullarına, ekonomik, teknik ve kültürel oluşumlara göre biçimlenerek gelişti. Bu bakımdan günümüze ulaşabilen yapılar, üslupları ve yapı gereçleriyle, geçmişte insanların nasıl yaşadıklarına ve kurmuş oldukları uygarlıklara ilişkin önemli bilgiler sağlar.
Mimar, bir yapının yeri belirlendikten, türüne karar verildikten ve maliyeti kabaca hesaplandıktan sonra işe başlar. Mimarlığın en önemli üç temel ilkesi sağlamlık, işlevsellik ve güzelliktir. Bu bakımdan mimar, tasarımına başlarken kullanılacak gereçlerin türünü, iklim, çevre ve ulaşım koşullarını düşünmek zorundadır. Çalışmaları sırasında, yapım teknikleri konusunda bilgi ve deneyimleri olan uzmanlara gereksinim duyar. Örneğin, inşaat yöntemleri ve gereçleri konusunda inşaat mühendislerine danışır. Yapının çevre ve iklim koşullarına uygun ve korunaklı olması, daha tasarım aşamasında düşünülmesi gereken konulardır.
Mimarlığın Gelişimi
İnsanlar avcılık ve toplayıcılıkla geçindikleri eskiçağlarda ağaç kovuklarında, mağaralarda ya da otlardan ve ağaç dallarından yaptıkları ilkel barınaklarda yaşardı. Göçebe topluluklar ise nereyi uygun bulurlarsa orada barınır ya da kolay taşınabilen çadır türünde barınaklarını yanlarına alırlardı. Gerçek anlamda ilk mimari yapılar, tarımsal üretime geçişle birlikte başlayan yerleşik yaşam düzeninde ortaya çıktı. İnsanlar sadece ev yapmakla kalmayıp anıtlar, tanrıları için tapınaklar ve ölüleri için mezarlar da yaptılar.
Eski Mısır ve Mezopotamya
İÖ 3000'lerde insanlar daha kalabalık gruplar halinde yaşamaya başladı. Bunun sonucunda kasaba ve kentler ortaya çıktı. Nil Irmağı kıyısında yerleşmiş olan Eski Mısırlılar evlerin yanı sıra bir anıtmezar türü olan piramit ve tapınak yapımında da son derece ustaydı. Kerpiçten evler, kireçtaşı ve granitten tapınaklar, piramitler ve mastaba adı verilen mezarlar yaptılar. İÖ yaklaşık 2700'lerde 3. hanedan döneminde Mısır Kralı Zoser, Sakkara'da ilk kez taştan, basamaklı bir piramit yaptırdı. Dünyanın ilk basamaklı piramidi olan bu yapıt Eski Mısır'ın ünlü mimarı ve bilge kişisi İmhotep tarafından tasarlanmıştı. Luksor'daki yapıların ustası ve kutsal kitapların yazarı olarak kabul edilen İmhotep taş mimarlığının başlatıcısıydı. Luksor yakınlarındaki Krallar Vadisi'nde kayalara oyulmuş mezar odaları İÖ 16. ve 13. yüzyıllardan kalmadır. Eski Mısır'dan günümüze ulaşabilen bu yapıların görkemli güzelliği, kusursuz mimarisi ve gizemli havası bugün bile uzmanlar arasında şaşkınlık yaratmaktadır.
Mezopotamya'da, Dicle ve Fırat ırmaklarının suladığı bereketli topraklardaysa Eski Mısır'dakinden çok değişik bir mimarlık gelişti. Sümerler merdivenler ya da eğimli yollarla çıkılan ve yüksek bir kuleyle son bulan, Babilliler ise genellikle tuğladan, merdivenlerle döne döne tırmanılan ziggurat denilen tapınaklar yaptılar.
Mezopotamya'da yaşamış eski devletlerden biri olan Asurlular'dan kalan en önemli yapıtlar ise İÖ 700'lerde Horsâbad'da, İmparator II. Sargon'un yaptırdığı 14 metre yüksekliğinde, tuğladan bir taban üzerine oturtulmuş kalesiyle Ninova yakınlarındaki saraydır. Sarayın girişinde kanatlı ve insan başlı boğa kabartmaları vardır. Daha o dönemde, dar ve uzun odaların çatılarında taşıyıcı olarak kemerlerden yararlanılmış, atık suların boşaltı-labilmesi için suyolları yapılmıştı.
İÖ 6. yüzyılda Pers İmparatorluğu döneminde de görkemli saraylar yapıldı. Bunlardan birisi, İÖ 522–486 arasında hüküm süren Kral Darius'un başkent Persepolis'te yaptırdığı saraydır. 12 metre yüksekliğinde bir tabanın üzerine oturtulmuş olan bu sarayın dev boyutlu, içinde yaklaşık 100 sütunun bulunduğu büyük bir taht salonu vardı. Oymalı başlıkları olan sütunların 13'ü günümüze ulaşabildi.
O yıllarda savaşlar ve akınlar yoluyla başka uygarlıkları da tanıyan halklar ele geçirdikleri ülkelerin inanç, görenek ve yaşama biçimlerinden büyük ölçüde etkilendiler. Bu bakımdan Ortadoğu'da yaşamış ve karşılıklı etkileşim içinde bulunmuş olan eski uygarlıkların kültürleri ve sanat anlayışları ilginç benzerlikler gösterir.
Çin ve Hindistan
Çin'in kendine özgü geleneksel mimarisi yüzyıllar boyunca değişmemiştir. Çin mimarisinin, Çinliler'in doğayla uyum içinde olmaya gösterdikleri özeni yansıttığı söylenebilir. Mimarlığın gelişmesinde Çinliler'in dinsel inanışlarının ve felsefelerinin de etkisi olmuştur. Pagoda denen, cennete doğru uzanıyormuş izlenimi veren tapınakları buna örnektir. Çin' de tapınaklar ve evler genellikle ahşaptan yapılır ve çinilerle süslenirdi. Çatı çatıldıktan sonra, ahşap iskeletin arasına duvarlar örülürdü. Song (960–1279), Ming (1368–1644) ve Mançu (1644–1911) hanedanları dönemlerinde sanat ve mimarlık alanlarında önemli gelişmeler oldu. Song hanedanının başkenti olan Hangzhou'da dört beş katlı konutlar, tapınaklar ve teraslar, yüksekliği 110 metreyi bulan pagodalar yapıldı. Ming hanedanı imparatorlarından Yanglo, başkenti Pekin'e taşıyarak orada Cennet Tapınağı ile imparatorun oturduğu "Yasak Kenf'te saraylar yaptırdı. İÖ 214'te yapılan 2.400 km uzunluğunda, 9 metre yüksekliğinde bir koruma duvarı olan Çin Şeddi, dünyanın en ilginç mimarlık yapıtlarındandır.
Hindistan'daki yapıların birçok yabancı öğeyi özümsediği görülür. İlk Buda tapınakları mezarların üzerini örten ve tümülüs adı verilen toprak yığınlarından oluşuyordu. Daha sonra çoğu kayalara oyularak yapılmış tapınaklar ortaya çıktı. 10. yüzyılda Müslümanların gelişiyle camileri örten kubbelerin çatı örtüsü olarak kullanımı yaygınlaştı. Tapınakların çok sayıda kubbesi olabiliyor, bazen de piramit biçiminde görkemli kuleler yapılıyordu. Buda heykellerine ve kabartmalara yapının kendisinden daha çok özen gösteriliyordu. İndus Irmağı vadisinde yapılan kazılarda İÖ 2000'lerden kalma ızgara planlı, merkezi ısıtması ve kanalizasyon sistemi bulunan Mohenco-daro ve Harappa kentleri ortaya çıkarıldı.
Hint mimarlığının tipik özelliklerini taşıyan örneklerden biri Agra kentindeki Tac Mahal'dir.
Eski Yunan
Günümüzden 3000–2000 yıl önce Girit'te, Makedonya'da ve Doğu Akdeniz kıyılarında gelişen Eski Yunan uygarlığı Ortadoğu ülkelerinden Güney italya'ya kadar geniş bir alanda etkili oldu. Girit'te Minos uygarlığı döneminde, Tunç Çağı'nın kültür merkezi olan Knossos kentinde Knossos Sarayı yapıldı. Canlı duvar resimleri, salonları, iç avluları, merdivenleri ve sütunlarıyla yer yer dört, beş katlı olan bu saray o zamana kadar yapılanların en büyüğü ve görkemlisiydi. İÖ 1300'lerde güçlü bir krallık kuran Mikenler'in Minos uygarlığına son vermesinden sonra da Mora Yanmadası'nda sarp kayalıklara kurulmuş Tiryns ve Miken kentlerinin kalıntıları parlak bir uygarlığın izlerini taşır. Eski Yunan uygarlığının doruğu sayılan Atina'da İÖ 5. yüzyılda büyük yazarlar ve filozoflar yetişti; görkemli tapınaklar, saraylar yapıldı, yeni kentler kuruldu. Mimarlar, Eski Mısır'da olduğu gibi düz kirişlerden ve sütunlardan yararlanarak, yapılarda kusursuz bir uyum ve bütünlük yarattılar.
En özenli yapılar tapınaklardı. Dikdörtgen biçimli Eski Yunan tapınaklarında tanrı ve tanrıça heykellerinin bulunduğu özel bir oda, onun arkasında hazine odası adı verilen daha küçük bir bölüm olurdu. Yapının iki ucunda da dışa doğru uzanan, "revak" adı verilen geniş bir çıkma bulunurdu. Tapınak basamaklarla çıkılan bir tabana oturtulur, çevresi çatıyı taşıyan sütunlarla donatılırdı. Eski Yunan mimarlığında İÖ yaklaşık 750–500 arasında Dor ve İyon mimari üslupları egemendi.
Dor düzenindeki yapılar basık ve sağlam görünüşlü, yukarı doğru daralan sütunları kalın, sade ve sık aralıklıydı. Sütun gövdesinde keskin kenarlı ve çok derin olmayan yivler vardı. Dor düzeninde yapılmış tapınakların ve anıtsal yapıların en yoğun olduğu bölgeler Yunanistan Yarımadası, Sicilya ve Güney İtalya'dır. Bu üslubun en güzel örneklerinden biri Atina'daki Parthenon Tapınağı'dır. Bilgelik, beceri ve savaş tanrıçası Athena için yapılan bu tapınak, eski kentin (Akropolis) ortasında yükselen bir tepenin üzerindedir. Tapınaktaki en güzel yapıtlardan biri de heykelci Pheidias'ın altın ve fildişinden oyduğu, yaklaşık 12 metre yüksekliğindeki Athena heykelidir. Tepenin eteğinde toplantıların yapıldığı agora adı verilen geniş alan, kentin siyasal ve ticari etkinlikleri açısından son derece önemliydi.
Anadolu kıyılarında ise İyon düzeni egemendi. İyon düzeninde sütunlar düz, Dor sütunlarından daha yüksek, yivleri daha derin ve sık aralıklı, sütun başlıkları kıvrımlı ve daha zariftir. Efes (Ephesos) kentindeki Dünyanın Yedi Harikası'ndan biri olan Artemis Tapınağı İyon düzeninde yapılmıştır. Arkeolojik kazılardan anlaşıldığına göre bu mermer tapınağın iki sıra dizilmiş 127 sütunu vardı. 13 basamakla çıkılan bir taban üzerinde yükselen sütunlar 18 metre yüksekliğindeydi. Sütun tabanı, sütun başlıkları, friz kuşağı olağanüstü güzellikte oymalar ve kabartmalarla süslenmişti.
Eski Yunan mimarlığında, İyon düzeninden yalnızca sütun başlığının biçimiyle ayrılan Korint düzeninde başlık, devedikeni yapraklarıyla donatılmıştır.
Eski Yunan yapıları daha sonraki çağlarda özellikle Romalılar'ca taklit edildi. Bu etkinin belirgin olduğu çağdaş yapıların en ünlüleri ABD'nin başkenti Washington'daki Beyaz Saray ile Londra'daki British Museum'dur.
Eski Roma
Eskiçağdaki imparatorlukların sonuncusu ve en büyüğü Roma İmparatorluğu'nda uçsuz bucaksız toprakların korunabilmesi, orduların hızla ilerleyebilmesi, kentlere ve çiftliklere su sağlanabilmesi için çok sayıda yol, köprü, sukemeri ve kale yapılmıştı. Ama Eski Yunanlıların geliştirdiği sütun-kiriş sistemi bu dev boyutlu yapılar için elverişli değildi. Bu yüzden Romalılar daha güçlü yapım teknikleri geliştirdi. Geniş köprülerin yapımında düz kiriş yerine kemer kullandılar. Yapım gereci olarak tüf adı verilen volkanik çökelti taşları, traverten (pamuktaşı) ve kendi buluşları olan özel bir tür betondan yararlandılar.
Eski Yunan'da toplantı yeri ve alışveriş merkezi olarak kullanılan "agora"ya karşılık, Eski Roma kentlerinde "forum" adı verilen, çevresi yönetim yapıları ve dükkânlarla çevrili geniş toplantı alanları vardı. İmparatorluk merkezi olan Roma'da bazıları eski imparatorların adıyla anılan yedi forum bulunuyordu. Romalılar imparatorlar, generaller, devlet adamları ve savaşlarda kazanılan zaferler adına çok sayıda heykel ve anıt diktiler. Roma tapınakları, Yunan tapınakları gibi ya dikdörtgen ya da daire biçiminde ve kubbe çatılıydı. Kubbeli tapınaklardan en büyüğü Pantheon Tapınağı'dır. İÖ 27'de yapılan bu tapınak, İS 118–128 arasında İmparator Had-rianus tarafından baştanbaşa değiştirilerek yeniden yaptırıldı. 43 metrelik çapıyla o güne kadar yapılan daire biçimindeki en büyük tapınak olan Pantheon, camı olmayan tek bir tepe penceresinden ışık alıyordu. Girişi dev sütunlar üzerinde yükselen üçgen biçimli bir alınlıktan oluşuyordu. Tapınak tunç ve mermer heykellerle donatılmıştı.
Romalılar gelişkin yapım teknikleriyle dev boyutlu hamamlar ve tiyatrolar da yaptılar. Roma'daki halk hamamları İS 211'de İmparator Caracalla tarafından yaptırıldı. Gladyatörlerin ve yırtıcı hayvanların kanlı gösterilerine sahne olan ve çok büyük olduğu için sonradan Colosseum adı verilen Flavius Amfitiyatrosu İS 80'lerde yapıldı. Kent ve kasabalardaki yapılar genellikle tek katlıydı. Roma'da ve Ostia'da birkaç katlı olanları da vardı. Eski Romahlar'ın günümüzdeki gibi çok katlı yapılara yönelmelerinin amacı, kalabalık kentlerde yer kazanmaktı.
Eski Roma'da mahkeme salonu olarak kullanılan dikdörtgen planlı bazilikalardan sonradan işyeri ve toplantı salonu olarak da yararlanıldı. İS 313'te, Roma İmparatorluğumda Hıristiyanlık kabul edildikten sonra tapınakların çoğu kiliseye dönüştürüldü. Bazilika planlı yapılar zamanla tüm Avrupa'da benimsendi. İlk Hıristiyan kiliselerinde Eski Roma bazilikalarında olduğu gibi ortada nef denen geniş bir alan, yanlarda sütunlarla ayrılmış birer yan nef, ayrıca girişin karşısında mihrap ya da ahar denen yuvarlak bir alan bulunuyordu. Roma'daki San Pietro Katedrali bazilika planlı kiliselerin ilk örneklerindendir. Tarihin ilk mimarlık kitabı İÖ 1. yüzyılda yaşamış olan Romalı mimar ve mühendis Vitruvius'un yazdığı, 10 ciltten oluşan De architectura'ydı ("Mimarlık Üzerine"). Bu kitap sonradan, klasik sanata duyulan ilginin canlandığı dönemlerde mimarlar için önemli bir bilgi kaynağı ve yol gösterici oldu.
Bizans
İS 330'da Roma İmparatoru Constantinus İÖ 7. yüzyılda Yunanlılar'ca kurulmuş olan Byzantion (Bizans) kentine Konstantinopolis (bugün İstanbul) adını vererek başkent ilan etti. Zamanla imparatorluğun yönetsel, ekonomik ve kültürel merkezi durumuna gelen kentte özgün bir mimari üslup gelişti. İlk bakışta doğu ile batının bir bireşimi olarak görünen bu üslubun en belirgin özelliği bazilika planlı yapıların üzerini örten dev boyutlu kubbelerdi. Bizans mimarlıksanatının güzel ve en önemli örneği, 532–537 arasında Konstantino-polis'te İmparator Jüstinyen tarafından yaptırılan Ayasofya'dır (Hagia Sophia Kilisesi). 15. yüzyılda Osmanlılar'ın Bizans'ı almasından sonra camiye dönüştürülen bu yapı, dünya mimarlık tarihinin başyapıtlarından biri sayılmaktadır.
Bizans mimarlığının bir başka özelliği de, mozaik resim sanatı ve duvar bezemeciliğidir. İstanbul'da Khora Kilisesi'nin (bugün Kariye Camisi) duvarlarında Kutsal Kitap'tan alınma sahneler, mozaikle canlı ve duygulu bir biçimde işlenmiştir. Ortodoksluk'un egemen olduğu Doğu Avrupa, Anadolu ve Ortadoğu'da daha çok, kubbeli bir orta nefin dört yanına eşit uzunlukta dört kolonun eklenmesiyle oluşturulmuş, Yunan ya da Latin haçı biçiminde kiliseler yaygındı.
Romanesk Üslup
11. yüzyıl ortalarında manastırlar Eski Roma mimarlığının özelliklerini taşıyan romanesk üslupla yapılmaya başlandı. Sağlam, ağır ve etkileyici bir görünümü olan bu yapılar ortada geniş bir nef ve onu çevreleyen uzun geçitlerden oluşuyordu. Romanesk üslubun en belirgin özelliği ana kubbeyi taşımak için oluşturulan, kemer biçimli forozlarıydı.
Romanesk yapıların en çok rastlandığı yerler İtalya, Almanya ve Fransa'nın kuzeyindeki Normandiya bölgesidir. İngiltere'de 1093'te yapılmış olan Durham Katedrali bu üslubun en güzel örneklerinden biridir.
Gotik Mimari
1200'lerde, Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden uzunca bir süre sonra kentler yeniden canlanıp büyümeye başladı; bankacılık ve ticaret önem kazandı. Bu dönemde sanat ve mimarlıkta kralların ve kiliselerin denetimi azaldı, ticaret yoluyla zenginleşen tüccarların beğenisinin önemi arttı. Kentlerde konut, eğitim gibi çeşitli gereksinimleri karşılayacak yeni yapılar yapılmaya başlandı.
Sivri kuleli büyük kiliseler, bu yeniçağın simgesi durumuna geldi. Yuvarlak kemerlerin yerini sivri kemerler aldı. Sivrilik kapı, pencere, kemer ve tonoz gibi temel yapı öğelerinin tümüne egemen oldu. Gotik olarak adlandırılan bu üslupla birlikte ortaya çıkan bir başka yapı öğesi de çatıyı taşımak ya da bir duvarı desteklemek amacıyla yerleştirilen payandalardı (dayanma ayağı). Bu yapı tekniği duvarların daha ince, dolayısıyla pencerelerin daha geniş yapılabilmesini sağladı.
Gotik üslup sivri kuleleri, güzel desenler oluşturan rengârenk camlarla bezenmiş pencereleri, zarif kemerleri ve payandalarıyla mimarlık tarihinin en çarpıcı ve ilgi çekici üsluplarından biridir. Gotik üslubun en güzel örnekleri Fransa'da Paris'teki Notre-Dame, Chartres, Amiens ve Reims katedralleridir.
Dinsel yapıların yanı sıra Avrupa'nın birçok ülkesinde gotik üslupta yapılmış görkemli saraylar, özel ve resmi yapılar vardır. Oxford ve Cambridge üniversitelerine bağlı bazı kolej binaları ve Londra yakınlarındaki Hampton Sarayı bunlara örnektir.
Rönesans
Eski Roma geleneklerinin egemen olduğu İtalya'da gotik üslup öteki Avrupa ülkelerindeki gibi gelişip yaygınlaşmadı. 15. yüzyılda Eski Yunan ve Roma sanatına duyulan ilginin canlanmasıyla Pantheon ve Colosseum gibi yapılar yeniden önem kazandı. Eski Yunan ve Roma sanatının yani klasik sanatın yeniden canlandığı bu döneme "yeniden doğuş" anlamına gelen Rönesans adı verildi.
Romalı mimar Vitruvius'un yazdığı mimarlık kitabı, 1521'de bulunarak İtalyanca'ya çevrildi. Bu yapıt Eski Roma yapım tekniklerinin uygulanmasında önemli bilgiler sağladı. Bu dönemde Eski Yunan sütunlarının beş ayrı çeşidi bir arada kullanılmaya başlandı. Bunlar sırasıyla Dor, İyon ve Korint düzenleriyle. İyon ve Korint düzenlerinin bir karışımı olan kompozit düzen ve Etrüskler'in uyguladığı Toskana düzeniydi.
Bununla birlikte İtalyan mimarlar eski olan her şeyi taklit etmek yerine yeni bir üslup da yarattılar. Rönesans mimarları Leonardo da Vinci, Michelangelo, Bramante ve Raffaello gibi aynı zamanda heykelci, ressam, bilgin ve filozof olan çok yönlü bilge sanatçılardı.
Rönesans döneminde kiliseler, Milano'da Bramante'nin yapıtı olan Santa Maria delle Grazie Manastırı gibi ferah, gösterişten uzak, görkemli yapılardı. Kiliselerin iç duvarları genellikle fresklerle, mihrap, vaftiz kurnası gibi öğeler, zarif oymalar ve heykellerle bezenir-di. Buna karşılık zengin tüccarları rakiplerinden gelecek saldırılara karşı korumak amacıyla malikâne ve saraylar kale gibi sağlam yapılırdı. Bu tür yapıların en ünlüsü Floransa'da, yapımına 1440'ta başlanan ve 1852'ye kadar çeşitli eklemelerle büyütülen Pitti Sarayı’dır. Rönesans 16. yüzyılda Fransa'da, 17. yüzyıl başlarında İngiltere'de etkili oldu. Paris'te 1546'da yapımına başlanan ve bugün müze olarak kullanılan Louvre Sarayı, Fransız Geç Rönesans üslubunun en güzel örneklerindendir. 17. yüzyılda İngiltere'de klasik sanatı diriltmeye yönelik Yeniklasikçilik Akımı başladı. Akımın mimarlık alanında önde gelen adlarından Inigo Jones'un Eski Yunan, Roma ve İtalyan Rönesans mimarlığından esinlenerek yaptığı binalar arasında Londra yakınlarındaki Kraliçe'nin Evi ve Şölen Evi sayılabilir.
Rönesans üslubu 17. yüzyılda yerini barok üsluba bıraktı. Bu sözcüğün kökeni Portekizce'de özellikle düzgün olmayan inciler için kullanılan ve "düzensiz" anlamına gelen barocco sözcüğüne dayanır. Barok üslûbun en belirgin özelliği son derece ayrıntılı, süslü ve gösterişli olmasıdır. Barok üslubun İtalya'da-ki önde gelen mimarları Vignola ve Gian Lorenzo Bernini'ydi. Londra'da Christopher Wren tarafından tasarlanan St. Paul Katedrali 17. yüzyıl İngiliz barok mimarlığının önde gelen örneklerindendir. 18. yüzyıl başlarında barok üslubun yerini Paris'te ortaya çıkan rokoko aldı. Rokoko üslubun en önemli özelliği iç ve dış bezemelerdeki simetrik olmayan desenler, bol kıvrımlı çizgiler ve gösterişli süslemelerdi. Yapıların dış yüzeyleri mermer heykeller ve çiçek motiflerinden oluşan kabartmalarla bezeniyordu.
18. yüzyılda Rönesans mimarlığı Amerikan kolonilerine kadar uzandı. Philadelphia'daki Independence Hall ile Washington'daki Capitol Binası döneme özgü örneklerdir.
Sanayi Devrimi
18. yüzyılda İngiltere'de başlayan Sanayi Devrimi'nin 19. yüzyılda tüm Avrupa'ya yayılmasıyla birlikte iş bulmak umuduyla on binlerce insan kentlere göç etti. Artan konut gereksinimi hızlı bir yapılaşma sürecini başlattı. Makinelerle üretilmeye başlanan yapı gereçleri artan ulaşım olanakları sayesinde her yere taşınabildiğinden, bölgeler arası mimari farklılıklar ortadan kalktı. Bu dönemde maden ocaklarının, demiryollarının ve fabrikaların sahipleri çok zengin oldu. Güçleri arttı. Ne var ki, bu işletmelerde çalışan işçiler düşük ücretler yüzünden çok yoksuldu. Bol para harcanarak yeni yapı tasarımlarına girişildi. Yapıların görünüşlerine daha çok önem verildi. Her çeşit üslup denendi. İngiltere'de Parlamento Binası gotik üslubun, Paris Opera Binası'ysa Eski Roma üslubunun başarılı örnekleridir.
Bu güzel yapılar kentleri kara dumanlarıyla kirleten fabrikalar ve yoksul işçi ailelerinin barınmak için sığındığı izbelerle büyük bir çelişki yaratıyordu. Makinelerle üretilen ucuz ve niteliksiz yapı gereçlerine, sağlık koşullarına uygun olmayan konutların yapımına karşı çıkan tasarımcı William Morris aynı düşünceyi paylaşan arkadaşlarıyla birlikte Güzel Sanatlar ve El Sanatları Hareketi'ni başlattı. Yalnızca varlıklı kimselerin değil herkesin sahip olabileceği sade, rahat, zevkli konut ve mobilya tasarımları yaptı. 19. yüzyılda Almanya'da ve ABD'de de mimarlar en son teknik gelişmeleri yapılara uyguladılar. Alman mimarlar binaların içinde elektrik kullanırken, ABD'de William Le Baron Jenney, Henry Hobson Richardson, Dankmar Adler ve Louis Sullivan gibi mimarlar yeni geliştirilen çelik yapı tekniğiyle dünyanın ilk gökdelenlerini yaptılar. Bu yapılar asansör, telefon ve havalandırma sistemi gibi yeni buluşlarla donatılmıştı.
Fransa'da betonarme denen ve içine demir ya da çelik çubuklar yerleştirilerek elde edilen donanımlı beton, bina yapımında kullanılmaya başlandı. 20. yüzyılın başında Auguste Perret'nin Paris'te yapmış olduğu apartmanlar bunların ilk örnekleridir.
I. Dünya Savaşı'ndan sonra birçok sanatçı ve mimar 19. yüzyılda çirkinleşen kentlerin yeniden planlanarak yaşamaya elverişli, geniş yeşil alanların yer alacağı bir biçimde düzenlenmesi için çalıştı.
Çağdaş Mimarlık
SSCB'de gerçekleşen 1917 Ekim Devrimi yoksul zengin ayrımına dayanmayan yeni bir toplum düzeni kurmayı amaçlıyordu. Bu nedenle başka alanlarda olduğu gibi mimarlık ve tasarımda da yeni gelişmeler gözlendi. Vladimir Tatlin, El Lissitzky ve Vesnin Kardeşler gibi mimar ve tasarımcılar, William Morris'in görüşlerinin yeni tekniklerle uygulanmasına dayanan bir anlayış geliştirdiler. Amaçlan büyük, bol ışıklı, temiz havalı ve yemyeşil kentler kurmaktı.
Fransa'da Le Corbusier, Almanya'da Bauhaus (yapı evi) Akımı'nın öncüsü Walter Gropius ve Ludwig Mies van der Rohe konut tasarımına yeni boyutlar kazandırdılar. 1920'lerde ve 1930'larda rahat, ışıklı ve insan sağlığına uygun betonarme konutlar yapıldı. 1930'larda çıkan dünya ekonomik bunalımı ve II. Dünya Savaşı inşaat sanayisinde durgunluğa yol açtı. Savaştan sonra Avrupa'da yıkılıp zarar gören kentlerin bir an önce yeniden yapılması gerekiyordu. Bu nedenle Le Corbusier ve Gropius'un tasarımları o dönemde gerçekleşemedi. Birçok bölümü fabrikalarda üretilen hazır yapı gereçleriyle prefabrik yapılar yapılmaya başlandı.
Bununla birlikte bazı güzel ve etkileyici binalar da yapıldı. Örneğin, Fransa'da Le Corbusier'nin tasanmı olan Ronchamp Kilisesi (Notre Dame-du-Haut), Alvar Aalto'nun Belediye Binası (Finlandiya, Saynatsalo), Frank Lloyd Wright'ın Guggenheim Müzesi (New York), Jorn Utzon'un Opera Binası (Sydney), Richard Rogers ve Renzo Piano' nun tasarımı olan Pompidou Sanat ve Kültür Merkezi (Paris), savaş sonrası dönemin en çarpıcı yapılarındandır. Öte yandan beton ve çelik yerine tuğlayla ahşap gibi geleneksel yapı gereçlerini yeğleyen bazı mimarlar yenilerini yapmaktansa, eskileri onarma ve koruma yoluna gitti. Bu mimarlar en iyi ve doğru tasarımlara ulaşabilmek için yapıların içinde yaşayacak olan insanlara danışılması gerektiğini savunuyordu. Günümüzde ise mimarlar modern teknolojinin getirdiği olanakları William Morris'in "mimarlığın bütün insanlar için olduğu" yolundaki savına uygun olarak kullanma eğilimindedir.
--------------------------------------------------
--------------------------------------------------
Mimarlık, insan yaşamının içinde geçeceği mekan/mekanları oluşturmak/üretmek amacı ile, yapı/yapı gruplarını kapsayan fizik çevreyi tasarlamak uğraşına verilen isim. Bu çevre kırsal veya kentsel olabileceği gibi, yapıları veya mekanları kuşatan yakın dış çevre de mimari tasarımın kapsamına girer. Mekan, içinde yaşamın gerçekleştiği fizik ortam olarak tanımlanabilir. Mekanın oluşabilmesi ve üretilebilmesi için yapılara, yaşamın hergün artan çeşitliliği gözönüne alınırsa, oldukça karmaşık ilişkiler düzeni içinde yapılaşmış fizik çevreye gereksinme vardır.
Mimari tasarımın öznesi olan yaşam, coğrafi, iklimsel, kültürel, demografik
farklılıklar içerir.
Dünyanın en eski mesleği olarak kabul edilen mimarlık yapı sektörünün de ayrılmaz bir parçasıdır. Yapı sektörü ise, endüstrileşmiş ülkeler dahil tüm dünya ülkelerinde en büyük sektör olup, diğer sektörlerin de itici gücü olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle, mimarlık, geçmişin birikimleri ile geleceği hazırlayacak, gelecekte yaşanacak kaliteli yaşam çevrelerini oluşturacak, vizyon sahibi bireylerin mesleğidir.
Çalışma alanları
Mimarlık okullarından mezun olanların, mesleğin ilgi alanının çok geniş bir yelpazeyi kapsaması nedeni ile, birbirinden çok farklı alanlarda çalışabildikleri gözlemlenmektedir. Temelde çalışma alanları şöyle özetlenebilir:
A.Kamu Kurumları'nda (devlet memuru olarak )
-Tasarımcı olarak,
-Yapı denetimi amacı ile,
-Yasa ve yönetmeliklerin hazırlanmasında,
B.Özel Sektör'de
-Serbest çalışan mimarların bürolarında tasarımcı ve/veya uygulamacı olarak,
-Şirketler, Bankalar vb. kuruluşlarda sürekli görevli mimar olarak,
-Şantiyelerde görev alarak,
-Yapı Sektörü'ne ilişkin malzemelerin tasarımında, üretim sürecinde, pazarlamasında ve satış noktalarında,
-Sergi vb. organizasyonların hazırlanmasında,
-Mimarlık ve ilgili alanlarda dergi yayıncılığında,
C.Serbest mimar olarak
D. Akademisyen olarak
İnşâ sanatı. Mîmarlıktan maksat, ortaya konan eserde güzellik, sağlamlık ve kullanışlılığı birleştirmektir. Bu unsurlarsa, kültür, iklim ve teknik imkânlara bağlı olduğundan mîmârlık sanatı da devirden devire, milletten millete ve iklimden iklime büyük değişiklikler göstermektedir.
Ilıman iklimin hüküm sürdüğü memleketlerde binâlar, güneş ışığını en fazla alacak tarzda inşâ edilir. Yağışlar daha çok yağmur şeklinde olduğundan çatı eğimleri azdır. Ekvatora daha yakın sıcak iklim bölgelerinde ise, güneş ışığından sakınılır. Pencereler az sayıda ve ufaktır. Avluların üzeri kapatılmıştır. Kar yağışının fazla olduğu ve uzun zaman erimeden kaldığı, kuzey memleketlerinde, çatılar çok eğimli yapılır. Böylece çatı üzerindeki kar miktarı en aşağı seviyede tutulmuş olur.
Başlıca inşâat malzemesi taş, tuğla, ahşap, mermer, mâden, kireç ve çimentodur. Her malzemenin fizikî özellikleri başka başkadır. Bu yüzden kullanılan malzemenin cinsine göre, inşâatın şekli ve tatbik edilen usüller de değişiklik gösterir. Çeşitli taş cinsleri, her devirde yaygın olarak kullanılan bir inşâat malzemesidir. En iyi şekil verilebilen taş, kalker (kireç taşı)dir. Mermer de bir kalker türüdür. Granit, çok kullanılan bir başka taş cinsidir. İnşâat malzemesi olarak taş, yüksek basma (sıkıştırma) mukâvemetine karşılık nisbeten düşük eğme mukâvemetine sahiptir. Bu sebeple taş binâlarda kirişler kısa tutulur. Sık ve kalın sütunlara ihtiyaç vardır. Yine eskiden beri yaygın olarak kullanılan ahşap malzemeyse, lifli yapısı sebebiyle yüksek bir eğme mukâvemeti gösterir.
Böylece uzun krişli, ince sütunlu binâlar inşâ etmek mümkün olmaktadır. Gâyet sıhhî olan ahşap malzemenin tek mahzûru çabucak yanmasıdır. Fakat buna karşı da çeşitli tedbirler geliştirilmiştir. ABD ve Kuzey Avrupa’da evler hâlâ ahşap olarak yapılmaktadır.
On dokuzuncu yüzyılda, betonun yüksek basma (sıkıştırma), çeliğin ise yüksek eğme mukâvemetinden istifâde etmek için, betonarme inşâ tarzı geliştirildi. Böylece hem geniş, hem de çok yüksek binâlar yapma imkânı ortaya çıktı. Beton içine inşâat demiri yerleştirilerek tatbik edilen betonarme inşâ tarzı, bugün bütün dünyâda yaygın şekilde kullanılmaktadır.
Kil ve çamurun fırında pişirilmesiyle îmâl edilen ve taş kadar sağlam olmamasına rağmen işlemesi kolay olan tuğlanın ilk defâ M.Ö. 6000 yıllarında Mezopotamya’da kullanıldığı bilinmektedir.
Mîmârî bir eserde tertip tarzı, büyüklük, ölçülerin birbirine nisbeti ve uygunluğu gibi unsurlar sâyesinde güzellik sağlanmaya çalışılır. Bu maksatla eserlerin ölçülerinde nisbetlerini esas alan matematikle ilgili formüller kullanılır. Mîmârlıkta göz önüne alınması gereken bir husus da kullanışlılıktır. Yâni, yapılan eser kullanma gâyesine uygun olmalı, binâ içinde sirkülasyon (hava akışı) ve akustik (ses yayılma) özellikleri iyi bir şekilde sağlanmalı, çeşitli ihtiyaçlar, imkânlar nisbetinde karşılanmalıdır.
Mîmarlık, ihtisas sâhalarına göre birkaç şûbeye ayrılır:
1. Dînî mîmarlık (Câmi, mescit, kilise mîmarlığı).
2. Askerî mîmarlık.
3. Sivil mîmarlık (Mesken, sınâî, ticârî içtimâî ve siyâsî mîmarlık).
4. Bahçe mîmarlığı (Bahçe tanzimi).
5. Şehir mîmarlığı (Şehir îmâr plânlarının hazırlanması, cadde, sokak ve meydanların tanzimi ile uğraşan mîmarlık şûbesi).
Mîmarlık târihi, insanlık târihiyle başlar. Yeryüzünde ilk mîmârî eser Kâbe’dir. Kâbe’yi ilk insan ve ilk peygamber olan Âdem aleyhisselâm yapmıştır. Oğlu Şit aleyhisselâm Kâbe’yi ikinci defâ taştan inşâ etmiştir. Nûh Tufanından sonra, hazret-i İbrâhim ve oğlu hazret-i İsmâil birlikte yeniden îmâr ettiler.
Eski Mısır’da mîmarlık: Nil Nehrinin çamurunu güneş ışığında kurutarak elde ettikleri tuğlalarla evlerini yapan eski Mısırlılar dinleri îcâbı, en büyük önemi mâbetlerle mezarlara vermişlerdir. Firavunları mumyalayıp içerisinde muhâfaza ettikleri dev piramitler o devrin sembolü olmuştur. Bu piramitlerin inşâsı için büyük iş gücü gerekmiştir. Aynı şey mâbetleri için de söylenebilir. Eski Mısırlıların mâbetlerinde, kapalı bir avludan geniş bir salona girilir. Bu geniş sâhada o kadar çok sütun vardır ki geriye pek az boşluk kalmıştır. Çok az yağmur yağan Mısır’da bu sütunların üzeri de taştan düz bir çatı ile gereksiz yere örtülmüş, içeriye güneş ışığının gelmesi önlenmiştir.
Mezopotamya’da mîmarlık: Fırat ve Dicle nehirlerinin suladığı Mezopotamya’da çamurun kurutulmasıyla îmâl edilen kerpiç veya tuğla, başlıca inşâat malzemesidir. Bâbil ve Sümerlerde kemerli inşâ tarzı gelişmiştir. Âsurluların ise sarayları meşhurdur. Tek katlı olan bu saraylarda odaların çoğunu dar koridorlar teşkil eder. Âsurlular, şehirlerin etrâfını da surlarla çevirmişlerdir. Mezopotamya’nın bu eski şehirleri, zamanla toprak altında kalmıştır.
Yunan ve Roma mîmarlığı: Mısır ve Mezopotamya mîmârisinin tesiri eski Yunan’da da görülür. Kereste, çamur ve taşın yanısıra mermer de inşâat malzemesi olarak kullanıldı. Mısır’daki düz çatıların yerine az eğimli çatılar yapıldı. Yunan tapınaklarında topluca ibâdet edilecek geniş kısımlar yoktur. Tek kişilik küçük hücrelerin yer aldığı bu tapınakların dış kısmında yer alan üstü kapalı avlularda tanrılarına kurban keserlerdi. Eğlenceyi çok seven Yunanlılar birçok açık hava tiyatrosu yapmışlardır. Bu tiyatrolarda dâireye benzer şekildeki sahnenin etrâfında merdiven basamağı gibi kat kat oturma yerleri çepeçevre inşâ edilmiştir.
Romalılar ise, geniş memleketlere hâkim olduklarından büyük şehirler kurdular. Bu şehirlere kemerler üzerinden su getirdiler. Roma’nın hamamları da meşhurdur. Bu hamamların zemin ve duvarları mermerle kaplanmıştır. Romalılar bunlardan başka gladyatörlerin mücâdelesini seyredip eğlenmek için, Yunanlıların tiyatrolarına benzer yapılar inşâ etmişlerdir. Bütün bu inşâatlarda mahallî malzemelerin yanısıra deniz ve karayolları ile uzak memleketlerden de çeşitli malzemeler getirip kullanmışlardır.
İlk Müslümanlarda mîmârlık: İslâmiyetin gelmesiyle büyük bir medeniyet kuran Araplar, her sâhada olduğu gibi mîmârlıkta da eşsiz eserler verdiler. Dünyâca tanınmış düşünürlerden Hrischfeld; “Hiçbir millet, Arapların İslâmiyeti kabul etmeleriyle medeniyete girmesi derecesinde hızla uygarlaşmamıştır.” demektedir. Müslümanlar, kısa zamanda Hindistan’dan İspanya’ya kadar uzanan, üç kıta üzerine yayılmış geniş toprakları, bu yeni kültürün eserleriyle süsleyip damgalarını vurdular. Bu eserlerini meydana getirirken, o güne kadar çeşitli milletler tarafından kullanılan mîmârî usûllerini en iyi şekilde tatbik ettikleri gibi, daha evvel görülmemiş birçok yeni teknikler geliştirip dünyâya tanıttılar.