S O Y L U E D E B İ Y A T
müzika
MüzikDünyaya gözlerimizi açtığımız ilk günlerde annelerimizin ninnileriyle, bilincine varmadan müzikle tanışmış oluruz. Daha sonra duyduğumuz şarkıların, sözlerinin anlamını kavramadan tekrarlar, melodisini yakalamaya çalışırız. Bir tencere ya da masaya vurarak ilk kez kendi kendimize müzik yapmanın tadına varırız. İlkokul çağında mandolin ya da flüt gibi gerçek bir müzik aleti çalmaya başlamak başlı başına bir mutluluktur. Müzikle tanışıklığımız arttıkça, müziğin coşku, sevinç, korku ve keder gibi duyguların anlatımındaki gücünü keşfederiz. Aynı zamanda flüt, piyano ve keman gibi müzik aletlerini çalabilmenin, yeteneğin yanı sıra sıkı ve düzenli bir çalışma gerektirdiğini de öğreniriz.
Müzik en basit melodiden en karmaşık parçalara kadar çok çeşitli türleri kapsar. Biçimi ne olursa olsun, her türlü müzik kendine özgü, değişik bir etki yaratır. Müzik türleri arasında yapılan seçim tamamen kişisel zevke dayanır.
Müziğin resim ve heykel sanatıyla ortak yönleri vardır. Ressam yapıtını yaratırken boya, fırça ve tuval; heykelci taş, çekiç ya da alçı kullanırken, besteci de sesleri ve sesleri simgeleyen nota sistemini kullanır. Bestecinin yarattığı ürüne müzik yapıtı, kompozisyon ya da beste denir. Müzik temelde seslerden oluştuğu için din, dil ve kültür farklılıklarından bağımsız olarak herkesçe duyumsanabilir. Bu bakımdan sanatlar içinde en evrensel olanıdır.
http://www.muziktarihcesi.com/
ÖNSÖZ
Müzik tarihini yazma fikri, aslında yazın yapılması planlanan bir sunum üzerine çıktı. Çeşitli bestecilerin tanıtılacağı sunumda müzik tarihini anlatacaktım, bu yazı da sunuma destek olacaktı. Sunum çeşitli nedenlerden dolayı yapılamayınca “Müzik Tarihi” konulu yazı, sonbahara kaldı. Müzik tarihini bir bütün olarak tek sayıda yazmayı planlıyordum ancak araştırmaya başlayınca bu tarihin hiç de basit ve bağımsız bir tarih olmadığını; siyasi tarih, düşünce tarihi ve uygarlık tarihi kavramlarıyla tamamen iç içe olduğunu gördüm. Bu kadar uzun, karmaşık bir tarihi hakkıyla anlatabilmek için bir aylık bir araştırmanın asla yetmeyeceğini, tek sayıda anlatılacak olan müzik tarihinin de okuyucular için oldukça yüzeysel kalacağını fark ettim. Bu bakımdan konuyu bölmeye ve her ay belli bir bölümü anlatmaya karar verdim. Belirtilen sebeplerden dolayı bu yazıya, bir yazı dizisinin ilk bölümü olarak bakılabilir. Ancak bu yazı dizisinin, bilinen yazı dizilerinden bir farkı var:
Bir yazı dizisi en azından taslak olarak başta hazır olur, belli dönemlerde buna eklemeler yapılarak okuyucuya parça parça sunulur. Bu yazı dizisinin özelliği, henüz bir taslağının bile hazır olmayışı ve müzik tarihindeki yolculuğumuzda benim de sizlerle birlikte yavaş yavaş ilerleyecek olduğumdur. Bundan dolayı bu yazı dizisi kaç ay sürer, nasıl sürer, biter mi; bu konularda şimdiden bir şey söyleyemiyorum. Bu karanlık yol bazen beni endişelendirse de keşfetmenin verdiği heyecan, endişenin önüne geçiyor. Umarım, bu heyecanı sizlerle paylaşabilirim.
Yazıma önceleri “Müzik Tarihi” diye başlamış olsam da bu başlığı “Batı Müzik Tarihi” olarak değiştirmek, daha doğru göründü. Şöyle ki bu yazı dâhilinde işlenecek olan Orta Çağ, Rönesans, Barok, Klasik, Romantik gibi dönemler; Batı Müziği’nin dönemleridir. Bu dönemler yaşanırken dünyanın dört bir yanında çok daha zengin müzikler vardı ve gelişiyordu. “Müzik Tarihi” başlığı, bütün o zengin müzikleri göz ardı etmek olacaktı ki buna hakkımız olmadığını düşündüm. Dünyadaki tüm müziklerin tarihini yazmak için ansiklopedi bile yetersiz kalacağından konumuzu “Batı Müzik Tarihi” ile sınırlandırıyor, başlığı böyle koyuyoruz.
Müzik tarihinin siyasi tarih, düşünce tarihi ve uygarlık tarihiyle birebir alakalı olduğundan bahsetmiştim. Bu ilişkiyi dikkate alarak, dönemleri anlatırken o dönemde belli başlı hangi olaylar olduğunu, ne tür düşünce sistemleri ve felsefelerin hâkim olduğunu da ayrıntılı olarak incelemeyi düşünüyorum. Ancak böyle bir yaklaşımla, müzikteki değişme ve gelişmeleri iyi anlayabiliriz. Yazı ilerledikçe farklı ihtiyaçlar ortaya çıkacak, bu da inceleme metodunu kim bilir kendiliğinden değiştirecektir.
Dönemleri o dönemin müziğinden örnekleri inceleyip basit anlamda armoni çözümlemeleri yaparak ele almayı planlıyorum. Armoni bilgisi eksik kullanıcılar için bu bilgileri basit hâlleriyle, yazı içerisinde vermeye çalışacağım. Yazı içerisinde veremeyeceğim daha karmaşık armoni konularını ise ekler hâlinde vermeyi düşünüyorum. Görüldüğü gibi henüz bir taslak olmadığından sadece düşünce ve planlarımı söyleyebiliyorum. Bunların hangilerini yapıp hangilerini yapamayacağımı tam olarak zaman gösterecek.
Bu ayki konumuzla, yazı dizisine başlıyoruz: “Müziğin Doğuşu ve İlk Çağ Uygarlıklarında Müzik”. Eğlendirici ve öğretici bir süreç olması dileğiyle!
MÜZİĞİN DOĞUŞU VE TARİH ÖNCESİ TOPLUMLARDA MÜZİK
Müzik, insan yaşamındaki temel sanatlardan biri olmasına rağmen yazılı, en kısa tarih müzik tarihidir. Günümüzde mimari, resim, edebiyat, heykel gibi sanatların -tarih öncesi dönem dâhil- ayrıntılı ve somut bir tarihleri vardır oysa ayrıntılı ve somut bir müzik tarihinden, ancak Orta Çağdan itibaren bahsedilebilir.
Müzik tarihinin bu sorununun farklı nedenleri vardır: Tam olarak çözülebilen müzik yazısının ancak Orta Çağdan itibaren var olması, bu sorunun temel nedenlerindendir. İlk Çağ Uygarlıkları ve tarih öncesi dönemlerden kalma, tam olarak çözülebilmiş bir müzik yazısından söz edemiyoruz. Ancak yazılı kaynaklar, çeşitli mağara resimleri ve efsanelerden bilgi alabildiğimiz o dönem müziği hakkında kesin bilgilere sahip olamayışımızın bir nedeni de diğer sanatlarla karşılaştırıldığında, müziğin günümüze ulaşmasının oldukça zor olmasıdır. Tarih öncesinden kalan bir mimari yapı veya bir heykel, kazılardan çok az bozularak çıkarılabilmektedir. Yazı MÖ 3000 yıllarında bulunduğundan o dönemlerin edebiyatı hakkında da elimizde somut bilgiler vardır. Ancak sesi kaydetmeye yarayan fonograf, çok yakın bir tarihte, 1877’de Edison tarafından icat edilmiştir. Arkeolojik kazılarda bulunan müzik aletlerinin çıkardığı sesler ile geleneklerine çok sıkı bağlı ilkel kabilelerin törenleri, eski dönemlerdeki müziğe biraz ışık tutabilmekteyse de kesin bir bilgi sağlamaktan çok uzaktır. Efsaneler, kabileler aracılığıyla günümüze biraz bozularak gelebilmiştir ancak değişikliğe uğramaya çok daha müsait olan müziğin günümüze değişmeden gelmesi olanaksızdır.
Bunlar gibi ve bunlara bağlanabilecek birçok nedenden dolayı Orta Çağ Öncesi Uygarlıklarının müziği üzerindeki örtü, hâlen kaldırılabilmiş değildir. Ancak antropologların kazıları ve sosyologların o dönemin toplumsal yapısı üzerine yaptıkları araştırmalar sayesinde, müziğin o dönemde az çok neyi andırdığı ve toplum yaşamındaki yeri hakkında bilgi sağlanabilmektedir. Bu araştırmaların sorduğu temel soru şudur: “Müzik, nasıl ortaya çıktı?”
İnsanoğlunun Kültürel Evrimi
Antropolojik açıdan insanın kültürel evrimi, üç temel çağ içinde yer almaktadır:
1. Paleolitik Çağ (Eski Taş/Yontma Taş Devri, Üretim Öncesi Dönem, Başlangıçtan MÖ 10.000 yılına kadar)
2. Neolitik Çağ (Yeni Taş/Cilalı Taş Devri, Üretim-Tarımın Başlaması, MÖ 10.000-MÖ 1800)
3. Endüstri Çağı (Bronz ve Demir Çağı, MÖ 1800)
Paleolitik Çağda, tarım ve üretim henüz gelişmemişti. Avcılık ve toplayıcılığın hâkim olduğu bu dönemde yaşam, avcı ve toplayıcı grupların komünal hâlde yaşaması şeklindeydi. 20-30 kişilik bu gruplar, avlanılan ve toplanan besini paylaşıyordu. Günümüzdeki gibi bir aile yaşantısı yoktu. Üretimin olmamasından dolayı yerleşik bir düzen yoktu, topluluklar göçebe hâlde yaşıyorlardı.
MÖ 10.000 yılındaki Neolitik Çağda, bambaşka bir tablo ile karşılaşılır: Tarımın bulunması ve bu bağlamda üretim mantığının gelişmesi, sosyologlara göre insanoğlunun geçirdiği en önemli kültür devrimlerinden biridir. Tarım sayesinde yerleşik düzene geçilmiş, toplulukta iş bölümünün zorunluluğu yüzünden meslekler türemiş, yerleşik yaşam giderek kent yaşamına dönüşmüş ve böylece İlk Çağ Uygarlıklarının temeli atılmıştır. İnsanlığın yaklaşık iki milyon yıllık bir geçmişi olduğunu varsayarsak Paleolitik Çağın iki milyon yıla yakın sürmesine karşın Neolitik Çağın sadece sekiz bin yıl sürdüğünü görürüz. Üretimle birlikte insanoğlunun kültür evrimi bir anda, inanılmaz bir şekilde hızlanmıştır. Zaten mağaralarda bulunan ilk sanat eserleri de MÖ 50-40.000 yılları arasında, Paleolitik Çağın sonuna aittir.
Şu ana kadar kazılarda ele geçen en eski çalgı, 1995 yılında Slovenya’da bulunan yaklaşık 43.000 yıllık bir flüt’tür. “Neanderthal Flute” diye adlandırılan kalıntının müzik yapma aracı olarak kullanılıp kullanılmadığı konusunda, kesin bir kanıt yoktur. Genel kanı, o zamanlarda kemikleri işleyebilen herhangi bir teknolojinin bulunmamasından ötürü bunun bir çalgı olamayacağı yönündedir. Bir çalgı olması muhtemel ilk çalgılar, MÖ 14-12.000 yıllarından kalmadır. Bunlar genel olarak vurmalı çalgılar olup Erken Neolitik Çağa aittir.
Müziğin Doğuşu
Müziğin doğuşuyla ilgili birçok teori ortaya atılmıştır. Müzik tarihine ilk kez ilgi duyulan Romantik Dönemin hâkim olduğu 19. yy.da birçok filozof, müzik ve bilim insanı; insanoğlunun müziği nasıl bulduğu konusunda teoriler ortaya atmıştır. Müziğin doğuşu üzerinde tartışmadan önce, bir noktayı sorgulamakta fayda var: “ İnsanoğlu, müziği yaratmış mıdır, keşif mi etmiştir?”
Müziği insanoğlunun resim, yazı veya heykel gibi bulduğunu söylemek tamamen yanlış olmasa da bu bilgi, müziğin bir yönünü kaçırmamıza neden olur: Müzik, insanoğlu dünya üzerinde var olmadan da doğanın içindeydi. Kuşların ötüşü, denizin dalgası veya rüzgârın sesinin birer müzik olmadığını kim iddia edebilir? Bu açıdan bakıldığında insanoğlu, müziği ancak keşfedebilir. Sonsuz bir müzik malzemesi doğada hazır vardı, insanoğlu sadece onu keşfetti ve çağdan çağa evriltti.
Müziğin keşfedilmesi sorunsalına küçük de olsa bir açıklık getirdiğimize göre “müziğin insan hayatına nasıl girdiği” sorusuna dönebiliriz. Müziğin nasıl doğduğu ile ilgili teoriler; genel anlamda, biyolojik teoriler ve linguistik (dil bilim) teoriler olarak ikiye ayrılır. Çıkış noktaları biraz farklı olsa da bu iki dal, tek bir noktada birleşiyor gibidir: Biyolojik teoriler, insanın doğa ve hayvan seslerini taklit ederek müziği geliştirdiğini, linguistik teoriler ise müziğin manzum konuşma (şiir)dan evrildiğini öne sürer. İki teorinin birleştiği nokta şudur: Müzik, çalgılardan önce insan tarafından yapılmıştır; ilk müzik, insan sesidir. Bunun bir başka bilimsel kanıtı, İsrail’de bulunan ve 60 bin yıllık olduğu tahmin edilen Neanderthal’in günümüz insanının dil kemiğinin yapısına çok benzemesidir. Bunun anlamı; o dönem insanının, ağzıyla müzik yapmaya en az bizim kadar elverişli olduğudur.
Tarih öncesi insanlara ait birtakım resimler, o dönemlerde çeşitli dinî ve din dışı törenlerin yapıldığını gösterir. Bu törenleri genelde, o dönemde toplumun en bilge kişileri kabul edilen şairler yönetirdi. Yazının bulunmasına kadar geçen süreçte, toplumlarda gelenek ve efsaneler sözlü olarak aktarılırdı. Bu aktarma, genelde manzum konuşma biçimindeydi. Aktarma görevini doğal olarak manzum konuşma ustaları olan şairler üstlenince “toplumun en bilge kişileri” hâline geldiler. Bu durum, Antik Yunan’da filozofların ortaya çıkmasına kadar devam etti. Manzum konuşmanın kendi içinde barındırdığı doğal ezgiselliği ve ritmi, şiirlerin çeşitlenerek söylenmesini sağladı. Doğadan aldığı seslerle elinde güçlü bir malzeme olan insanoğlu da bu şiirleri giderek ezgilerle söylemeye başladı. Farklı törenlerde, farklı ezgilerin, farklı duygularla söylenmesi sonucunda müzik çeşitlendi ve gelişti. Örneğin; büyük bir av sonrasında coşkulu, bir ölüm üzerine hüzünlü veya baharın gelmesiyle canlı, renkli bir müzik ortaya çıktı.
Bu dönemlerde müziğin eğlence amacıyla söylenmesi pek söz konusu değildi; genelde, bir tören sırasında söyleniyordu. Müzik, o dönemlerde dinle iç içeydi ve “büyü” olarak nitelendiriliyordu. Daha sonraları insanın doğa üzerindeki egemenliği artınca büyü, etkisini yitirdi. Bu arada müzik de giderek törenlerin dışına çıkıp toplumsal yaşayışa katıldı. “Ninni” kavramının da bu dönemde oluştuğu söylenebilir. İnsanların gündelik çalışma tempoları içinde yaptıkları müzik, içine “ritim” kavramını katarak başka bir boyut kazanacaktı.
Tarım devrimiyle gelişen üretim toplumundaki toplu çalışma süreci, hâliyle bir düzen ihtiyacını beraberinde getirdi. Bu düzenin ve motivasyonun sağlanması amacıyla da müziğe başvuruldu. Yapılan işin düzenli bir ritim gerektirmesi, müzikte ritmin doğuşunu sağladı. Ritim, basit bir ezgi ve duruma uygun bir söz ile destekleniyordu. Böylece, hem motivasyon sağlanıyor hem de bireyin topluluk dışına çıkması engelleniyordu. Bu durumun aynısı, 20. yüzyıl müziğine yön veren Blues’un doğuşunda da görülür: 18 ve 19. yüzyıllarda Amerika’ya Afrika’dan getirilen kişiler, tarlalarda “beyaz adamın kölesi” olarak çalışıyorlardı. Son derece ağır koşullar ve işkence altında çalışmak zorunda olan köleler, kendi ülkelerinden getirdikleri müziği, kendi durumlarına uygun hâle getirip çalışma sırasında söylediler. Amerika’nın farklı noktalarında eş zamanlı olarak gelişen bu müzik, daha sonra “Blues” adını aldı ve popüler müzikte, bilinen tüm türlerin kökenini oluşturdu.
Ritmin ve ritimli çalgıların diğer tüm çalgılardan önce gelişmesinin nedeni, insanın ilk başta ritme yatkın olmasıdır çünkü hiçbir gerece ihtiyaç duymaksızın vücuduyla ritim tutabilir. Önceleri tekdüze olan bu ritim, insanın daha fazla uzvunu kullanmasıyla gelişmiş, zenginleşmiştir. Ritim çalgıları kadar eski diğer bir çalgı türü, nefesli çalgılardır. Doğada bolca bulunan kamış ve içi boş kemiklerden, insanoğlu çok rahat ses çıkarabilmiştir.
Çalgıların gelişmesinde dikkat edilecek bir nokta, yaylı ve telli çalgıların nefesli ve ritmik çalgılardan çok daha sonra gelişmiş olmasıdır. Bunun nedeni, müziğin uzunca bir süre törensel amaçla kullanılmasıdır. Bu bağlamda ezgi görevini şaire devretmiş olan insanoğlu, sadece ezgisel yönü olan bu çalgılara pek ihtiyaç duymamıştır. Ancak daha sonraları tören dışında müziğin gelişimi, yaylı ve telli çalgıların gelişmesini sağlar. Bu çalgıların, avlanma sırasında kullanılan yayın çıkardığı seslerden esinlenmiş olması muhtemeldir.
İlk uygarlıklara kadar herhangi bir “sanat müziği” tanımından söz edilemez. O zamana kadar müzik, herkes tarafından yapılıyordu. Üretim toplumu ve kentleşme sonrasında gelişen iş bölümü, “meslek” ve “zanaat” kavramlarının, bu da “müzisyen” kavramının ortaya çıkmasını sağlayacak; müzik yapma, halktan yavaş yavaş bir sınıfa geçecek, böylece “sanat müziği” kavramı ortaya çıkacaktı.
İLK ÇAĞ UYGARLIKLARI
Toplumsal yaşama geçiş ve kentleşme, görkemli İlk Çağ Uygarlıklarını doğurdu. Çin, Mısır ve Yunan gibi uygarlıklar; sanat alanında “görkemli eserler” meydana getirdiler. Böyle görkemli eserler vermiş bu uygarlıkların o dönemde müzik hakkında hiçbir şey yapmamış olmaları düşünülemez. Gerek tam çözülmüş nota yazılarının bulunmaması gerekse kaynakların yok olması gibi nedenlerden ötürü uygarlıkların müziği hakkında yeterli bilgiye sahip olmasak da kazılar ve dönemin düşünürleri sayesinde bu uygarlıklarda müziğin yeri hakkında bilgi edinebiliyoruz.
ORTA ASYA UYGARLIKLARI
Çin Müziği
Bilinen en eski geçmişe sahip Çin Müziği’nin 4000 yıllık bir tarihi var. Çin Müziği, Batı’daki müziğin gelişmesinde de kilit bir rol oynamıştır çünkü MÖ 1500’lerde Mısır Müziği’ni, Mısır Müziği de daha sonraları Akdeniz üzerinden, Avrupa Uygarlıklarını etkilemiştir.
Çeşitli kaynaklar; müziğin Çin’de çok yaygınlaştığını, müziğe özellikle saray ve tapınaklarda oldukça önem verildiğini, müziğin imparatorlar tarafından kurumsallaştırıldığını belirtmektedir. Müziğin, yer ile gök uyumunu yansıttığına inanan Çinliler için, dinî bir yanı da vardı. Ünlü Çin Filozofu Confucius (Konfüçyüs) de (MÖ 551-479) müziğin halkın eğitilmesi ve insanların ahlaklı birer birey hâline getirilmelerinde çok önemli bir araç olduğundan bahseder. Yunan Filozofu Platon da daha sonraları müziğin eğitimdeki öneminden bahsederken Konfüçyüs’ün bu düşüncelerinden etkilenmiştir.
Müzik, Çin’in toplumsal hayatında o denli yaygınlaşacaktı ki MÖ 246 yılında İmparator Si Huang, müziği yasaklayacak; var olan tüm çalgıları ve yazılı kaynakları imha edecekti. Bu karanlık dönem çok uzun sürmedi, Han Hanedanı Zamanı (MÖ 206-MS 220)nda müzik tekrar gelişti ancak Si Huang’ın yazılı kaynakların önemli bir bölümünü yok etmesi, bu dönemden önceki Çin Müziği hakkında elimizde çok az bilginin kalmasına neden oldu. Han Hanedanı Zamanında gelişen Çin Müziği, Tang Hanedanı (618-907) ile Hung Hanedanı (960-1279) dönemlerinde altın çağına ulaştı. Bu dönemlerde, saraylarda büyük korolar ve 300 kişiden fazla üyeli orkestralar bulunuyordu. Ayrıca bu dönemde Çin’de yapılan müzik, çok sesli bir müzik’ti. Bu durum; Çin’in Batı’dan, kiliseden çok daha önce çok sesliliği bulduğunu gösterir.
Çin dizesinin oluşumu, bir efsaneyle anlatılır: İmp. Huang Ti (MÖ 2697-2597), bakanlarından birini aynı büyüklükte bambu kamışı kesmeye yollamış. Bakan bir adet kamış kesmiş ve üflediğinde “Hoang Çong” (sarı çan) adlı sesi bulmuş (Bu ses, günümüz notasyonunda “fa” sesine karşılık gelir.). Derken bakanın iki omzuna, biri erkek biri dişi iki anka kuşu konmuş ve her biri, altı değişik ses çıkarmış. Bakan da bu sesleri yakalamak için farklı uzunlukta on iki adet kamış kesmiş ve günümüzdeki 12’lik kromatik diziye benzer bir dize bulmuş ve seslere “liu” adını vermiş. Kuramcılar, 12 sesi daha sonraları 60’a, hatta 360’a kadar çıkarmışlar ancak bu kuramlar uygulama alanına girmemiş. Her ne kadar Ming Hanedanı’ndan (MS 1368-1643) Prens Tsai-yu, eşit aralıktaki günümüz kromatik dizisi gibi 12 sesten oluşan diziyi tanıtmışsa da bu da uygulamaya geçmemiş, kuramda kalmakla yetinmiştir. Çin’de sadece 5 sesli pentatonik dizi kullanılmıştır. Görüldüğü üzere; Çin Müziği, günümüzde kullandığımız birçok armoni teorisinin temellerini Avrupa’dan daha önce atmıştır.
Japon Müziği
Japonya’nın 3. yy.da Kore’yi istila etmesi sonucu, Çin sanatı Japonya’nın içine girdi. Bu bakımdan, Japon Müziği ile Çin Müziği büyük benzerlikler taşır. Yalnız Japon Müziği, günümüzde Çin Müziği’ne göre daha iyi korunabilmiştir. Çin’deki gibi 5 sesli dizinin yanında, 12 sesli diziyi de kullanan Japon Müziği, başlıca üç gruba ayrılır:
1. Gagaku: Bir tür tapınak müziğidir ancak kutsal öğeler taşımaz. Nefesli, telli, vurmalı çalgılar ve gonglar kullanılır.
2. Kagura: Yalnız ses ile yapılan bir müziktir. Kutsal özellikler taşır.
3. Nogaku: Japon tiyatro müziğidir. Müzik, oyunun karakterine göre değiştiği için oldukça değişken bir biçim gösterir. Buda törenlerinin etkisi altındaki şarkılar, Batı’daki arya biçimini de andırır.
Hint Müziği
Hindistan’da da müziğin 4000 yıla yakın bir geçmişi vardır ancak eski zamanların müziği hakkında pek fazla bilgi yoktur. Bu dönemlerde müzik, Hint Kutsal Öğretisi ile tam bir birlik içindeydi. Kutsal öğreti, “Veda” (Kültür, Bilgi) adını taşıyan dört kitapta toplanmıştı. Bu kitaplardan üçüncüsü “Samaveda” (Şarkı Bilgisi), Eski Hint toplumunun müziği hakkında bilgi veriyordu. Kitap, Tanrı’ya adanan kurbanlarda söylenen ilahilerden bahsediyor, bir yandan da müzik teorisi hakkında bilgiler barındırıyordu. Yine bu kitapta bulunan bir efsaneye göre; müzik, Tanrı Brahma ve Tanrıça Sarasvati’nin bir eseriydi. Hintlilerin bilinen en eski çalgısı olan “Vina” ise Tanrı ve Tanrıçanın oğulları Naredda tarafından yapılmıştı. Tanrı Brahma, halkına Vina’yı vererek onları ödüllendirmişti. Bu yüzden Eski Hindistan’da müzik, kutsal sayılırdı.
Bilinen Hint Müziği, 4-6. yüzyıllar arasında gelişme gösterdi. Önceleri komşu kültürlerden beslenen Hint Müziği, 11. yüzyılda Müslümanlığın etkisiyle Arap-Fars öğeleri ile zenginleşti. Genel olarak doğaçlamaya dayalı Hint Müziği’nde, 132 makam bulunur. Bu makamlar; renk, duygu, ruh durumu anlamına gelen “raga” olarak adlandırılır. Her raganın kullanıldığı farklı bir tören, farklı bir mevsim ve günün farklı bir saati vardı. Bir oktav, “şruti” denen 22 adet aralığa bölünmüştü ve aralıkların arası eşit değildi. Bu oktav yapısı, Türk Müziği’ndeki koma aralıklı makam yapısına çok benzer; bu da Hint Müziği’ndeki Müslüman etkisini açıklar.
Ritim ölçüsü olarak “tala” kullanılırdı. Bugün bildiğimiz anlamda ritmin tersine; düzenli aralıklı değil, cümle uzunluklarına göre şekillenmiş, düzensiz aralıklı idi.
MEZOPOTAMYA VE MISIR UYGARLIĞI
İlk Uygarlıkların Mezopotamya ve Mısır’da Ortaya Çıkışının Nedenleri
Tarım devriminin sonucunda insanoğlunun göçebe yaşamı bırakıp yerleşik yaşama geçtiğini söylemiştik. Yerleşik hayata geçilmesiyle birlikte yavaş yavaş aile kavramı ortaya çıkacak, sonra kentler kurulacak ve kentlerden, görkemli İlk Çağ Uygarlıkları şekillenecekti. Tarım devrimiyle birlikte yerleşik yaşama geçiş, birçok yerde farklı zamanlarda gerçekleşti. Bu geçişin hızlı olduğu bölgeler, genellikle tarıma elverişli olan akarsu delta ve vadileri idi. Ayrıca bu bölgelerde görece fazla olan nüfus yoğunluğu, siyasal örgütlenmenin ilk örneklerinin bu bölgelerde ortaya çıkmasına neden oldu.
Fırat ve Dicle nehirlerinin arasında kalan verimli Mezopotamya Bölgesi’nin tarihin ilk uygarlıklarına ev sahipliği yapmış olması, bu yüzden tesadüf değildir. Ancak dünya üzerinde birçok verimli bölge varken neden burada uygarlıkların ortaya çıkmış olduğu sorusu, yukarıda bahsettiğimiz nedenle açıklanamaz. Bu bölgeyi diğer verimli bölgelerden ayırt eden önemli bir özellik, Fırat ve Dicle’nin akışının son derece düzensiz olmasıdır. Öyle ki zaman zaman kuraklığa neden olacak kadar az su taşırken, zaman zaman nehir yakınındaki şehirleri tamamen su altında bırakacak kadar güçlü bir şekilde akar. Nehirlerin bu dengesiz rejimi, halkı çeşitli su kanalları ve setler inşa etmeye zorlamıştır. Su setlerinin inşası ve düzenli bakımı, insanların düzenli bir şekilde çalışmasını zorunlu kılmıştır. Böylece “yönetim, siyasal bağlılık, otorite” gibi bir uygarlığın temellerini oluşturan kavramlar ortaya çıkmıştır.
Benzer bir durum, Mısır Uygarlığı’nın doğuşunda da gözlenebilir. Bu uygarlığa ev sahipliği yapan da verimli Nil Deltası’dır. Fırat ve Dicle’deki gibi dengesiz bir rejim, Nil nehrinde de söz konusudur. Mısır Uygarlığı ile Mezopotamya Uygarlığı arasındaki en belirgin fark, Mezopotamya’da bölünmüş devletler ve siyasi istikrarsızlık hâkimken, Mısır’da çok daha derli toplu bir yapının bulunmasıdır. Bunun en önemli nedeni, Mısır’ın Mezopotamya gibi sık sık göçebe kabilelerin saldırılarına uğramamasıdır. Mısır bu şansını, Nil Deltası’nı çevreleyen ve geçit vermeyen çöle borçludur.
Dünya tarihinde bu uygarlıkların ön plana çıkmış olmalarının diğer bir nedeni, tarihin en önemli unsurlarından biri olan yazının ilk kez Mezopotamya’daki Sümerliler tarafından kullanılmış olmasıdır. Yazının bulunmasıyla olaylar, sözlü gelenekten çok daha iyi bir şekilde, kuşaktan kuşağa aktarılabilmiştir. Bu durum, müzik tarihi açısından da önemlidir çünkü müzik hakkında yazılmış ilk yazılı kaynaklar, yine bu zamana aittir.
Mezopotamya ve Mısır’da Düşünce
Mezopotamya ve Mısır’da bir düşünce sistemi veya felsefeden söz edilemez. Bu uygarlıklarda astronomi, matematik ve geometri bilimleri oldukça gelişmiştir. Bu bilimler, tamamen ihtiyaçlar doğrultusunda ortaya çıkmıştır. Tarımın yılın zaman dilimleri ve mevsimlerle ilgisinden, yıldızların hareketine göre takvim çıkarma ihtiyacı doğmuştur. Nehirlerin düzensiz rejimleri nedeniyle setlerin, sık sık meydana gelen taşkınlarla oluşan bataklıkları kurutmak içinse su kanallarının inşa edilmesi ihtiyacı, matematik ve geometri bilimlerinin gelişmesini sağlamıştır.
Mezopotamya Müziği
Dönemin müziği hakkında bilgileri çeşitli mağara resimleri, yazılar ve enstrüman kalıntılarından alabiliyoruz. Mezopotamya’nın ilk uygarlığı olan Sümerlilerin tapınaklarında yapılan dinsel törenlerdeki yakarışlar, şiirsel özellikler taşıyordu. Bu yakarışların zamanla şarkılara dönüştüğü sanılmaktadır. MÖ 2000 yıllarından kalan belgeler, Sümer dualarında rahiplere bir koronun eşlik ettiğini yazar. Bu dualardaki ezgilere “sir”, rahibi ve koroya eşlik eden kamış kavallara “sem”, dinsel şarkılara da “ersemma” adı verilirdi.
Bu zamanlarda yalnızca dinî müzikler yapılmıyordu. Bu dönemdeki diğer müzik örnekleri; düğün şarkıları, cenaze şarkıları, savaş müziği, çalışma şarkıları, bebekler için söylenen şarkılar, dans müziği, taverna müziği ve şölen şarkıları idi.
Sümerlilerin ve onlardan sonra bölgeye hâkim olan Akatların dillerindeki kelimeler incelendiğinde, çeşitli müzik terimlerine rastlanır (MÖ 2500). Bu terimlere enstrüman isimleri, akort teknikleri, çalma teknikleri, müzik türleri örnek olarak verilebilir. Tarihte bilinen en eski besteciye de bu yazılarda rastlanır. MÖ 2300 yıllarında Ur kentinde yaşamış “Enheduanna” adlı bir rahibenin Ay Tanrısı Nanna ve Ay Tanrıçası Inanna’ya şarkılar yazdığından bahsedilir. Bu şarkıların sözleri, çivi yazılı tabletlerde günümüze kadar gelebilmiştir.
Babilli Müzisyenler, MÖ 1800’lü yıllarda müzik konusunda yazmaya başladılar. “Enstrüman Akorduyla İlgili Bilgiler, Çalma Teknikleri, Nota Aralıkları ve Müzik Türleri” başlıca konulardı. Şu ana kadar bulunan en eski, yazılı müzik parçası ise yine Babillilere aittir. MÖ 1400-1250 yıllarından kalma olduğu sanılan bu parça, çivi yazısıyla, tablet üzerine yazılmıştır. Şarkı, Hurri dilindedir ancak tam olarak çevirisi yapılamamıştır. Ay Tanrısı’nın karısı Nikkal’a yazılmış bir şarkı olduğu tahmin edilmektedir. Müziğinin nasıl olduğu hakkında kayda değer bir buluş yoktur.
Müzik notasının ilk örnekleri bulunmuş olmasına rağmen dönemin müzisyenleri, parçaları notaya bakıp çalmıyorlardı. Nota sadece, müziği diğer nesillere aktarmak için kullanılan bir araçtı. Müzisyen notaya bakıyor, müziği öğreniyor ve sonra ezberden veya değiştirerek çalıyordu.
Babilli Müzisyenlerin, müzik teorileri hakkında yazmaları; o zamanın müziği hakkında az çok fikir sahibi olmamızı sağlar. Bu yazılardan çıkarılabilenlere göre Babilliler ve büyük ihtimalle daha önce yaşayan Sümerliler, 7 notalık diyatonik dize’yi kullanıyorlardı. Kuramsal olarak 7 farklı diyatonik dize bulmuşlardı. Bu diziler, daha sonra Antik Yunan Uygarlığı’nda kullanılacak olan dizeler ile büyük benzerlik gösterecekti. Antik Yunan’da kullanılan dizilerin, Avrupa Müziği ve oradan günümüz müziğini etkilediği düşünülürse; “Günümüzdeki armoninin temeli, daha ilk çağlarda atılmıştır.” denilebilir.
Arkeologların eski bir Sümer kenti olan Ur’da yaptığı kazılar sonucu, çeşitli lir kalıntılarına ulaşılmıştır. Hatta kalıntıları bulunan ve MÖ 3200 yılından kaldığı tahmin edilen, Sümerlilerin kullanmış olduğu lir; yeniden birleştirilmiştir. Bu lir, boğa formunda olduğundan “boğa liri” (bull lyre) olarak adlandırılmıştır. Boğa formunun, verimliliği simgelediği düşünülmektedir. Bunların dışında, dönemin bilinen çalgıları; yan ve düz çalınan flüt “tiğ”, küçük davul “balag”, timpaninin ilkeli olan ikili davul “lilis”, bir çeşit tef olan “adapa”dır.
Mısır Müziği
Araştırmalar, Mısır Müziği’nin MÖ 4000 yılına dayanan bir geçmişi olduğunu göstermektedir. Piramit ve sfenkslerde bulunan resimlerde; çok kişili korolar, çeşitli arp, lir, flüt ve vurmalı çalgılardan oluşan büyük orkestralar göze çarpmaktadır. Bunlar, Mısır’da müziğin önemli bir yer tuttuğu konusunda bize kanıt sağlar. Ancak, müzik teorisi veya notasyonlarla ilgili herhangi bir kanıta rastlanmamıştır.
Mısır Müziği, MÖ 2700 yıllarında Mezopotamya Müziği’nden, MÖ 1600’lerde ise Çin Müziği’nden etkilenmiştir. Bu etkiye kanıt olarak Çin Müziği’nde kullanılan bazı çalgıların Mısır’da bulunmuş olması gösterilebilir. Mısır Müziği, daha sonra Yahudi Müziği’ni etkileyecek ve oradan da Avrupa Müziği etkilenecekti.
Arp, Mısır Müziği’nin önemli bir enstrümanıydı. Zaten arpın kökeninin de Mısır olduğu tahmin edilmektedir. İlk arplar, oldukça büyük olup yere oturtularak çalınıyordu. Sonraları daha küçük arplar kullanılmaya başlandı. Büyük arpların tel sayısı 6 ila 8 iken, küçük arplarda tel sayısı 16’ya kadar çıkabiliyordu. Bunların dışında, “trigon” adı verilen üçgen biçimli bir arp da kullanılmaktaydı.
Üflemeli çalgılar olarak; tek kamıştan oluşan “kaval”, çift kamıştan oluşan “çifte kaval” ve orduda kullanılan “trompetler” örnek gösterilebilir.
Vurmalı çalgılara örnek olarak da bir çeşit küçük timpani olan “el davulu”, birbirine vurarak çalınan iki çubuktan oluşan, mantığı bizim kullandığımız kaşığa benzeyen “krotal” ve sallayarak ses elde edilen “sistre” gösterilebilir.
Bu ayki yazımızda, “Müziğin Doğuşu” konusuna kısa bir giriş yapıp bazı İlk Çağ Uygarlıklarındaki müziği inceledik. Bu müzikler her ne kadar Batı Müziği’yle ilgili temeller içeriyorsa da Batı Müziği, Antik Yunan Uygarlığı ile başlamıştır. Gelecek ay, Antik Yunan Uygarlığı’nın müziğini; bu uygarlığın tarihi, düşünce sistemi ve toplumsal yaşayışı ile birlikte ayrıntılı olarak inceleyeceğiz.
Cem
ANTİK YUNAN UYGARLIĞI’NDA MÜZİK
Dünya üzerinde neredeyse her türlü bilim ve sanat, Antik Yunan Uygarlığı’nda başlar. Felsefe ve ondan doğan pozitif ve sosyal bilimler ile sanatın birçok kolu, hep köklerini bu uygarlıktaki düşünce sistemlerinden almıştır. Günümüzde Antik Yunan’dan kalma eserleri göz önüne alıp bundan çok çok daha fazlasının Orta Çağda yakıldığını düşünürsek bu uygarlığın büyüklüğünü daha iyi kavrarız.
Antik Yunan Eserlerinin Orta Çağda yakılmasından dolayı, Antik Yunan Müziği hakkında elimizde bulunan eserler oldukça azdır. Ancak filozofların yapıtları ve arkeolojik kazılarda bulunan eserlerden, Yunanlıların çok zengin bir müzik yaşamına sahip olduklarını anlayabiliyoruz.
Bu yazıda da dev uygarlığın siyasi ve düşünce tarihine bir göz attıktan sonra dönemin ünlü filozoflarının müzik hakkındaki düşüncelerini inceleyeceğiz. İlerleyen sayfalarda dönemdeki müzik teorisine kısa bir giriş yaptıktan sonra dönemin gözde enstrümanlarını tanıyacağız. Yunan Müziği’ni ayrı bir konu olarak ele almam, bu müziğin kiliseyi etkileyecek Batı Müziği’nin temelini oluşturmasındandır.
Antik Yunan’ın Siyasi Tarihi
MÖ 8. yüzyıldan itibaren Yunanlılar, her yönde koloniler kurmaya başladılar. Koloniler dinî ve ticari yönden, geldikleri şehirlere bağlıydılar ancak politik olarak bağımsızdılar. Bu bağımsız şehirlere, “polis” adı veriliyordu. Kolonilerin hemen hemen hepsi, deniz kıyısındaki verimli topraklarda kurulmuştu. Bu verimli topraklar sayesinde gelişen tarım, insanların yaşam standartlarını çok yükseğe taşımıştır.
MÖ 6. yüzyıl civarında Atina, Sparta, Korint ve Tebai gibi bazı şehirler ön plana çıkmaya başladı. Sparta, gelişmiş bir askerî güç kurarak Mora Yarımadası’ndaki neredeyse tüm şehirleri himayesi altına alırken Atina, ticaretteki başarısı ve güçlü donanmasıyla öne çıktı. Ayrıca MÖ 500 yılında, Kleisthenes tarafından, “uygarlık tarihinin bilinen ilk demokratik düzeni” Atina’da ilan edildi. Bu demokrasi anlayışı, günümüzdeki gibi değildi. Şehrin aristokrat erkeklerinden oluşan bir grup, kararları alıyordu. Kadınların ve aristokrat olmayan sınıfın herhangi bir söz hakkı yoktu.
Ege Bölgesi’nde kurulan şehirlerin oluşturduğu İyonya Bölgesi, MÖ 6. yüzyılda Doğu’dan gelen Perslerin saldırılarına karşı koyamadı ve tüm şehirler, Pers hâkimiyeti altına girdi. Pers hâkimiyeti sonrası, Yunanlılar da birçok şehirde Perslere karşı halkı kışkırtıyordu. Bunun üzerine Pers Kralı I. Darius, bir filo ile Yunanistan’a saldırdı. Yunanistan’ın Maraton Platosu’nda yapılan Maraton Savaşı’nı Yunanlılar kazandı. Bundan on yıl sonra Darius’un Varisi I. Serhas, tekrar Yunan topraklarına akın düzenledi. Sparta Kralı I.Leonidas’ın neden olduğu bir gecikme sonucu, Persler Atina’ya kadar ulaştılar ve şehri yaktılar ancak Yunanlılar daha önceden şehri deniz kıyısına tahliye etmişti. Bundan sonra gerçekleşen birkaç savaşta Yunanlılar, Persleri yendi ve sonunda MÖ 478’de, Persler tamamen Ege Denizi’nden çekilmek zorunda kaldı.
Pers Savaşları Döneminde Atina, her anlamda çok büyük bir güç kazandı. Atina’nın bu gelişmişliği ve büyüklüğü; şehirde, dünya tarihinin önde gelen sanatçılarının yetişmesine olanak tanımıştır. Pers Savaşları Döneminde bölgedeki küçük devletler, Perslerin saldırılarından korunmak için Atina’nın himayesini kabul etmişlerdir, bu tehdit ortadan kalkınca da bu devletlerden bazıları bağımsızlıklarını yeniden ilan etmek istemiş ancak bu hareketlere Atina, şiddetle karşı koymuştur. Yine bu zamanlarda, güçlü bir devlet olan Sparta ile Atina arasında sorunlar çıkmaya başlamış ve MÖ 458 yılında iki devlet arasında bir savaş olmuştur. Birkaç yıl süren sonuçsuz bir savaştan sonra bir barış antlaşması imzalanmış ancak MÖ 431 yılında yeniden bir savaş çıkmıştır. Oldukça uzun bir süre sonuçsuz bir şekilde süren bu savaş, MÖ 405 yılında, Perslerin de yardımıyla Spartalıların Çanakkale Boğazı’nı ele geçirmesiyle son bulmuştur. Çanakkale Boğazı, Yunanistan’a giren tahılın kaynağı olduğundan bu boğazın Spartalıların eline geçmesi demek, Atina’nın açlıkla karşı karşıya kalması demekti. Spartalılara karşı bir filo göndermesine karşın filoları ağır bir yenilgi alan Atina, barış istemek zorunda kaldı. Şartları çok ağır olan bu antlaşma sonucunda Atina; şehir surlarını, filosunu ve deniz aşırı tüm topraklarını kaybetti.
Sparta’nın tüm Yunanistan’a hâkim olması, kabul gören bir durum değildi. Çeşitli hamleler ve oyunlarla Atina’daki partilerin tekrar güçlenmesi sağlandı. Atina, Argos, Tebai ve Korint gibi şehirler Sparta’ya karşı gelmeye başladı. Sparta da giderek gücünü kaybediyordu. Perslere karşı yenildi, İyonya ile Kıbrıs’ı kaybetti. MÖ 371 yılında Tebai Kumandanları Epaminondos ve Pelopidas, Sparta’ya karşı kesin bir zafer kazandılar ve Sparta’nın hâkimiyetine son verdiler. Tebai üstünlüğü, Epaminondos’un MÖ 362’deki ölümüyle birlikte zayıflamaya başladı.
MÖ 7. yüzyılda kurulmuş olan Makedonya, Sparta’nın güç kaybetmesinden beri Yunan Devletleri arasında güçlü bir konuma yükselmek için bir fırsat kolluyordu. Makedon Kralı II. Philip (Filip), büyük maddi servetini kullanarak Yunan halkını etkisi altına alıyordu ancak Atina üzerinde baskı kurma konusunda çok başarılı olamadı. Sempatisini arttırmak için Persler üzerine bir sefer yapma hazırlığına girişti ancak bu sırada bir suikasta uğrayarak hayatını kaybetti. Yarım kalan bu işi, oğlu Büyük İskender (MÖ 336-323) tamamlayacaktı. Çekirdeği sağlam Makedon, dağ savaşçılarından oluşan ordusuyla önce Yunan şehirleri üzerinde egemenlik kurdu, sonra Perslere doğru sefere çıktı. Trakya Seferi sırasında Tebai şehrinin ayaklandığını öğrenince derhâl geri dönüp şehri, sadece tek bir yapı ayakta kalacak şekilde yıktı. Kalan bu tek yapı da büyük dedelerinden birine zamanında bir şiir hediye etmiş olan Pindaros’un eviydi. Bu yıkım, diğer Yunan şehirlerine verilmiş acımasız bir gözdağı idi.
MÖ 334 yılında Anadolu’ya geçen İskender, bugün Çanakkale içerisinde bulunan Granikos Çayı’nın kıyılarında Persleri yenilgiye uğrattı ve İyonya Bölgesi’ni ele geçirdi. Oradan Ankry’a (Ankara), oradan da Kilikya Kapıları (Gülek Boğazı) yoluyla güneye indi. Bugün İskenderun’da bulunan Pinaros Çayı (Deliçay) dolaylarında, MÖ 333 yılında gerçekleşen İssos Çarpışması’nda Pers ordusunu yendi. Pers İmp. Darius barış istediyse de kendisini “Dünyanın İmparatoru” ilan eden İskender için, artık durmak söz konusu değildi. Mezopotamya’dan başlayarak Asya’yı fethetmeye başladı ve Hindistan’a kadar ulaştı. Ordusunu toplayıp geri dönerken Babil’de, MÖ 323 yılında, belli olmayan bir nedenden dolayı 33 yaşında öldü. İskender’in ölümünden sonra imparatorluk fazla yaşamamış, İskender İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla da Antik Yunan Uygarlığı sona ermiştir.
İskender’in fetihleriyle (Anadolu, İran, Irak, Suriye, Mısır ve Pers toprakları); Yunan düşüncesi Mısır ve Asya’ya kadar yayılmış, hatta İskenderiye önemli bir kültür merkezi hâline gelmiştir. İskender’in, Yunan düşüncesini yaydığı bu çağa, “Helenistik Çağ” adı verilir. Helenizm Kültürü, Hindistan’a kadar uzanan Yunan kültürünün Doğu kültürüyle kaynaşmasından ortaya çıkmış, İskender’den sonra Anadolu’da üç yüz yıl daha yaşamıştır.
Antik Yunan’da Düşünce Sistemi
Dinden ve efsanelerden uzaklaşarak bağımsız bir düşünce sistemi geliştiren ilk uygarlık, Yunan Uygarlığı olmuştur. İnsanlar ilk defa kendileri ve doğa üzerine derinlemesine sorgulamalarda bulunmuş ve cevapları da kendi mantıklarından, kendileri türetmişlerdir. Bu türetmenin bir sonucu olarak sadece “felsefe” ortaya çıkmamış, “bilim” kavramını da başlı başına bu düşünce sistemi doğurmuştur.
Felsefenin Doğuşu
“İlk Çağ Felsefesi” kavramı, Antik Yunan’da oluşan felsefe ile bu felsefenin uzantısı olan Helenizm-Roma Felsefesi’ni içerir. İlk Çağ içerisinde kuşkusuz sadece Yunan Uygarlığı olmamıştır. Uzak Doğu’da Çin ve Hint Uygarlıkları, Akdeniz çevresinde Mısır ve Mezopotamya Uygarlıkları gibi son derece önemli ve görkemli uygarlıkları bulabiliriz. Ancak İlk Çağ Felsefesi, bu kültürlerin felsefelerini kapsamaz çünkü bugün bildiğimiz anlamda felsefe, ancak Yunan Uygarlığı ile başlayabilmiştir.
İnsanlar, daha ilk zamanlardan beri “Doğa” üzerinde düşünüp durmuşlardır. Bu düşünceler, önceleri pratik amaçlara yönelikti. Tarım devrimiyle birlikte yılın hangi zamanlarında hangi bitkilerin yetiştirilebileceği, havaların ne zaman soğuyacağı veya ısınacağı gibi konuları çözmek için doğanın sırrını çözmesi gereken insanoğlu, günlük yaşamında doğaya daha fazla egemen olabildi.
İnsanın doğa hakkında sorular sorması, en sonunda kendi yazgısı ve evren ile ilgili sorular sormasına yol açtı. Felsefe de bir bakıma bu sorulardan doğmuştur, denebilir. İlk Çağ Uygarlıklarında insanların sordukları bu sorulara cevap, mitoslardan geliyordu. Bu mitoslar, felsefe düşüncesi olarak değerlendirilmekten uzak, kolektif bilinçaltıyla zaman içinde halk tarafından yaratılmış efsanelerdi. İnsanlar da bu efsanelere, sorgulamadan inanıyorlardı. Bir bakıma Antik Yunan’dan önce de birtakım felsefi sorular sorulmuş ancak cevaplar sorgulama yoluyla değil, inanma yoluyla bulunmuştur. Bu açıdan, bu dönemdeki düşünce sistemine “felsefe” değil, bir bakıma “din” demek daha doğru olur. Ancak bu sorulara dinin verdiği cevaplar, bir noktada insana yetmemeye başlar: Kendini ve kendi aklını keşfeden insan, cevapları kendisi aramaya, bulduğu cevaplar doğrultusunda, dinle karşı karşıya gelip onu eleştirmeye başlar. Artık, inanma sürecinden sorgulamaya geçilmiş, felsefe de böyle doğmuştur.
Aynı ayrım, pratik bilgiler ile bilim arasındaki geçiş’te de görülmektedir: Mezopotamya ve Mısır’da geometri, astronomi gibi çeşitli bilim dalları pratik ihtiyaçlar doğrultusunda gerçekleşmiştir. Örneğin; Mezopotamya’da Fırat ve Dicle’nin, Mısır’da ise Nil’in düzensiz akışları insanları çeşitli setler ve su kanalları yapmaya zorlamış, bu da geometri biliminin gelişmesine yol açmıştır. Astronomi bilimi de yıldızların konumlarından takvim bilgisi çıkarma ihtiyacından doğmuştur. Antik Yunan’da ise insanoğlu artık yalnızca pratik amaçlar için değil, bilmek için de bilmek ister. Böylece “praxis”in yanında, “theoria” (teori) doğar. Bilimin başlangıcı da bu şekilde olmuştur.
Mısır’daki geometri ile Yunan’daki geometri bilimi arasındaki diğer bir önemli fark şudur: Mısırlılar geometriye pratik açıdan yaklaştıkları için, buldukları formüller birbirinden bağımsız ve dağınık hâldeydi. Yunan’daki geometride ise amaçlanan bilim olduğu için Mısır geometrisinden bir sistem yaratabilmişlerdir.
Felsefe kelimesi, Yunanca “philosophia” kelimesinden doğar. “Philia” (sevgi) ve “sophia” (bilgelik, bilgi) kelimelerini içeren birleşik bir kelimedir. Böylece, bilgiyi ve bilgeliği sevmek anlamına gelir. Filozof ise durup dinlenmeden bilgiye, doğruya ulaşmak için çabalayan insan demektir. Bu konuda, elindekileri kendi aklıyla sorgular ve bir süzgeçten geçirir.
Bilinen ilk felsefi metinlere MÖ 6. yy.da, İyonya Bölgesi (İzmir, Aydın)’nde rastlanır. Çeşitli düşünürler tarafından yazılan bu metinlerin çoğu, “Peri Physeos” (Doğa Üzerine) başlığını taşır. Bu yazılar, tamamen olmasa da dinden uzaklaşan, evren üzerine yazılan ilk yazılardır.
Antik Yunan’daki filozof tipi, zaman içerisinde değişiklikler göstermiştir. Önceleri çeşitli bilimsel çalışmalar yapmak, öğretmek, öğrenmek için bir araya gelen gruplar bulunuyordu. Bu grupların düşünürleri, siyaset alanında da önemli rol oynamaktaydı. Daha sonraki dönemde ise iki filozof tipi karşımıza çıkar: Bunlardan birincisi hayattan çok, kendi düşünce dünyasına çekilmiş bir araştırıcı derleyici (Anaxagoras, Demokritos, Aristotales), ikincisi ise hayat konusunda pratik bilgilerin peşinde olan bir yaşama sanatçısı (Sokrates, Platon)dır. Son dönemde, Doğu’nun dinî kültürlerinden etkilenen filozof tipi’ni görmekteyiz.
Doğa Felsefesi: Felsefe tarihinin ilk metinleri, doğayı anlama yolunda yazılmış metinlerdir. İlk başlarda doğa üzerine üretilen düşünceler, din ve mitolojiden çok fazla ayrılamamış ancak birtakım soru ve cevaplara insan aklıyla ulaşıldığı için “felsefi düşünce” olarak kabul edilmiştir.
Bu dönemin temel soruları, “varlık kavramının ne olduğu” ve “varlığın neden meydana gelmiş olabileceği” üzerinedir. İlk olarak Miletli Filozoflar Döneminde, varlığın ana kaynağı (arkhe)nın ne olduğu tartışılmış; Thales (MÖ 624-546), ana madde olarak su’yu; Anaximenes (MÖ 585-525), ateş’i belirtmiştir. Daha sonraları Demokritos (MÖ 460-370), maddenin sonsuz küçük parçalardan oluştuğunu savunmuş ve bu parçalara “atoma” diyerek bugün kullandığımız “atom” kelimesinin temelini oluşturmuştur. Anaximandros (MÖ 610-546), ana maddenin -sonsuzu yarattığı için- sonsuz (aperion) olması gerektiğini, Herakleitos (MÖ 535-475), ana maddenin de sürekli bir değişim içinde olması gerektiğini ve bundan dolayı bu maddenin sürekli yanma hâlinde olan ateş olduğunu düşünmüştür. Parmenides (MÖ 520-450), Elalı Zenon (MÖ 490-430) ve Anaxagoras (MÖ 500-428) ise Herakleitos’un öne sürdüğü değişimi reddeder ve var olan bir varlığın en baştan beri var olması gerektiğini öne sürerler.
Bunların dışında Pythagoras (Pisagor/MÖ 580-500) ve okulundaki filozoflar, evrendeki her türlü olay ve kavramın matematik ile açıklanabileceğine inanmışlar ve dolayısıyla bu bilime çok katkıda bulunmuşlardır (Yazının devamında, bu akımın müziğe olan katkılarını da göreceğiz.).
İnsan Felsefesi: Yunan Felsefesi’nin ikinci döneminde incelenen asıl konu, “İnsan”dır. Doğa ile ilgili sorular olmakla beraber ilk dönemdeki önemini yitirmiştir. Artık, insanın özellikleri ve “salt doğru” diye bir kavramın olup olmadığı araştırılmaktadır. Bu dönemde özellikle iki görüşün, bu doğruluk konusunda karşı karşıya olduğunu görürüz: Sofistler ve Sokratesçiler (Sokratçılar).
Şehirden şehire dolaşarak insanlara düşüncelerini anlatan ve onları eğiten bilge kişiler, genelde “sofist” diye adlandırılıyordu. Herhangi bir okul olmamasından dolayı, amaçladıkları tek ve kesin bir şey yoktu. Genelde doğa filozoflarının sordukları soruları sormanın çok anlamlı olmadığını düşünerek düşüncelerini “İnsan, Toplumsal Yaşam ve Siyaset” konularına yöneltmişlerdir. En önemli özellikleri ve Sokrat’tan ayrılan noktaları, salt bir doğrunun bulunmayışına inanmalarıdır. Bu düşünce, daha sonra “Şüphecilik” akımını doğuracaktır.
Buna karşın Sokrat (MÖ 469-399) ve kurduğu okulun filozofları, doğa yerine insan ile ilgilenmekle Sofistlerle ortaklaşsalar da “salt doğru” kavramı bakımından onlardan tamamen ayrılırlar: Sokrat, salt doğrunun var olduğunu ve çalışarak ona ulaşılabileceğini düşünür. Bunun için kişilerle sürekli diyaloglarda bulunur ve soru-cevaplar yoluyla salt doğruya ulaşmaya çalışır. Sokrat, getirdiği bu yöntemle, “Batı Felsefesi’nin kurucularından” kabul edilir.
Sistematik Dönem-Platon ve Aristoteles: Antik Yunan Felsefesi, tam anlamıyla altın çağını bu iki filozof döneminde yaşamıştır. Bu filozofların temel özelliği, zamanlarına kadar gelen düşüncelerden tam anlamıyla bir düşünce sistemi yaratabilmeleridir.
Sokrat’ın öğrencisi Platon (MÖ 424-348), eserlerinin çoğunu, hocasından gördüğü diyaloglar şeklinde yazmıştır; ayrıca baş kişi de her zaman için Sokrat olmuştur. Platon, salt doğruyu kendi yarattığı İdealar Evreni’nde bulur ve ona ulaşmak için çabalar. Bu çabanın sonucunda; sanattan devlet yönetimine kadar hemen hemen her şeyin nasıl olması gerektiğini, eserlerinde sistematik olarak belirtir.
Platon’un öğrencisi Aristoteles (Aristo/MÖ 384-322), salt doğruya fiziksel evrende ulaşmaya çalışmış ve sistematiğini bu yönde geliştirmiştir. Gerçeğin bu evrende saklı olması onu hemen hemen her şeyi sınıflandırmaya itmiş, böylece o zaman dünyada var olan tüm bilgiye neredeyse sahip olmuştur. Bu sınıflandırma, önceleri “felsefe” adı altında toplanan bilim dallarının bağımsız birer nitelik kazanmasını sağlamıştır.
Yazının “Müzik Düşüncesi” alt başlığında bu iki filozofun müzik görüşlerini irdelerken düşüncelerini ve aralarındaki farkları biraz daha ayrıntılı inceleyeceğiz.
Helenistik Dönem: “Büyük İskender’in, Asya Seferi’yle Yunan ve Doğu kültürlerini buluşturduğu ve sonrasında Roma İmparatorluğu’nu da etkilemiş olan dönem (MÖ 336-MÖ 30)” olarak betimlenir. Yunanlıların siyasi tarihini incelerken kent devletlerin tam olmasa da birbirlerinden bağımsız olduğunu ve bu devletlerde de bir tür demokrasinin var olduğunu görmüştük. Bir bakıma, toplum düzeni ve siyaset alanında düşünceler üretilmesi, demokrasinin var olmasıyla mümkündür. Büyük İskender’in tüm Yunan topraklarına hâkim olmasıyla birlikte demokrasi anlayışı da yavaş yavaş yok olmaya başlar ve böyle bir durumda, birey kendisini yalnız ve yabancılaşmış hisseder. İşte bu sebepten, bu dönemde felsefe tamamen insana dönmüştür.
Bu dönemde iki felsefe okulunun ön plana çıktığını görüyoruz: Birincisi, Kıbrıslı Zenon (MÖ 335-263)’un kurduğu Stoa Okulu, diğeri Epikuros (MÖ 341-270)’un kurduğu Epikurosçuluk. İki felsefe de “Birey Olarak İnsan”ı ele almış ve insanın bağımsızlığından bahsetmiştir. Büyük İskender’in hükümranlığı altındaki totaliter yönetim düşünülürse genel olarak, bu dönemdeki felsefenin insana bir çeşit moral vermek amacında olduğu çıkarılabilir.
Epikurosçular, “İnsanın Özgürlüğü”nü bayağı bir ön plana çıkararak insanın herhangi bir zorunluluğun kölesi olamayacağını, çeşitli koşulların bireyin kararını etkileyebileceğini ancak en sonunda kararı verenin bireyin kendisi olduğunu ve bu yüzden bireyin kendi kaderini belirlediği görüşünü savundular. Diğer bir temel düşünceleri, insanın tek amacının mutluluğa ulaşmak ve felsefenin görevinin de insanları mutluluğa ulaştırmak olduğu iddiası idi. Epikuros Felsefesi, bir tür “hedonist (hazcı) felsefe”dir ancak tanımladıkları haz; acılar ve sorunlardan kaçmak değil, onları çözmektir.
Stoa Okulu, “İnsanın Bağımsızlığı” konusunu ortaya atsa da insanı doğa yasalarından çok da ayrı düşünmez. Bu düşünce, felsefenin Platon ve Aristo’dan etkilenmiş olmasıyla açıklanabilir. Stoa’da da bir tür mutluluk amacı vardır ama bu amaca ulaşan yol, doğa ile uyum içerisinde yaşamaktan geçer. Bu felsefenin bir özelliği, Doğu’dan gelen öğretiler içermesidir. Ayrıca bu felsefe, daha sonra kurulacak olan Roma İmparatorluğu’nun felsefelerine bir temel oluşturacaktır.
Antik Yunan’da Müzikle İlgili Bazı Olaylar
Antik Yunan Uygarlığı hakkında elimizdeki verilerin kısıtlı olması nedeniyle, bu dönemin müziğinin düzenli tarihçesini yazmamız mümkün değildir. Arkeolojik kazılarda elde edilen bulgulardan, ancak parça parça bilgilere ulaşabiliyoruz.
Ege Denizi’nde bulunan Sakız ve Sisam Adalarında, MÖ 2500 yılından kalma, mermerden yontulmuş çalgıcılara rastlanmıştır. Ayrıca Girit Adası’nda yapılan bir kazı sonucu, MÖ 1500 yılından kalma “çifte aulos” veya “lut” gibi Yunan çalgıları bulunmuştur.
Arkaik Dönem (MÖ 7 ve 6. yy)de Isparta’da, Apollo adına müzik şenlikleri yapıldığı bilinmektedir. MÖ 7. yüzyılda Archilochus (680-645), Sappho (630-570) gibi dönemin ünlü şairlerinin, şiirlerini şarkı söyleyerek okudukları bilinir. Günümüze bu şarkıların sadece metinleri kalabilmiştir. MÖ 5 ve 4. yüzyıllarda, tragedyalarda müzik zaman zaman koroya eşlik etmiş; zaman zaman koro, sözleri melodik söylemiştir.
Antik Yunan Felsefesi’nde Müzik Düşüncesi
Antik Yunan’dan günümüze çok az şarkı kalmış olmasına rağmen o dönem filozoflarının yapıtları, müzik düşüncesi hakkında doyurucu bilgiler içermektedir. Diğer tüm alanlarda olduğu gibi müzik alanında da bir düşünce sistemi geliştiren, yine Antik Yunan Filozofları olmuştur.
Dönemin en önemli uğraşı olan doğa ve insanı anlama çabası, filozofları “Müziğin Doğası ve İnsan Üzerindeki Etkileri” konusunda düşündürmeye zorlamıştır. Pythagorasçılar (Pisagorcular), müzikte evrenin uyumunu aramış; Platon ve Aristo ise müziğin insan üzerindeki etkileri ve eğitimde nasıl kullanılabileceği konusunda düşünceler geliştirmişlerdir.
Pythagorasçı (Pisagorcu) Okul
Müzik hakkında ilk önemli teorik araştırma, Pythagoras (Pisagor) tarafından yapılmıştır. Bu araştırmalar, daha sonra Pisagorcu Felsefe Okulu tarafından sürdürülmüş ve dönemin müzik düşüncesine önemli katkılarda bulunmuştur. Pisagorcular da dönemin diğer filozofları gibi evrenin mükemmel bir uyumu olduğu ve bu uyumun evrendeki her şeyde olması gerektiğine inanırlar.
Bu uyum; matematikte, fizikte, toplum yapısında, insan ruhunda hep vardır. Bu uyum, “harmonia” olarak adlandırılır. Pisagorcular için bu uyumu anlamak sayılar ile mümkündür. Bu uyumun -evrendeki her şeyde olması gerektiği için- müzikte de olması gerekir ve dolayısıyla müzik de sayılarla ifade edilebilir. Bu durum, Pisagorcuları sesler arasındaki matematiksel ilişkileri bulma ve müziğin doğasını sayılar aracılığıyla anlamaya yönlendirmiştir. Müzik doğasını anlamanın diğer önemli yanı, müziğin doğasını anlayarak evrendeki uyumu da anlama amacıdır çünkü müziğin içindeki seslerin ve evrenin uyumu, birbirinden farklı değildir.
Harmonia kavramı sayesinde, müzik ile astronomi arasında da çok yakın ilişkiler kurulmuştur. Bu ilişkilerin en önemli sonucunu, Pisagor’un Harmony of the Spheres (Kürelerin Uyumu) fikrinde görebiliriz: “Gezegenlerin hareketleri ve aralarındaki uzaklıklar, müzikte çeşitli nota aralıklarına ve dizilere denktir.“ Şöyle ki gezegenler arasındaki uyum ile sesler arasındaki uyum, bir benzerlik taşır. Zaten harmonia kavramı, bunun aksini mümkün kılmaz. Bu düşünce, çağlar boyunca birçok insanı etkilemiş; Shakespeare (Şekspir) “The Tempest” (Fırtına) oyununda bu düşünceden esinlenmiş, Modern Astronominin Kurucusu Johannes Kepler, eserlerini bu düşünce temeli üzerine kurmuştur.
Platon
Antik Yunan Felsefesi, öncelikle “Doğa” ile ilgilenmiş ve bu konuda araştırmalar yapan doğa filozoflarını yetiştirmiştir. Sonra Sofistler ve Sokrates’le, insanın doğasını anlamaya ve iyi bir insan olarak yaşamak için pratikler geliştirmeye dayalı bir dönem başlamıştır. Platon, Aristo’yla birlikte bu dönemin zirve noktasını oluşturacak ancak maddi dünyayı yadsıyarak Aristo’dan ayrılacaktır. Platon’un maddi dünyayı yadsıması, kendi geliştirdiği ve tüm felsefesinin temelindeki “İdealar Dünyası” düşüncesinden kaynaklanır. Platon’un müzik üzerindeki görüşlerini daha iyi anlamak, bu düşünceyi anlamakla mümkündür. Oldukça geniş ve yer yer karmaşık olan idealar dünyasını bu yazıda her yönüyle ele almak, mümkün değildir. Burada, konuyu ancak ana hatlarıyla değerlendirebiliriz.
Platon’a göre iki tip evren vardır: İlki, üzerinde yaşadığımız, bildiğimiz anlamda fiziksel evren; diğeri evrendeki canlı cansız her varlığın ve her kavramın mükemmel ve tekil olarak var olduğu idealar evreni. Bu evrende, fiziksel evrendeki her şeyin tek bir örneği vardır; bu örnek, mükemmel olan’dır. Dünyada birçok kedi olmasına karşın evrende tek bir kedi ideası vardır; dünyadaki tüm kediler, bu kedi ideasının birer yansımasıdır. Dolayısıyla, fiziksel evrendeki her şey sadece birer yanılsamadır; gerçek olanlar, idealar evrenindedir. Bu durum, sadece somut maddeler için değil; renk, form gibi kavramlar için de geçerlidir. Sarı rengin tek bir ideası; yuvarlaklığın, düzlüğün ayrı ayrı ideaları vardır. Böylece, fiziksel evrendeki herhangi bir şey, birden fazla ideanın bir yansımasıdır. Örneğin; sarı renkte bir kedi, sarı ideasının ve kedi ideasının bir yansıması; yuvarlak, kahverengi bir masa da masa, yuvarlak ve kahverengi idealarının yansımasıdır.
Aynı durum; aşk, doğruluk, cesaret gibi soyut kavramlar için de geçerlidir. Bu geçerlilik, Platon’un felsefesini anlamamızda kilit rol oynar. Daha önceden değindiğimiz gibi Platon, insanın nasıl daha iyi bir hayat süreceği sorusunu soran filozoflar arasındadır. İnsanın iyi bir insan olmasını sağlayan doğruluk, cesaret ve adalet gibi kavramların da idealar dünyasında mükemmel olarak var olduğunu düşünürsek bu kavramların kişiden kişiye veya dönemden döneme değişmesi söz konusu olamaz çünkü idealar tektir ve -idealar evreninde zaman kavramı olmadığından- değişmezler. Dolayısıyla doğru insana ulaşmak için yapılması gereken tek şey, idealar evrenindeki doğruluk ideasına ulaşmaktır. Bu evrene ulaşmak, zihni fiziksel evrenden kopartıp idealar evrenine yükseltmekle, bu da ancak bir filozof sayesinde zihnin eğitilmesiyle mümkün olabilir.
Platon’un hayata, toplumsal yapıya ve sanata bakış açısı; hep bu zihinsel yükselme amacı üzerine kuruludur. Bu amaç, müzik üzerindeki düşüncelerinde de kendisini doğal olarak belli eder. Bu amaç etrafında Platon, müziği tarzına göre hem zihnin eğitiminin vazgeçilmez bir parçası sayarak yüceltir hem de bireyleri duygusallığa itip zihinlerinin yükselmesine engel oluşturabileceğinden güçlü bir şekilde kısıtlar. “Devlet” adlı eserinde Platon, yazının devamında ayrıntılı olarak göreceğimiz Yunan makamlarından bazılarını bireylerde cesaret, doğruluk gibi erdemleri yücelttiği gerekçesiyle överken bazı makamları da kötü duygular uyandırdığı gerekçesiyle yasaklar.
Harmonia kavramına inanan biri olarak Platon, müziğin evrendeki uyumu yansıttığı ve bu yüzden yüce bir şey olduğu konusunda Pisagorcu Okulla benzer görüşe sahiptir. Ayrıldığı nokta, ön plana zihnin yükselmesi sorununu koyarak müziği bu yolda bir araç olarak görmüş olmasıdır. Bu nedenle müzik, öncelikle aklın süzgecinden geçmelidir. Platon için müziğin amacı, bireylere haz vermektir. İyi müzik de kötü müzik de bireylere bir haz sağlar. Bu durumdan yola çıkarak iyi müziğin yaratmış olduğu iyi hazdan sonuna kadar yararlanmak, kötü müziğin yarattığı kötü hazdan ise tamamen kaçınmak gerekir. İyi müzik, uyumlu armoniye sahip ve insanda erdem duyguları uyandıran müzikler, kötü müzik ise insanların sadece zevk için dinlediği, kötü duygular uyandıran müziklerdir.
Böylece Platon, dönemin müziğini net bir şekilde iki kısma ayırır: Birincisi dönemin müzik insanlarının yaptığı, teoriye çok bağlı olmayan, kulağa hoş gelen ve insanları eğlendiren müzik; ikincisi ise Pisagorcu armoniye dayanan, evrendeki düzene tam olarak uyumlu yüksek bir bilinç düzeyinde yapılan ve her yönüyle düşünceye dayalı bir müzik. Müzik tarihinin her döneminde var olmuş ve günümüze kadar gelmiş olan, kurallara uygun sanat müziği ile doğaçlamaya dayalı halk müziği arasındaki ayrımın kökeni; Platon’un yaptığı bu ayrıma dayanır.
Gerek müzik yaşamından gerekse Platon ve Aristo’nun metinlerinden, Platon’a karşı sert bir muhalefetin olduğu bilinmektedir. Özellikle Epikurosçu Okulun hedonizm felsefesine dayanan düşüncelerinde, müziğin eğitici yönünden ziyade haz verici yönü ön plana çıkarılır.
Aristoteles (Aristo)
Rönesans Döneminin Ünlü İtalyan Ressamı Raphael (1483-1520), “Scuola di Atene” (Atina Okulu) adlı tablosunda, Atina’nın filozoflarını resmeder. Resmin ortasında, Platon ve öğrencisi Aristo bulunur. Platon, parmağıyla “yukarıyı”, Aristo “aşağıyı” gösterir (bk. Resim 4). Bu resim, felsefe tarihinin temelini atan iki filozofun arasındaki temel farkı en iyi gösteren eserdir.
Platon, “İdealar” kuramıyla, dünyadaki her nesne ve kavramın özünün bu dünyanın dışındaki bir evrende bulunduğunu iddia etmişti. Aristo ise tüm nesne ve kavramların özünün bir ideada bulunduğu fikrini kabul etmesine karşın bu idealar dünyasını, gerçek dünyanın içine koymuştur. Böylece, karşımıza hepsi yaşadığımız fiziksel dünya üzerine olmak üzere iki kavram çıkar: Evrende tek tek algıladığımız, Platon’un da birer yanılsama olarak gördüğü “tekil” (singularis) ve bir tekil nesnenin özünün, varoluşunun nedeni olan “tümel” (universalis).
Tekil varlıklar, sadece tümele dayandırılarak açıklanabilir. Burada, keskin bir fark daha görülmektedir: Platon için amaç; idealar dünyasını, tümeli anlamaktır. Aristo içinse tümeli anlamak, tekili anlamak için bir araçtır; asıl amaç, tekili anlamaktır.
Resim 4: Atina Okulu (Platon ortada solda, Aristoteles ortada sağda.)
Aristo, tümeli fiziksel dünya içine koyduğundan neredeyse tamamen fiziksel dünya ile ilgilenmiştir. Raphael’in tablosundaki farkın nedeni de budur. O zaman, dünya üzerindeki hemen hemen tüm bilgiye sahip olan Aristo, düşüncesini tamamen bir sınıflandırma üzerine kurmuştur. Bu sınıflandırmayı sadece doğadaki varlıklar üzerine değil, sanat türleri ve bu türlerin kendi içerisindeki alt türleri üzerine yapmıştır. Aristo’da, Platon’daki gibi akıl yoluyla idealar dünyasına ulaşma ve yaşamı buna göre şekillendirme yerine, bu dünyayı tam anlamıyla anlama amacı hâkimdir. Bu amaç, Aristo’nun müzik düşüncesini Platon’daki gibi doğrudan etkilemez ama düşünsel anlamda dolaylı bir şekillendirmeden söz edilebilir.
Aristo’nun insanların eğitimi ve devlet yönetimi sorununu ele aldığı “Politika” adlı eserinin sekizinci ve son kitabı, tamamen müzik sorununa adanmıştır. Müzik konusundaki görüşlerinin çoğunu bu bölümden öğrenebiliyoruz. Aristo da Platon gibi müziğin temel amacının haz vermek olduğunu kabul eder ve bu haz konusunda dikkatli davranılması gerektiğini düşünür. Müziğin eğitim için gerekli olduğu konusunda da Platon ile aynı görüştedir ancak bu gerekliliğe farklı bir yön verir. Bu yön, “skhole” (boş zaman) ile tanımlanır. İnsan, iyi bir yurttaş olmak için çalışmak zorundadır ancak çalışmayıp dinlenebileceği boş bir vakte de ihtiyaç duyar. Bu boş vakitte dinlenebilmeli ve mutlu olmalı; bir başka deyişle, haz almalıdır. Ancak bu haz, kişiyi daha üst bir noktaya taşımalı, sıradan insanların hiçbir amacı olmayan hazlarından farklı olmalıdır. Aristo bu hazzı, “müzik” olarak tanımlar. Dolayısıyla, müziğin nasıl olması gerektiğini araştırırken de müziğin bu ödevini göz önüne alır.
Müzik, ideal bir boş zaman etkinliği olduğuna göre bireylere müzik eğitimi verilmesi önemlidir. Bu şekilde, insanlar boş zamanlarında müzikle ilgilenebilecekler ve böylece hem haz duyup mutlu olacaklar hem de bu uğraş, gelişmelerine katkıda bulunacaktır. Ancak bu hazzın niteliği önemli olduğundan her tür müzik, eğitim için uygun değildir. Bu konuda Aristo, Platon’dan daha serbesttir. Eğitim için olan müzik konusunda Platon kadar serttir ancak bireydeki duyguları coşturan veya bireye acı veren melodileri onun gibi dışlamak yerine, onları, “dinlenecek müzik” olarak farklı bir kategoriye koyar. Bu kategorinin temeli, Aristo’nun tragedyayı da tanımlarken kullandığı “katharsis” kavramıdır. Şiir sanatının incelendiği “Poetika” adlı eserinde, bu kavram şöyle tanımlanır: “Tragedyanın ödevi, uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu tutkulardan temizlemektir.” Bireylere acı veren müzikler de bireylerin, tutkularından kurtulmalarına yardım ettiği taktirde dinlenmesi gereken müzikler arasındadır.
Yukarıdaki ayrımdan yola çıkarak eğitim için müzikle ilgilenenler ile profesyonel müzisyenler arasına da net bir ayrım koyar: Müzisyenler, müziği para kazanmak ve başkalarını eğlendirmek için yaparlar ve bu, yüceltici bir uğraş değildir. Ayrıca bir müzisyen kadar iyi bir şekilde bir çalgıyı çalmak için çok zaman harcanması gerekir ve bu durum, soylu bir kimseyi diğer ödevlerinden mahrum bırakır. Bu yüzden, soylulara sadece gerektiği kadar müzik eğitimi verilmelidir. Aristo’ya göre, çalınması zor olan üflemeli çalgılar ile kitharanın eğitimde kullanılması uygun değildir. Makam olarak da makamların en oturaklısı ve taşıdığı ahlaki niteliğin de erkekçe bir nitelik olması bakımından, “dorian” makamının en uygun makam olacağını belirtir. Kitabın sonunda, yumuşak uyumlara sahip makamları yasakladığı için Platon’u eleştirir. Yüksek tonlu şarkıların yaşlılar için uygun olmayacağı görüşüyle, “lydian” gibi alçak tonlu makamların bulunmasını da gerekli görür.
Müzik Teorisi
Müzik teorisi üzerine kapsamlı olarak çalışan ilk ismin Pisagor olduğunu söylemiştik ancak müzik üzerine hiçbir eseri, günümüze kadar yaşamamıştır. Bu filozof ve müzikle ilgili teorisi hakkında bildiklerimizi, ancak diğer filozofların alıntılarından öğrenebilmekteyiz. Parça parça da olsa şu ana kadar var olabilmiş ilk teorik eser, MÖ 330 yılında Aristo’nun öğrencisi Aristoxenus tarafından yazılmış “Harmonic Elements and Rhythmic Elements” adlı eserdir. Ayrıca Claudius Ptolemaeus (83-165), Cleonides (yaklaşık 3. yy), Aristides Quintilianus (yaklaşık 3. yy); Yunan dünyasının önemli müzik teorisyenlerindendir. Teorileri, Hristiyan Müziği’ni etkileyerek Batı Müziği’nin temelini oluşturmuştur.
Tetrakord
Tetrakordlar, Antik Yunan Müzik Teorisi’nin temelini oluşturur. Mükemmel dörtlü aralık içinde, dört notadan oluşan inici bir dizidir. Tetrakord, Yunanca “dört tel” anlamına gelir. Buradan, bu teorinin lir ve kithara gibi dönemin ünlü dört telli enstrümanlarından çıktığı sonucuna varılabilir.
Tetrakordların ilk ve son notaları değiştirilmeksizin aradaki iki notada değişiklikler yapılabilir. Bu değişikler sonucu, üç tip tetrakord bulunabilir. Her tipe, “genus” (çoğulu “genera”) adı verilir:
1. Diatonik tetrakord: İlk iki aralık tam, üçüncü aralık yarımdır. Aristoxenus tarafından, “en eski ve doğal genus” olarak tanımlanır.
2. Kromatik tetrakord: İlk aralık bir buçuk ses (minör üçlü), iki ve üçüncü aralıklar yarım sestir. Aristoxenus, eserinde “en güncel tetrakord” olarak belirtir.
3. Enharmonik tetrakord: İlk aralık iki tam ses (majör üçlü), iki ve üçüncü aralık ise çeyrek sestir. Aristoxenus tarafından, “en zor duyulan tetrakord” olarak betimlenmiştir. Çeyrek sesin varlığı düşünüldüğünde oldukça doğru bir tanımlamadır.
Bu üç tetrakord, örnek olarak aşağıda verilmiştir (Siyah notalar sabit sesleri, kırmızılar ise değişken sesleri gösteriyor):
Kusursuz Dizge (The Greater Perfect System)
Yunan dizileri, yukarıda bahsettiğimiz tetrakordların birleşiminden meydana gelir. Tetrakordlar, iki farklı şekilde birleşebilir:
1. Ortak birleşme (conjunct): İki tetrakordun ilk ve son notaları ortaktır ve yedi notalık bir dize meydana gelir. 2. Ayrık birleşme (disjunct): İki tetrakord, aralarında bir tam ses olacak şekilde birleşir. Bunun sonucunda da sekiz notalık bir dize meydana gelir.
Şekil 1: Kusursuz Dizge
Şimdi bu birleşmeleri göz önüne alarak Şekil 1’deki dizeyi inceleyelim: Birbirleriyle farklı şekillerde birleşmiş, farklı isimlerde dört adet tetrakordu görebiliriz: Birinci ile ikinci, üçüncü ile dördüncü tetrakord birbirleriyle ortak, ikinci ve üçüncü tetrakord ise birbirleriyle ayrık olarak birleşmiştir. Dizenin sonuna eklenen bir notayla da iki oktavlık bir “la” dizisi elde edilmiştir. Yunanlılar bu diziye, “kusursuz dizge” adını veriyorlardı. Bu dizide, her tetrakordun ve bazı notaların belli adları vardır:
Ortadaki nota, dizinin temelini oluşturur ve “mese” (orta) adını alır. Bu notanın altındaki dörtlü aralığı kapsayan tetrakorda “meson”, onunla ortak birleşene ise “hypaton” (ilk) adı verilir. Mese ile ayrık olan birleşene “diezeugmenon” (ayrık), onunla ortak olarak birleşene ise “hyperbolaion” (en uç) adı verilmiştir. İki oktavı tamamlamak için dizenin sonuna kalan notanın adı ise “proslambanomenos” tur.
Modlar
Yunan Müziği’nin temelini oluşturan modlar, kusursuz dizgeden alınan bir oktavlık parçalar ile oluşturulmuştur. Sekiz notadan oluşur ve bir oktavlık aralığı kapsar. Örneğin; hypatonun son notası “si” ile bu notanın bir oktav kalını olan diezeugmenonun son notası “Si” arasındaki bölümü alırsak “mixolydian” modunu buluruz. Aynı mantığı “do” notası için uygularsak elde ettiğimiz mod, “lydian”dır.
Aynı mantıkla elde edebileceğimiz toplam yedi adet mod, Şekil 2’de gösterilmiştir:
Şekil 2: Yunan Modları
Çalgıların veya şarkıcıların ses aralıklarına göre bu diziler, birkaç ses yukarıdan veya aşağıdan transpoze edilerek müzikte kullanılıyor ve bu şekilde ortaya çıkan dizilerin her birine, “tonos” adı veriliyordu. Dönemin müzik kuramcıları, on beş adet tonos tanımlamışlar ve bunları adlandırmışlardır. Dolayısıyla, bir lydian dizisinin “do” notasıyla başlayıp bitmesi gibi bir zorunluluk yoktur, “mi” notasıyla da başlayıp bitebilir.
Şekil 3’te; lydian modunun, “do” ve “mi” oktavları içinde transpoze edilmiş dizileri görülüyor (Diziler, dört yarım ses inceltilmiş.):
Şekil 3: “Do” oktavı içinde lydian (üstte), “Mi” oktavı içinde lydian (altta)
Antik Yunan’da Kullanılan Enstrümanlar
Yunan Uygarlığı’ndaki enstrümanlarla ilgili olarak Mezopotamya’daki enstrümanlardan daha fazla bilgiye sahibiz. Bu bilgiler; yazılar, arkeolojik kalıntılar ve çeşitli eşyalar üzerine yapılmış resimlerden çıkarılabilmektedir. Dönemin en önemli enstrümanları lir, aulos ve kithara’dır. Bunun dışında panflüt, orgun ilk örneği olan su orgu, korno, arp ve çeşitli perküsyon aletlerine rastlanmıştır.
Lir
Pena veya benzeri bir cisimle çalınan telli bir çalgıydı. İlk lirler, tetrakord yapısına uygun olarak dört telli yapılırdı. Tel sayısı giderek arttı ve on beşe kadar ulaştı ancak genelde lirler, Yunan modlarına uygun olarak yedi telli idi. Çalınacak moda uygun olarak yedi tel, akord edilirdi.
Lirde, sesin tınladığı bir gövde bulunur. Bu gövdeden içeri ve dışarı kıvrılan iki kol, yükselerek bir çeşit boyunduruk ile birbirine bağlanır. Diğer boyunduruk, gövdeye sabitlenir.
Teller bu boyunduruklar arasına gerilir. Uzunlukları arasında bir fark yoktur; ses farkı, tellerin değişken kalınlıkları ve gerginlikleri ile elde edilir. Sağ el bir pena yardımıyla telleri çalarken sol el, istenmeyen tellerin susturulmasını sağlar.
Yunan Mitolojisi’nde lir; ışık, kehanet, sanat, müzik ve Şiirin Tanrısı Apollo’nun çalgısıdır. Lir çalabilmek, Atina’da eğitimin çok önemli bir parçası sayılıyordu. Danslarda, şarkılarda, çeşitli şiirlerin söylenmesinde sürekli eşlik çalgısı olarak kullanılırdı. Hatta lirik şiir (lyric poetry)in, adını lir ile birlikte söylenmesinden aldığı söylenir.
Kithara
Kitharanın yapısı, mantık olarak lirle aynıdır ancak lirden daha karmaşık, daha büyük ve çalınması daha zor bir enstrümandır. Lir, müzisyen olmayan biri tarafından da çok rahat bir şekilde çalınabilirken kithara, ancak dönemin profesyonel müzisyenleri tarafından çalınmaktaydı. Kithara çalgıcılarına, “kitharode” deniliyordu.
Gövde, tahtadan oluşur ve genelde düz bir zemine sahiptir. Gövdenin kenarlarından yükselen iki adet kol; bazen düz, bazen hafif kıvrımlıdır. Bu iki kol birbirine bir boyunduruk yardımıyla bağlanır, yedi tel bu boyunduruk ile gövdede bulunan bir parça arasına gerilir. Kitharode, çalgıyı sol omzundan destek alarak havaya çalar. Lirde olduğu gibi sağ el tellere vurur, sol el ise istenmeyen telleri susturur.
Aulos
Resim 8: Bir aulos çalgıcısı
Yunanlıların en önemli üflemeli çalgısı, aulostu. Çifte kamışlı bir çalgıdır, her kamışın üzerinde parmak delikleri ve uçlarında, sesin çıktığı bölge olan dil (reed) bulunur. Çift yapısı itibarıyla, günümüzde kullanılan obua’ya benzer. Sesin değişimi; deliklerdeki parmak pozisyonları, dilin ağızdaki pozisyonu ve üflenen havanın değişimi ile sağlanır. Aulos çalan insanların resimlerinde, iki kamışta da parmak pozisyonlarının genelde aynı olduğu görülür. Tahminlere göre iki kamış arasında çok az bir ses farkı vardı ve bu farkı, titrek ve yankılanan bir ses yaratıyordu.
Aulos, özellikle Şarap Tanrısı Dionysos için yapılan törenlerde çok sık kullanıldı. Antik Yunan Tragedyası’nın üç büyük yazarı Aeschylus (MÖ 524-455), Sophocles (MÖ 496-406) ve Euripides’in (MÖ 486-406) Dionysos Festivalleri için yazdığı tragedyalarda, koroya aulos eşlik ederdi. Olimpiyat Oyunlarında da kullanılan bir çalgıydı.
Panflüt (Sirinks)
Birden fazla (genelde yedi) kamışın farklı uzunluklarda kesilip yan yana birleştirilmesine dayanır. Kamışların tepelerindeki deliğe hava üflenerek (boş bir cam şişenin çıkardığı ses gibi) ses çıkarılır. Kamışlar farklı uzunluklarda kesildiği için her kamıştan farklı bir ses çıkar.
Antik Yunan’da panflüt, Su Perisi Syrinx (Sirinks)’in adını almıştır. Efsaneye göre Kırların ve Çobanların Tanrısı Pan, bu güzel su perisine âşık olur. Syrinx de Pan’dan kaçmak için bir nehirdeki su perilerinden yardım ister. Nehirdeki su perileri, onu bir su kamışı bitkisine çevirir. Pan da bu bitkilerden bazılarını keser ve panflütü yapar.
Bu sayıda, Antik Yunan Uygarlığı’ndaki Müzik ve Müzik Düşüncesini inceledik. Aslında müziğin Antik Yunan’da ezoterik açıdan çok derinlemesine anlamları da vardır. Bu anlamlar, belki başka bir yazının konusu olabilir. Gelecek ay, Hristiyanlığın doğuşuyla gelişen Kilise Müziği’ni incelemeye başlayacak, Batı Müzik Tarihi’ne tam olarak gireceğiz.
KAYNAKÇA
Ø Aristoteles, Politika (çev. Tuncay, Mete), 4. Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1993.
Ø Aristoteles, Poetika (çev. Tunalı, İsmail), 14. Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2006.
Ø Burkholder, J. Peter; Grout, Donald J.; Palisca, Claude V., A History of Western Music: 7th Edition, W.W. Norton, New York, 2006.
Ø Fubini, Enrico, Müzikte Estetik (çev. Genç, Fırat), Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2006.
Ø Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, 16.Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2005.
Ø Say, Ahmet, Müzik Tarihi, 6. Basım, Müzik Ansiklopedisi Yayınları, Ankara, 2006.
Ø Wikipedia
RESİMLER
Resim 1: http://3quarksdaily.blogs.com/3quarksdaily/2007/02/pythagoras-1.html
Resim 2: http://library.thinkquest.org/05aug/00324/imagenes/Platon-2.jpg
Resim 3: http://www.klima-luft.de/steinicke/ngcic/persons/aristoteles.htm
Resim 4: http://philosophy.ucsd.edu/faculty/dbrink/courses/31-05
Resim 5: http://www.mishkanministries.org/othervessels.php
Resim 6: http://www.artlex.com/ArtLex/a/apollo.html
Resim 7: http://www.mlahanas.de/Greeks/Music2.htm
Resim 8: http://www.mlahanas.de/Greeks/Music.htm
Cem
Ahmet Say, Müzik Tarihi, 6. Basım, Müzik Ansiklopedisi Yayınları, Ankara, 2006, s. 21.
Oral Sander, Siyasi Tarih: İlk Çağlardan 1918’e, 16. Baskı, İmge Yayınları, Ankara, 2007, s. 32.
a.g.e.; s. 34.
Ernst von Aster, İlkçağ ve Ortaçağ Felsefe Tarihi, 3. Baskı, İM Yayın Tasarım, İstanbul, 2005, s. 56.
Ahmet Say, Müzik Tarihi, 6.Basım, Müzik Ansiklopedisi Yayınları, Ankara, 2006, s. 35.
J. Peter Burkholder, Donald Jay Grout, Claude V. Palisca, A History of Western Music 7th Edition, W.W. Norton Company, New York, 2006, s. 7.
a.g.e.; s. 8.
a.g.e.; s. 8-9.
a.g.e.; s. 9.
Diyatonik dizeyi “piyanonun beyaz tuşları” olarak düşünebiliriz. “Do” sesinden başlayıp diğer “do” sesine kadar tüm beyaz tuşları çaldığımız zaman, “do diyatonik dizesi”ni çalmış oluruz. Aynı mantık, diğer sesler için de geçerlidir (Gelecek ayki yazıda diziler konusuna daha ayrıntılı değineceğim.).
a.g.e.; s. 8.
a.g.e.; s. 6.
Ahmet Say, Müzik Tarihi, 6. Basım, Müzik Ansiklopedisi Yayınları, Ankara, 2006, s. 35.
Cavidan Selanik, Müzik Sanatının Tarihsel Serüveni, Doruk Yayımcılık, Ankara, 1996, s. 14.
Bir efsaneye göre “Pheidippides” isimli bir ulak, zaferi haber vermek için savaş alanından Atina’ya 40 km’yi onca ağırlığıyla, son hızla koşmuş; haberi verdikten sonra da ölmüştür. Günümüzdeki 42.195 metrelik “maraton yarışı”, adını bu efsaneden almıştır.
Platon için iyi bir insan olmak demek, doğru (adaletli) bir insan olmak anlamına gelir.
Platon da, Aristoteles de insanları keskin bir şekilde ikiye ayırır: Yüce bir insan olmak için uğraşan ve devlet yönetiminde söz sahibi erkeklerden oluşan aristokrat sınıfı ile sıradan işlerle uğraşan ve herhangi bir yüce amacı olmayan kadınlar, köylüler ve kölelerden oluşan sıradan insanlar sınıfı.
Aristoteles, Poetika (çev. İsmail Tunalı), Remzi Kitabevi, 2006, s. 22.
Aristoteles, Politika (çev. Mete Tuncay), Remzi Kitabevi, 1993, s. 246.
Günümüzde genelde diziler, “çıkıcı” olarak gösterilir. Antik Yunan’da, tetrakordlar gibi diğer diziler de “inici” olarak gösterilirdi.
Transpoze, bir dizideki her notanın belli bir ses aralığı kadar yükseltilip alçaltılmasıdır. Böylece, dizi incelir veya kalınlaşır ama notalar arasındaki aralıklar aynı kalır.
Yayınlarımız
Eski Sayılar
Özlü Sözler
“Kişinin arkadaşlarına güven duymaması onlar tarafından aldatılmasından daha utanç vericidir.”
François de la Rochefoucauld