S O Y L U E D E B İ Y A T

a. galip

 



Toplumcu Gerçekçiliği Tartışamamak

 

 

A. GALİP

 

 

 

 

ANAFİLYA´nın Notu: Ali Galip´ten aşağıda sunulan bu tartışma yazısı Edebiyat Ve Eleştiri dergisinin Ocak-Şubat 2004 tarihli 73. sayısında yayınlanmıştır.

 

Biyografik bilgiler: Ali Galip´in, Milliyet Sanat, E Dergisi, UÇ Dergisi, Adam Sanat Dergisi, Ötekisiz, Edebiyat Ve Eleştiri, Ağır Ol Bay Düz Yazı, Evrensel gazetesi ve dergisi, Radikal Gazetesinin çeşitli ekleri, Amik Edebiyat, Yaratım, Felsefeci, Felsefece´de yazıları yayınlanıyor. Ayrıca halan Avrupa ülkelerinde yayımlanan Alevilerin Sesi dergisinde de yazıyor. MÜNTEHİR AŞKLAR adlı şiir kitabı var. Daha detaylı bilgi Müntehir Aşklar başlığıyla internetten edinilebilir.

 

 

Giriş

 

Bu yazı varlığını şu temel gerekçelere borçlu: Öncelikle söylenmesi gerekir ki, gecikmiş bir yanıt girişimidir. Gecikmişliğinin haklı nedenleri var. Kaan Arslanoğlu’nun Adam Sanat dergisinin Temmuz 2002 tarihli sayısında yayınlanan ‘Toplumcu Gerçekdışıcılık’ başlıklı makalesine yönelttiğim eleştirilere (‘Kaan Arslanoğlu Ve Genetik Devrim’, Adam Sanat, Eylül 2002) verdiği yanıtı (‘Türümüzün En Derin Açmazı: Zeka Geriliği’, Adam Sanat, Ekim 2002), yeterli bulmadığım için onun, romanlarına yönelerek tartışmayı ilerde farklı bir bağlamda sürdürmeyi tasarlıyordum. Kaan Arslanoğlu’nun makalesinde esas olarak benim ilgim ve tartıştığım konu, toplumcu gerçekçilik ile sosyalizm arasındaki bağlantıyla ilgiliydi. Verdiği yanıtta ise insan doğası üzerindeki genlerin ve çevre koşullarının etkisini irdeliyor ve sosyalistlerin genetik araştırmalara yönelik olumsuz değerlendirmelerini tartışıyordu. Açıkçası böylesi bir konu etrafında yürütülen tartışmaya girmek istemiyordum. Ancak Kaan Arslanoğlu bir iki makaleyle yetinmeyip tartışmayı kendisi için verimli bir üretime dönüştürdü. Benim dışımda Aydın Çubukçu’nun da eleştiri yazısı Kaan Arslanoğlu’nu, tasarladığı romanı yazmayı erteleye ikna etmiş olmalı ki, tartışmayı derinleştirerek yanıtlarını genişletip Politik Psikiyatri adlı bir kitapla karşımıza çıktı. Söz konusu kitap, bu yazının gerekçelerinden birini oluşturuyor. Yazının diğer gerekçesi ise bu tartışmayı fırsat sayıp toplumcu gerçekçilik konusunda Aydın Çubukçu ve Aydın Şimşek’in yazılarının da bir değerlendirmesini yapma isteğimdir.

 

Sahi Neyi Tartışıyorduk?

 

Kaan Arslanoğlu Adam Sanat dergisinin sayfalarında sürdürdüğü tartışma yazılarınPolitik Psikiyatri kitabında toplamış. Kitap, sadece bu makalelerden ibaret değil. Söz konusu yazılar yalnızca kitabın üçüncü bölümünü oluşturuyor. Kitabın ikinci bölümü ‘Çözümlemeler’ başlığı altında popüler yazarların metin “çözümlemelerini” içeriyor. Yazar, bu bölümün amacını şöyle belirlemiş: “... daha çok işbu yazarların genel duruşları, genel tutumları ve bunların yazılarına yansımalarını ele alıp toplumun hangi kesimlerini, ne ölçüde, nasıl, neden etkilediklerini irdeleyeceğim.” (Arslanoğlu, 2003:195). Altan’lar (baba ve oğul Altan’lar), Orhan Pamuk, Yaşar Kemal, Hıncal Uluç, Fehmi Koru, Nihat Genç’i de kapsayan on farklı isim ele alınmış. Bu bölüm, yazarın da tahmin ettiği gibi kitabın ilgi çekecek bölümlerinden biri. Bu tür yazılar sürdürülürse, ileride ilgiye mazhar olacak bağımsız bir kitap oluşacaktır. Ancak bu yazıların, birer metin çözümlemeleri olduğunu söylemek mümkün değil. Yazar her ne kadar ele aldığı isimlerin kimi metinlerinden hareket etse de daha çok onlar hakkındaki hissiyatını ortaya koyuyor. “Çözümlemeler” başlığını “yorum” terimi ile değiştirmek daha isabetli olacak. Çünkü hermeneoitik bir yaklaşım sergileniyor. Öyle ki bu bölüm insana ‘yorumda sınır yokmuş’ dedirtiyor. Örneğin Nihat Genç’in çok samimi bir biçimde küfür ettiğini yazıyor. Yazıda küfürün psikolojik, sosyolojik bir çözümlemesine girişilmiyor. Eğer küfür bir öfkenin tepkisel ifadesi ise hiçbir zaman rasyonel eleştirinin yerini tutamaz. Kaldı ki Nihat Genç’in bu küfürleri kimin adına ve kimlere yöneltiyor olduğu da başlı başına bir çözümleme konusu edilmelidir. Genellikle lümpen bir orta sınıf sözcüsü olarak sorgulanmaksızın her kesim, her durum küfürün muhatabı olabiliyor. Örneğin, hiçbir yabancı dil bilmemek bir övünç kaynağı olarak algılanıp dil bilenler bol bol kalaylanıyor (Leman dergisinin Ağustos 2003 tarihi içinde yayınlanan, yanılmıyorsam, ‘Muhabbet’ başlıklı yazısına bakılabilir.). Kaan Arslanoğlu da bunda bir samimiyet buluyor. Söz konusu yazısında Nihat Genç, sözde kapitalizmin aşıladığı tüketim mantığını eleştiriyor. Ama inanç, değer, dayanışma, yeniliği sınama gibi laflarla aslında geçmişin kapalı ekonomisine, feodal kültüre methiyeler diziyordu. Son yazısından bir örnek vereyim. Baştan sona Osmanlının ekonomik örgütlenmesine övgüleri ve ona yönelik özlemi dile getiriyor: “Ahlak rutin bir ibadetten çok bir sosyal eylemdi, Osmanlı kültür ve medeniyetinin altında yatan aşk ahlakı da işte buydu. Ruhları doymuş insanlardı. Yüzyıllarca kılıç zoru, torpil, para zorbalığına karşı ruh asaletlerini korumayı bildiler. Burada altı asır saat gibi çalışan bir sosyal nizamdan bahsediyoruz.” (19 Eylül 2003, Leman). Dış düşmanlarla yapılan savaşların yanı sıra içerde de alevi ve Kızılbaşların isyanları ve eşkıyalıklarıyla mücadele eden Osmanlıların saat gibi işleyen düzenlerini, kadılar ve lonca sistemi sağlıyormuş! Allah’tan Nihat Genç’i sükut-u hayala uğratmayan bir durum söz konusu. Zira hâlâ esnaf ahlakını, Müslümanların pasif direniş ve dayanışma ruhunu kaybetmeyen bir kesimi varmış. “Yine de kapitalistleşme savaşına yenildiğimizi söyleyemeyiz, içimizde tek tek direnenler var.” diyen Nihat Genç tanıdığı bir dönerci ustasını da delil olarak sunuyor. Yazı üstelik, “Kuyucu Murat’ını .ikyim, hortumcusunu .ikiyim, çapulcusunu .ikiyim, dünya umurumda değil...” gibi ağır bir küfür cümlesiyle bitiyor. Kaan Arslanoğlu bu küfürde de bir samimiyet bulacak mı acaba?

 

Yine de bu bölümde yer alan yazıların yazarına yönelik kışkırtıcı bir geri dönüş bildirimi sunduğunu ekleyebilirim. Şöyle ki: örneğin kendi metinlerinden hareketle Kaan Arslanoğlu hakkında bir çözümlemeye girişmek bizi ilginç bir yazıya ulaştıracaktır. Kaan Arslanoğlu’nun kimi makale başlıkları bile hakkında yapılacak muhtemel bir çözümleme yazısı hakkında bazı ipuçları vermeye yetecektir: “Türümüzün En Derin Açmazı: Zeka Yetersizliği”, “Toptan Aptalız Vesselam”, “Felsefenin Güçlüğü ve Proletaryanın Kararlı Bönlüğü”. Ne tür bir empati durumu türümüz ve proletarya hakkında böylesi “tespitler” yapmaya itebilir insanı?

 

Kitabın üçüncü bölümünü oluşturan makalelere, özellikle de benim kimi eleştirilerime verdiği cevaplara geçmeden önce birinci bölümün kısa bir değerlendirmesini yapalım.

 

Kaan Arslanoğlu’nun kitabına verdiği ad, tüketici olmamakla birlikte kapsamlı bir serimlenişini birinci bölümde buluyor. Serol Teber’in Politik Psikoloji Notları kitabından sonra Politik Psikiyatri, izleyebildiğim kadarıyla, benzer konuları ele alan ikinci telif eser. Kaan Arslanoğlu azımsanmayacak bir literatür taraması yaparak psikiyatrinin politik amaçlar için kullanıldığında nelerle karşılaşılacağını gözler önüne seriyor. Kitabın giriş bölümünde de belirtildiği gibi politik psikiyatrinin yeni bir alan olması eserin önemini ve yazarın gayretini daha anlamlı kılıyor. Edebiyatçılığının yanı sıra meslekten psikiyatrist olan Arslanoğlu’nun bundan böyle mesleki çalışmalarını derinleştirerek sürdüreceğe benziyor. Kitabının hakkettiği ilgiyi göreceğini; bir tartışma başlatarak konuyla ilgili olanlar tarafından meziyetlerinin ortaya konulacağını umuyorum. Ancak ben bu yazıda yazarın izlediği metodoloji hakkındaki kimi itirazlarımı dile getireceğim.

 

Politik psikiyatrinin yeni bir alan olduğu doğrudur. Ancak bu alanda, daha önceden hiçbir çalışmanın yapılmadığı söylenemez. Kaan Arslanoğlu da bu durumu teslim ederek kimi öncü çalışmaları; örneğin Frankfurt Okulunun kurucularının Amerika’da yapmış oldukları otoriter kişiliğe yönelik deneyler başta olmak üzere konuyu ilgilendiren başka çalışmaları da sıralıyor. Diğer yandan ise Kaan Arslanoğlu, politik psikiyatriye derhal bir varlık alanı açmak için fazla aceleci davranıyor. Oysa bilim aceleye gelmez, temkinli olmak gerekir. Bir-iki gözlem ve tespitten çıkardığı sonucu genelleştiriyor. Örneğin siyaset konusunda söyledikleri bütünüyle bu tarz genellemelere dayanıyor. “Gerçek insan doğası” gibi muğlak bir kavramdan hareketle her toplumsal örgütlülüğün kategorik olarak otorite, hiyerarşi ve bürokrasi doğuracağı sonucuna ulaşıyor. Ya da türümüzün, evrim aşamasındaki mevcut konumunun geriliğini, bugün yüz yüze kaldığımız sorunlara gerekçe olarak sunuyor. Sosyalist toplum düzeninin neden çöktüğünü bakınız nasıl açıklıyor: “Tek cümleyle ifade etmek gerekirse, sosyalizm ve komünizm ideali (ütopyası) insanın bugünkü gelişmişlik düzeyini aştığı için. Başka deyişle sınıfsız topluma inanmak ve onun için çalışmak kötü bir şey değildi ama insan kötü ve yetersizdi. İnsan zekası, kişiliği ve bu ikisinin toplamından oluşan insan aklı, gelişmiş bir düzeni kaldıramadı.” (Arslanoğlu, 2003: 165). Kaan Arslanoğlu, yeterince işlenmemiş ve geliştirilmemiş bir siyaset ve toplum felsefesine dayanarak yeni bir bilim disiplini geliştirmeye kalkışıyor.

 

Sanırım Kaan Arslanoğlu ile aynı konuyu tartışmıyoruz. Ben sosyalist (toplumcu) gerçekçiliği tartışmaya çalışıyorum. O, bu sanat kuramından yolunu ayıran bir edebiyatçı olarak farklı arayışlarını dile getiriyor. Toplumcu gerçekçiliği değil sosyalistlerin ve proletaryanın ‘kararlı bönlüğünü’ tartışıyor. Bütün dikkat ve kararlılığıyla dünyayı, insanların nasıl bu hâle getirmiş olduğunu ve bu arada sosyalizmi neden kuramadıklarını toptan izah edecek insan genini bulmaya çalışıyor. Sosyalistlerin birer bilim düşmanı hâline geldiklerini ve geçmişteki aydınlanmacı zihniyetten uzaklaştıklarını kanıtlamaya girişiyor. Oysa bugün bile hâlâ sosyalistlerin bilim fobisinden değil, olsa olsa bilim hobisinden söz edilebilir. Marksizm için hâlâ ‘bilimsel bir dünya görüşüdür’ tekerlemesi sürüyorken bilim düşmanlığından söz etmek ne derece gerçekçi olabilir?

 

Tartışmaya Katılan Aydın’lar

 

Yukarda andığım tartışmaya doğrudan katılmamakla birlikte Aydın Şimşek’in konuyu tartışan çeşitli yazıları var. Ben burada, bu yazılarından birini gözden geçireceğim. Daha sonrada tartışmaya katılan Aydın Çubukçu’nun sosyalist gerçekçiliğe bakışını irdeleyeceğim.

 

Aydın Şimşek’in Kasım/Aralık 2001 tarihli Gelenek dergisindeki yazısının başlığı ‘Sosyalist Gerçekçiliğe Kavramsal Bir Bakış’. Ancak yazı daha çok konuyu tarihsel boyutuyla ele alıyor. Yazının uzunca bir kısmını, Sovyetler Birliği’nde Proletkült’ten sosyalist gerçekçiliğe geçişin resmi hikâyesine ve gerekçelerine ayırmış. Yazısının bu bölümlerinin dışında Aydın Şimşek, konuyu eleştirel bir mesafeyle ele alıyor. Sosyalist gerçekçiliği benimsemiş yazarların belli başlı yetkin örneklerini (ki bu da Sovyetler Birliği ile bütün bir Doğu Bloku içerisinde ve yetmiş yıllık dönem boyunca bir elin parmaklarını geçmiyor) saydıktan sonra şu tespiti yapıyor: “Oysa sosyalist sanatçıların bakış açılarındaki en büyük eksiklik soyutlamadır.” (Şimşek, 2001: 224). Proletkült’ten sosyalist gerçekçiliğe geçişle birlikte yazarlara tanınan özgür ortamın yok edildiğini, sanatın resmi politikaların güdümüne sokulduğunu ifade etmekle birlikte bu geçiş sürecine de kuramsal bir mazeret bulmaya çalışıyor. Dönemin koşullarını, sanatta böylesi bir politika izlenmesinin biricik gerekçesi olarak görüyor.

 

Aydın Şimşek, yirmi sayfalık kısa sayılamayacak yazısını, başlığına uygun bir çözümlemeyle sürdüremiyor. Savlarını yeterince olgunlaştıramamış olduğunu ise dilinden çıkarsayabiliyoruz. Birbiriyle çelişen alıntılar ve savların dayandırıldığı gerekçelerin zayıflığı; özellikle Sovyetler Birliği’nde, izlenen kültür politikalarının, partinin ekonomik uygulamalarıyla olan doğrudan bağlantılarının ortaya konulmaması; yer yer takınılan eleştirel tutumun açık bir dille ifade edilememesi Aydın Şimşek’in incelediği konu hakkında ne denli bir fikir berraklığına ulaşmış olduğunu gözler önüne seriyor. Dahası, Sovyetler Birliği’nin yetmiş yıllık “sosyalist inşa” pratiğinde kültürel alana ait her fenomenin mutlak bir politik zemine (Kagarlitski, 1991:13) dayandığı hâlde, bu bağlantıya değinmeksizin, Proletkült’ten sosyalist gerçekçiliğe geçiş gerekçelerinin resmi tarihe dayanarak açıklamaya girişmek, yazıyı daha başından tartışmalı kılıyor. Şimdi sıraladığımız eleştirilerden bazılarını detaylandırmaya geçebiliriz.

 

Aydın Şimşek sırasıyla şu konuları ele alıyor: Proletkült’ün amaç ve işlevi; sosyalist gerçekçiliğe geçiş gerekçeleri; sosyalist gerçekçiliğin komünist ütopya için engel olup olmadığı; sosyalist gerçekçiliğin hedefleri ve uygulamada gerçekleştirilenler ve son olarak yaygınlaşan sosyalist gerçekçiliğe yöneltilen eleştiri ve suçlamalar.

 

Aydın Şimşek’e göre Proletkült çalışmalarını 1917 den 1932 ye kadar tam bir özgürlük ortamı içerisinde gerçekleştirmiştir. “Özellikle fütüristler, konstrüktivistler, sembolistler ve gerçekçiler sosyalist devrimle, onun sağladığı özgürlük ortamıyla kendi örgütlerini bağdaştırarak neredeyse sosyalizmle, onun amaçlarıyla bütünleştiler.” Amacını ise şöyle belirliyor: “Tüm alanlarda sosyalizme katkıya yönelik ve onun inşasına yönelen tüm maddi-manevi değerleri politikanın amacı hâline getiren, getirmeye çalışan politikaya estetik, etik bir boyut katmıştır.” Aktardığımız bu son cümle yazının henüz başlarında üçüncü paragrafın sonunda yer alıyor. Cümlenin doğrudan ifade ettiği anlam bir yana esas iması üzerinde durmayı hakkediyor. Çünkü buradan şu anlam ortaya çıkıyor: Baştan beri, sosyalizmin inşasını hedefleyen politikaların ihmal ettiği estetik ve etik boyutu ancak ve ancak Proletkült saptamış ve hedeflemiş durumda. Yazının ilerleyen bölümlerde göreceğimiz gibi Lenin’in bile karşı çıktığı Proletkült sırf bu amaca hizmet etmesi nedeniyle bile fazlasıyla sahiplenilmeyi hakketmelidir. Çünkü estetik yanı ihmal edilen bir sosyalist politikanın savunulması anlaşılabilir olsa da etikten, aynı anlama gelmek üzere ahlakilikten yoksun olan bir politikayı savunmak kolay kolay benimsenilemez. Bunu kimlerin nasıl savunduğu konusunda sessiz kalan Aydın Şimşek kurduğu cümlenin ima ettiği anlamı temellendirme yükümlülüğünü üstlenmelidir. Zira bu cümleden sonra söylenenler bir çelişki yaratacaktır. Bu yargının mantıksal sonucu şudur: Proletkült’ten sonra Sovyetler Birliği etik ve estetikten arındırılmış bir politika izlemiştir. O halde sosyalist gerçekçilik başta olmak üzere bütün alanlarda hiçbir etik ve estetik değere rastlanmaz. Aydın Şimşek verdiği yargının mantıksal uzantısına kayıtsız kalarak yazısına devam ediyor. İzliyoruz.

 

Proletkült’ün geçmişi reddetmeyen “sadece Sovyetlerde sosyalist kültür ortamında varlıklaşmış sanat değerlerini değil geçmiş sanatın tüm varlıklarını, dünyadaki emek ürünü olmuş tüm sanat varlıklarını” savunduğunu ve üstelik bunu “burjuvazinin devrimci ürünlerinin devrimci bir tarzla sahiplendiğini” bildiren Aydın Şimşek, bu örgütlülüğün faaliyetlerini de şöyle övüyor: “Hiç kuşku yok ki Proletkült tüm Sovyetleri (şehirleri, ilçeleri, kasabaları hatta köyleri) baştan sona sanat atölyeleriyle donatarak önemli bir işlev üstlenmiştir. Bu yapılanma iç savaş boyunca da bitmek bilmeyen bir emek, cesaret ve enerjiyle beyaz ordulara karşı savaşmış, cephe gerisinde de moral destek unsurlar olarak sanatsal etkinlikler örgütlemişlerdir. Yine uçsuz bucaksız Sovyetler coğrafyasındaki temel sorun olan eğitim özellikle okuma yazma seferberliğini yine Proletkült üstlenecektir. Devrim öncesi büyük enerji sarf eden Proletkült devrim sonrası da bu hızından hiç eksiltmeden kültürel etkinliklerini sürdürür.” Proletkült’ün bütün bu çabalarına rağmen kimi Rus aydınlarının katıldığını kimilerinin ise mesafeli yaklaştığını bildiren, ancak bu “kimilerin” kim olduğunu açıklamayan Aydın Şimşek şu yargıda bulunuyor: “Hangi açıdan övülür ya da eleştirilirse eleştirilsin Proletkült, sosyalist devrime kendini adayan bir harekettir.” Aydın Şimşek bu kategorik olumlamasını bir sayfa sonra unutup Lenin’e ait sandığı cümlelere yer açmak için Proletkült’ün faaliyet seyrinde karşılaşılan olumsuzlukları betimliyor. “Proletkült’ün devrim öncesinde ve o günün şartlarına uygun olan kuruluş ve işleyişi (özellikle homojen yapısı), Ekim devrimiyle birlikte devrimin amaçlarını karşılamaktan uzağa düşmüştür. Hatta kimi anti-sovyet olan aydınlar kendilerini hem Proletkült ile koruyabildiler hem de proletkült’ün olanaklarıyla, sosyalist Sovyetlerin kurma çabasında olduğu değerlere savaş açtılar. Özellikle devrim düşmanı olan, hizip yapıları oluşturan birçok karşıdevrimci de Proletkült’ün içerisinde kendilerini saklamayı başarmışlardır.”

 

Aydın Şimşek’in Lenin’den yaptığı alıntıya geçmeden önce buraya kadar yazdıklarımızın bir genel değerlendirmesini yapalım. Proletkült’ün son söylenenler hariç, amaç ve işlevlerinin olumlu bulunduğu açıkça ortada. Ne var ki Aydın Şimşek bu aşamadan sonra gündeme gelen, aktüel bir pratik olarak partinin sanatçılara dayattığı sosyalist gerçekçilikte bulduğu olumsuzlukları aynı açıklıkla ortaya koymuyor. Üstelik “Sosyalist gerçekçiliğin gerekçeleri aynı zamanda Proletkült’ün tasfiyesi anlamına gelir.” demesine rağmen. Dahası sosyalist gerçekçilikle birlikte parti-sanat ilişkilerinin gerilmeye başladığını, “devrimin Leninist kanadıyla büyük bir uyum içerisinde olan modern sanat akımları”nın boğulduğunu ileri süren Aydın Şimşek Lenin’i, partinin Leninist kanadıyla da karşı karşıya getiriyor!

 

Aydın Şimşek’e göre Lenin de Proletkült’e karşıdır ve bunu Materyalizm Ve Ampiryokritisizm adlı eserinde yazmıştır. Yapılan alıntıyı aynen aktarıyorum: “Ekim Devrimi’nden sonra Bogdanov ve yandaşı düşünürler çalışma alanı olarak, proleter kültürel-eğitsel örgütlerini (Proletkült) seçtiler. Bu elverişli kürsünün de yardımıyla anti-Marksist görüşleri etkin bir biçimde yaymaya başladılar, geçmişin kültür mirasını fiilen yadsıdılar.”

 

Bu cümlelerin Lenin’e ait olduğunu varsayıp Aydın Şimşek’in dalgınlığına versek bile farklı bir çelişkiyle yüz yüze geliriz. Yukarıda yaptığım alıntıların açıkça göstermiş olduğu gibi Aydın Şimşek, Proletkült’ün yöneliş ve faaliyetlerini olumlu buluyordu. Proletkült’ün Lenin’e atfedilen cümledeki gibi bırakın “geçmiş kültür mirasını fiilen” yadsımayı, tam tersine, “burjuvazinin, devrimci ürünlerinin devrimci bir tarzla sahiplenilmesi”ni hedeflediğini bildiriyordu. Bu aşamada Aydın Şimşek’in Lenin’in cümleleri diye aktardığı pasaj önceki söylediklerine bir destek sunmayıp onları çürütüyor. O hâlde ya Aydın Şimşek’in tespiti yanlış ya da Lenin yaşadığı dönemde kendi ülkesinde olup bitenlerden habersiz. Alıntıdaki “fiilen” sözcüğü de durumu kurtarmaya yetmiyor. Çünkü Bogdanov ve yandaşları Proletkült’e sonradan sızan kişiler değil, baştan beri içinde hatta kurucuları olan kişilerdir. Aslında sorunun kaynağı belli. Aydın Şimşek alıntıyı Lenin’in Materyalizm Ve Ampriyokritisizm kitabından yapıyor, Lenin’den değil. Yani kitaba sonradan, editörün düştüğü notlardan aktarıyor. Ama bunu belirtmiyor. Yeri gelmişken söyleyelim ki Aydın Şimşek’in belirtmediği başka şeyler de var: Alıntılarının hiçbirinde yayınevi ve çevirmen adı, çoğunda baskı tarihi, tamamında ise sayfa numaralarını hep unutuyor! Alıntıları kontrol etmek için dört yüz – beş yüz sayfalık kitapları baştan sona, satır satır yeniden okumak zorunda bırakıyor. Bir kez yayınevinin düştüğü notu yazara mal edince, dalgınlığının ötesinde, bütün alıntılarında tahrifat kuşkusuna zemin hazırlamış oluyor.

 

Bilindiği gibi Lenin’in Materyalizm Ve Ampriyokritisizm kitabının ilk baskısı 1908 de ikinci baskısı ise 1920 de yapıldı. Lenin’in sağlığında üçüncü bir baskısı yapılmadı. Ancak kitabın ikinci baskısının önsözünde Lenin, Bogdonov’un son yapıtları hakkında V. İ. Nevski’nin makalesini önemli bulduğu için kitabına ekliyor. Lenin’in ölümünden sonra ise editörler bu eki gereksiz görüp çıkarıyorlar. Editörler aynı zamanda, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin görevlileri oldukları için okuyucuya “yol gösterecek” resmi notlar ekliyorlar. Aydın Şimşek de Lenin’in sözü olarak sonradan eklenen bu notları aktarıyor. Gerçi Lenin de tıpkı Trotsky gibi hiçbir zaman Proletkült’ü onaylamamıştır. Ama böyle bir cümle de yazmamıştır.

 

Lenin’in Materyalizm Ve Ampriyokritisizm kitabının 505. sayfasına yayınevinin (Progress Publishers) eklediği beş numaralı nottan aktarılan alıntı cümlenin tamamı değil. Cümle ‘ve’ bağlacından sonra şöyle devam ediyor: “...ve ‘laboratuvar yöntemleriyle’ proleterya için yaşamdan koparılmış bir kültür yaratmaya çalıştılar, ve bunu emekçi halkın geri kalan kesimlerinin ve özellikle köylülüğün karşısına çıkardılar.”. Aydın Şimşek’in neden cümleyi bölüp ikinci kısmını almadığı şimdi netlik kazanıyor. Zira onun iddiasına Proletkült tam bir seferberlik hâlinde kültürü emekçilerle buluşturan faaliyetlere girişmişlerdi, burada ise tam tersi iddia ediliyor. Yukarıda Aydın Şimşek’e yönelttiğimiz eleştirilerin birinde kültür politikalarındaki değişikliklerin partinin ekonomi politikalarına bağlı olduğunu göremediğini söylemiştik. Bunun kanıtını da yine Aydın Şimşek’in bölüp ikinci kısmını yazısına almadığı yukarıdaki cümlede görebiliriz. Proletkült’ü köylülerle karşı karşıya getirmenin sebebi, 1929’a kadar izlenen, köylülere ‘zenginleşin’ sloganında ifadesini bulan ekonomi politikasının bir sonucudur (Troçki, 1991: 30-44).

 

Bu arada Proletkült’e ilişkin kimi itirazlara da kısaca deyinmeliyiz. Aslında Proletkült’e ilişkin eleştiriler farklı iki yönde ilerliyor. Birincisi Lenin’in eleştirileridir. Lenin proleter kültürü adı altında burjuva idealizminin savunulmasına itiraz eder. Diğer bir eleştiri ise Trotsky’den gelir ve kuramsal bir zemine dayanır. Tıpkı laboratuvar ortamında çalışır gibi bir proletarya kültürü oluşturulamayacağını ileri sürer. Bilindiği gibi benzetme Bogdanov’a aittir. Proletkült’ü ‘katıksız proleter ideolojisinin bir labaratuvarı’ diye tanımlar (Aktaran Eagleton, tarihsiz: 55). Trotsky’nin gerekçesi şudur: “Proletarya kendi kültürünü oluşturacak zamana sahip olamayacaktır” (Troçki, 1989). Çünkü proletaryanın bağımsız bir sınıf olarak varlığını sürdürdüğü en son dönem olan Proletarya Diktatörlüğü, aynı zamanda bir sınıf olarak kendisinin de ortadan kalkacağı sınıfsız sosyalist topluma, siyasi bir geçiş evresidir ve bu da fazla uzun sürmeyecektir. Zira o dönem Trotsky’nin beklentisine göre Avrupa ülkelerinde de birbirlerinin ardı sıra devrimler yaşanacak, bu ülkelerde proleter diktatörlükleri kurulacak ve dünya ölçeğinde kapitalizmin egemenliği yıkıldığında ülkeler birleşerek sosyalizmi kuracaklardır. Artık bir sınıf kültürü değil insanlık kültürü yeşerecektir.

 

“Burjuva kültür ve sanatını, proleter kültür ve sanatıyla karşılaştırmak temel bir yanlışlık olur. Proleter rejimi bir geçiş dönemi olacağından, proleter kültür ve sanatı da hiçbir zaman var olmayacaktır. Proleter devrimin tarihsel anlamı ve ahlaki büyüklüğü, bir sınıf kültürü olmayacak ama ilk kez gerçek bir insanlık kültürü olacak bir kültürün temellerini atmasında yatmaktadır.

 

“Geçiş dönemindeki sanat politikamız, Devrim’in safına katılan çeşitli grupların ve sanat okullarının Devrim’in tarihsel anlamını kavramalarına yardım etmek ve Devrim’den yana ya da Devrime karşı olmanın kategorik ölçütünü önlerine koyduktan sonra onlara sanat alanında tam bir öz belirleme hakkı tanımaktan ibarettir.” (Troçki, 1989:11).

 

Trotsky’nin, burjuvazinin yüzlerce yıl süren kendi iktidarı döneminde sınıf kültürünü oluşturmasına analoji yapar ama olumsuz bir sonuç çıkarır. İktidarı döneminde proleteryanın, kendi kültürünü oluşturamayacağı tezi ‘anlaşılmayan’ ya da çarpıtılan görüşlerinden biridir. Konumuzu ilgilendirdiği kadarıyla bu çarpıtmaya bir örnek verelim. Siyasal mücadelesi ve peş peşe yasaklanan romanlarıyla ülkemizde, açtığı resim sergileriyle yurt dışında yaygın bir üne sahip olan Muzaffer Oruçoğlu, Sanat Edebiyat Yazıları adlı kitabında bakın neler diyor: “Her yeni sınıf tarih sahnesine, kendi dünyası, dolasıyla kendi kültür ve sanatıyla birlikte çıkar. Onu durmaksızın yeniden yaratır, geliştirir, aşar. Kültür ve sanat, sınıfların ruhi şekillenmesinin temel öğesidir. Günümüzde hâlâ, tıpkı Troçki gibi proleter kültür, sanat ve edebiyatın olamayacağını savunanlar var. Bu anlayış, proleteryanın burjuvaziye ve eski sınıflara karşı kültür ve sanat cephesinde, kendi sınıflarıyla verdiği mücadeleyi zayıflatmaya hizmet eden, onu silahsızlandıran bir anlayıştır.” (Oruçoğlu, 1998: 9). Eğer bu bir çarpıtma değilse durum daha da kötü. Çünkü yazarın ezbere konuştuğunu tespit etmek durumundayız. Neyse konumuza dönelim.

 

Öte yandan Proletkült’ün, geçmişin bütün kültür mirasını reddettiği ya da Aydın Şimşek’in iddia ettiği gibi “geçmiş bütün kültürün devrimci öğelerini devrimci tarzda özümsemek” savları da günümüzde bir tartışma konusudur. İlgilenenler bu tartışmayı kaynakçada vereceğimiz Ahmet Oktay’ın çalışmasından izleyebilirler.

 

Aydın Şimşek’in makalesindeki çelişkiler bunlardan ibaret değil. Dahası var. Tekrarlamayı göze alarak şu kısa özeti yapalım: Aydın Şimşek’e göre Proletkült kendini “sosyalist devrime adayan bir harekettir” ancak zamanla “devrimin amaçlarını karşılamaktan uzağa düşmüştür. Ayrıca bu hareketin içine anti-Sovyet aydınlar sızıp anti-Marksist görüşlerini yaymışlardır. Dolayısıyla Proletkült’ten sosyalist gerçekçiliğe geçmek fiili bir zorunluluk hâline gelmiştir. Yazısının bundan sonraki bölümünü Aydın Şimşek bu ilan edilen “resmi zorunluluk”u kuramsal bir düzeye yükseltmeye hasrediyor. ‘Kuramsal analizi’ şöyle:

 

“Proleterya, iktidarı komünist (sınıfsız) toplumu kurmak için devralır. Bu nedenle, sınıf kültürüne yapılan her gönderme, komünist ütopyanın önündeki bir engele dönüşür. Ancak, komünist ütopyanın gerçekleşebilmesi de, yine proletarya diktatörlüğünün kesin zaferiyle koşuttur. Dolayısıyla ütopya gerçekliğe dönüşene kadar, proletarya bir sınıf temsilcisi olarak varlığını korumak, varlığını kurumsallaştırmak zorundadır. Bu zorunluluk sosyalist kültürün de varlığını, sanat kültürü olarak sürdürmeyi koşutlamaktadır.” Oysa Proletkült bir sınıf kültürü yaratmayı hedeflememektedir! Artık bir sınıf kültürü yaratmanın zamanı gelmiştir. Hatta parti bunun adını bile koymuştur: “Parti’ye göre (ve oldukça doğru bir anlayışla), genel insanlık değerleri, erdemleri ve evrensel ilkeler, burjuva kültürünün ideolojik bileşkelerinden kesinlikle ayrılmalı, onlarla ayrışmalıydı. Sadece yeni bir kültür, (hızla gelişip büyüyen bir ülkede), toplumsal, bireysel bilinçlenme, siyasi ve ekonomik devrimin kazançlarını geliştirip, savurup (dizgi hatası olsa gerek, A. G.), koruyabilirdi. Yeni kültürün örgütlenme çalışmaları sonlandığında adı da netleşmişti: Sosyalist Gerçekçilik.”

 

Proletkült’ün nasıl olup da “devrimin amaçlarını karşılamaktan uzağa” düşmüş olduğu sorusu karşısında Aydın Şimşek yine resmi açıklamalara başvuruyor. Proletkült, Sovyet iktidarını anlayamamış, kendini hâlâ Çarlık rejimi altında zannediyor ve bağımsız kalmaktan dem vuruyor. “Proletkült ilk kurulduğunda dönemin bakanlığından, Çarlık dönemi) bağımsızdı, olmalıydı da. Ancak devrim ile gelen Sovyet iktidarına karşı bağımsız kalma istemi, Sovyet iktidarının varlığını karşısına alması olarak değerlendirilmelidir.”

 

Aydın Şimşek’in bu kuramsal analizi varlığını daha önce yazdıklarını unutmuş olmasına borçlu. Çünkü “sosyalist gerçekçiliğin gerekçeleri aynı zamanda Proletkült’ün tasfiyesi anlamına geldiğini” tespit eden Aydın Şimşek, “Proletkült’ün çok bileşenli yapısında her sanat anlayışı kendi amaçları doğrultusunda örgütlenip özgürlüklerini yaşarken” birdenbire “sanatın tüm alanlarına resmi bir nitelik kazandırmayı” hedefleyen “parti-sanat ilişkisi yer yer estetik değerlerinden çok salt politik vurguyla, politik önderlikle çağrışımlar üstelenen” ve “partinin sanatçıları mutlak belirlemesine, parti ve iktidara bağımlı kalmalarına” neden olan sosyalist gerçekçiliğe kuramsal bir zemin oluşturmaya çalışarak mantıksal bir boşluk yaratıyor. Yazısının başında Proletkült’ü hedefleri ve işlevi bakımından olumlayan Aydın Şimşek, bütün bunların sosyalist gerçekçilikle ortadan kaldırılmasını da olumlu buluyor. Olumlu bir şeyin yok edilmesinin başlı başına bir olumsuzluk olduğunu görmezlikten geliyor. Dolayısıyla, terimin mantıktaki anlamıyla düştüğü çelişkiyi göremiyor. Ne Proletkült’ten vazgeçebiliyor ne de sosyalist gerçekçilikten... Hem ikincisinin varlığının birincisinin tasfiyesi üzerine yükseldiğini bildiriyor hem de süreci onaylıyor...

 

Aydın Şimşek’e göre proletarya diktatörlüğü sürdüğü sürece proletarya kültürünü oluşturmaya ihtiyaç olacaktır. Bunun mantıki sonuçları şöyle sıralanabilir: O hâlde Ekim Devrimi ile birlikte proletarya diktatörlüğü ilan edildiğine göre derhal burjuva kültüründen arındırılacak bir proletarya kültürünün oluşturulması da hedeflenmelidir. Fakat bu ancak 1934 yılında sosyalist gerçekçilikle ilan edilmiş ise o güne kadarki bütün parti yetkilileri bu gerçeği görememiş olmalılar. Yani, Proletkült ile zaman kaybedilmiştir.

 

Aydın Şimşek’in Çıkmazı

 

“Toplumcu edebiyat sosyalist politikanın ihtiyaçları doğrultusunda ortaya çıktı, sosyalist ideolojinin sınırları içerisinde büyüdü” (Arslanoğlu, 2003:241). Daha da daraltarak şunu söyleyebiliriz: Sosyalist gerçekçilik Sovyetler Birliği’nin çıkarı adına iç ve dış politikasının sanat düzeyindeki yansımasıdır. Ne var ki bu yönlü tespitleri “Stalin’in kişiliğinde cisimlenen Sovyet politikaları ve sosyalist inşa pratiğine karşı takınılan ve çoğu kez düşman bir nitelik gösteren sözde eleştiriler” olarak değerlendiren Aydın Çubukçu sosyalist gerçekçiliğin şu iki “sözde eleştirisini” formüle ediyor:

 

“1. Sosyalist gerçekçilik, yalnızca sosyalist devrimini yapmış ülkelerdeki sanat ve edebiyat akımlarının izleyebileceği bir yoldur.

2. Sosyalist gerçekçiliğin ürünleri olarak sunulmuş olan şeyler, doğrudan doğruya devrim sonrasında da eski ulusal ve halkçı karakterini koruyan Rus sanat ve edebiyatıdır. Sosyalist gerçekçiliğin Rusya’nın özel koşullarının bir ürünü olduğunun en belirgin göstergesi, ondaki narotnik romantizmiyle, köylü kültürünün öğeleridir. Bu da tek ülkede sosyalizm uygulamalarının ulusalcı karakteriyle yakından ilgilidir.” (Çubukçu, 1991:85-86).

 

Aydın Çubukçu’nun sosyalizmin düşmanlarına mal ettiği bu eleştirilerin geçerliliğini bu yazının sonunda yoklama imkânımız olacak. Şimdi yeniden Aydın Şimşek’in makalesine dönelim.

 

Yukarıdaki tespitlerin, yani toplumcu gerçekçi sanat kuramının bütünüyle Sovyetler Birliğindeki pratiğe bağlı olarak geliştirildiğinin kanıtlarını Aydın Şimşek’in yazısında bile izlemek mümkün. Proletkült’ten sınıf kültürünü (sosyalist kültüre) geçiş tartışmalarını Sovyetler Birliği’nin kültür hayatının özellikle ekonomideki gelişmelere, sanayileşmeye bağlı olarak değiştiği bir döneme denk düştüğünü belirten Aydın Şimşek şu tespiti yapıyor: “özellikle 17. Komünist Parti Kongresi’nde, ilk defa beş yıllık bir kalkınma planının oluşturulması ve Sovyet halkına sosyalist bilincin taşınması ve sosyalist iktidarın her alanda en yüce amaç olarak inşa edilmesi için ilk kez kesin bir zaman sınırlaması koyması, sınıf kültürüne açık bir vurgudur.” Gerisi şöyle devam ediyor. Bütün sanat, edebiyat örgütleri feshediliyor. Aydın Şimşek’ten aktaralım: “1932 yılının Ekim ayına gelindiğinde Stalin bir açıklama yaparak yazarlardan istediğini çok net bir biçimde dile getirir. Dile getirilen, Sovyetlerin sanayileşmesini ve tarımın kollektivizasyonunu hedefleyen I. Beş Yıllık Plan’la olan bağlantılarıdır. Edebiyatın da bu beş yıllık planın içine alınması (...)”.

 

Aydın Şimşek bu tarihi gerçeklikleri yazısında aktarmasına rağmen yine de makalesini çelişkiler yumağından ibaret bir hâle getirmeyi başarıyor. Aydın Şimşek’in araştırmacılığını bu türden yazılarla ispata kalkışmasını şu gerekçelere dayandırabiliyorum: Aydın Şimşek ya Sovyetler Birliği’nin politik, ekonomik tarihini gerekli özeni göstererek incelemiyor, ya da o ülkenin resmi tarihini gerçek zannediyor. Yoksa hem şair hem de sanat-iktidar ilişkileri üzerine araştırma kitapları yazan biri olarak Sovyetler Birliğinde sosyalist gerçeklik adına yapılan olumluluklara şu örnekleri başka kim sıralayabilir: “sanat ürünleri yeni anlayışa uygun olarak yeniden gözden geçirildi. Sanat ürünü açısından, içerik, biçim ve dil okurların anlayabileceği bir düzeyle sınırlandırıldı. Okul çağındaki çocuklar içinse, çocukları Marksist-Leninist ruhla eğitecek kitapların yanı sıra, karşı devrimci; Troçkizm ile mücadele edecek kitapların basımına da öncelik vermenin gerçekliğini belirledi.”

 

Aydın Çubukçu’dan Öneriler

 

Aydın Çubukçu, 1991 yılında yayınladığı Kültür Ve Politika adlı kitabında sosyalist gerçekçiliği enine boyuna tartışır. Ona göre sosyalist gerçekçilik belli bir tarih ve ülkeyle sınırlandırılamaz. “...sosyalist gerçekçilik akımının savunulması, ... Stalin dönemi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin ihtilalci pratiği ile sınırlı tutulamaz. Sosyalist gerçekçiliği, Marksizmin sınıf mücadelesi teorisi ve devrim teorisi bakımından ele almak, onu tarihsel eylemin sosyalist boyutu ekseninde yorumlamak ve geliştirmek gerekiyor. Bu anlamda da, sosyalist gerçekçiliğin toplumsal ve tarihsel koşullarını, özel olarak, doğmuş bulunduğu Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nin ve Rusya’nın zemininde değil, bütün bir proleter devrimler çağının içinde aramak doğru olacaktır.” (Çubukçu, 1991: 87-88). Her ne kadar, Ekim Devrimiyle birlikte sosyalist gerçekçiliğin gelişeceği özel bir ortam hazırlanmış olsa da bu akım, Marksist-sosyalist mücadelenin tarihi kadar eskidir. Bu saptamasından hareketle Aydın Çubukçu bir öneride de bulunur: Sosyalist gerçekçiliğin içeriğini, ilkelerini saptamak istiyorsanız yalnızca Sovyetler Birliği vatandaşı olan sosyalist yazarların değil başka ülkelerdeki sosyalist yazarların da eserlerine bakmalısınız.

 

Aydın Çubukçu’nun bu önerisini yürekten desteklediğimi bildirmek isterim. Çünkü toplumcu gerçekçilik, Sovyetler Birliği pratiğiyle sınırlandırılıp onun kavramsal zenginliği heba edilmemeli. Ama ne yazık ki, toplumcu gerçekçilik denilince sırf bu pratikle tanımlanıp savunuluyor. Eleştiride ise illa ki hile seziliyor. Bu nedenle önerinin önemi bir kez daha öne çıkıyor. Toplumcu gerçekçiliği, söz konusu pratiğin dışında yeniden tanımlamak bakir bir alan olarak karşımızda durmaktadır. Evrensel Kültür dergisi ise bu çalışmaların yapılacağı yegâne zemindir. Öneri Aydın Çubukçu’dan gelmesine rağmen, toplumcu gerçekçiliğin yalnızca Sovyetler Birliği pratiğiyle kurulu sunuluşuna yapılan eleştiriler yine aynı kişi tarafından şiddetle mahkum ediliyor. Bakın bu mahkum ediş nasıl yapılıyor.

 

Evrensel Kültür dergisinin Ağustos 2002 tarihli sayısında Aydın Çubukçu yukarıdaki önerisini daha sinirli ve alaycı bir ifadeyle şöyle dile getirir: “Sosyalist gerçekçilik, ne ilgisi varsa, Jdanov üzerinden eleştiriliyor. Bir sanat-edebiyat akımının, bir politikacı-devlet adamı üzerinden eleştirilmesinin, sanat-edebiyat içi bir anlamı olabilir mi? Sosyalist gerçekçilik, Jdanov’un bestelerinde, şiirlerinde, romanlarında ve resimlerinde nasıl etkiler yaratmıştır acaba ki, sosyalist gerçekçiliği onun üzerinden eleştiriyoruz? Bu düzlemde bir eleştirisi olan var mı Jdanov’a?” Alıntıyı şimdilik burada kesip yanıtlamaya çalışalım.

 

Şunu açıkça, ama bir kez daha ifade etmenin zamanı gelmiş durumda: Sosyalist gerçekçilik, bütün bir sanatın tamamıyla Sovyetler Birliği’nin iç ve dış politik manevralarına göre biçimlendirilmesinden ibarettir. Sosyalist gerçekçilik akımı denilince elbette akla öncelikle şu isimler gelmektedir: Gorky, Lunaçarski, Jdanov, Lukacs. Resmi sosyalist gerçekçilik kuramının bütün vebali, eklenecek birkaç isimle birlikte bu kişilerin boynundadır. Üstelik Aydın Çubukçu’nun sorusu son derece anlamlıdır! Bir sanat-edebiyat akımı Jdanov gibi bir ‘politikacı-devlet adamı’nın direktifleriyle yönlendirilip edebiyat ürünleri de siparişle yazdırıldığı için ortaya sanat adına neredeyse hiç, kuram adına ise çok az şey konulmuştur. Edebiyat bir yana, müzik ve tiyatro alanındaki durum da ortadadır. Sostokoviç’in, Mayerhold’un akıbetlerinin ne olduğu ise ancak Jdanov’un bilgisi dahilindedir.

 

Şimdi Aydın Çubukçu’dan yaptığımız alıntıya kaldığımız yerden devam edelim. “Jdanov’u, emperyalizm ve faşizm tarafından kuşatılmış bir ülkede işçi iktidarını yaşatmanın ve sosyalizmi inşa etmenin olanakları ve yolları açısından tartışalım. İlle de Jdanov tartışacaksak, günde otuz gram tayınla, dişine kadar silahlı azgın NAZİ ordularına karşı savaşmanın koşullarını düşünerek tartışalım.” Elbette ki bunları tartışabiliriz. Üstelik tartışmaya, ‘işçi iktidarı’ kavramının analizinden başlayabiliriz. 1917 Nisanında Lenin’in “Bütün iktidar Sovyetlere” sloganıyla devrime yürümüşken, Stalin döneminde nasıl adım adım iktidarın Sovyetlerden alınarak parti yetkililerine devredildiğini ve böylece de Proletarya Diktatörlüğü’nün, partinin bürokratik diktatörlüğüne dönüştüğünü tartışabiliriz. Öte yandan, 1930’lu yılların başından itibaren Almanya’da faşizm adım adım iktidara yürüyorken, hatta 1933 seçimlerini kazandığında bile, III. Enternasyonalin Kremlin güdümlü sözcülerinin, asıl tehlike olarak sosyal demokratları (sosyal faşistler diye sunulup) gösterip sosyalist işçilerden bunlara selam vermemelerini, tokalaşmamalarını, parti kararıyla yasaklayıp kitlesel sendikalardan kopararak ‘Kızıl Sendikaları’ kurmalarının nedenlerini de tartışabiliriz. Böylece sıradan sendika üyelerinin faşistlerin propagandaları karşısında yalnız bırakılarak oraya neden kaydıklarını anlayabiliriz. Dahası bugün bile hâlâ okunan G. Dimitrov’un (ki bir dönem III. Enternasyonalin liderliğini yapmıştır) faşizm kitabındaki üç ayrı dönemde yapılan ve birbirleriyle çelişen faşizm tespitini tartışıp Faşizme Karşı Birleşik Halk Cephesi adı altında Fransa ve İspanya’da gerçekleşebilecek olan sosyalist devrimlerin nasıl boğulduğunu belki görebiliriz.

 

Bütün bu olaylar yaşanmışken Aydın Çubukçu yalın bir refleks sergiliyor: Sosyalist gerçekçiliği, Stalin’i, Jdanov’u ve Sovyet devletini paranteze alıp tartışmak istiyor. Marks’a dönelim başka ülkelere, yazarlara da bakalım diyor. Bunun son derece yerinde bir öneri olduğunu ve ancak Evrensel Kültür gibi sosyalist değerlere sahip çıkan bir dergide yapılabileceğini yukarda yazdım. Ama önce kuramın kendi anavatanında sakat doğduğunu da teslim etmemiz gerekiyor. Böylece belki tedavi edebiliriz. Zira bütün bunlara rağmen sosyalist gerçekçilik tamamiyle reddedebileceğimiz bir kuram da değildir. Birçok sebepten dolayı sosyalist veya toplumcu gerçekçilik savunulmaya, elbette resmi Sovyet yorumuyla değil, geliştirilmeye muhtaçtır. İlkin yönelmiş olduğu değerler adına reddedilmeyip savunulmalıdır, diğer bir neden ise sanatsal yaratım adına hâlâ kısmi olanaklar sunuyor olmasıdır. Elbette ki, sosyalist gerçekçi olmak sanatsal yaratım adına bir garanti sunamayacağı gibi sanatçı kişinin Marksist ya da sosyalistliği ölçüt olarak da dayatılamaz. Hatta bunda ısrarcı olmak, hayata gözlerini kapatmak anlamına gelecektir.

 

 

Referanslar:

 

Kitaplar:

 

Arslanoğlu, K. 2003, Politik Psikiyatri, Adam Yay. İstanbul

Çubukçu, A. 1991, Kültür Ve Politika, Evrensel Yay. İstanbul

Eagleton, T. Tarihsiz, Edebiyat Eleştirisi Üzerine, Çev: H. Gönenç, eleştiri Yay. İstanbul

Kagarlitskı, B. 1991, Düşünen Sazlık, Çev: O. Akınhay, Metis Yay. İstanbul

Oktay, A. 1986, Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları, B/F/S Yay. İstanbul

Oruçoğlu, M. 1998, Sanat Edebiyat Yazıları, Babek Yay. İstanbul

Siriani, C. 1990, İşçi Denetimi Ve Sosyalist Demokrasi, Çev:K. Başoğlu, Belge Yay. İstanbul

Troçki, L. 1989 , Edebiyat Ve Devrim, Çev: H. Portakal, Kabalcı Yay. İstanbul

Troçki, L. 1991, İhanete Uğrayan Devrim, Çev: A. Ortaç, Yazın Yay. İstanbul

 

Dergiler:

 

Arslanoğlu, K. ‘Toplumcu Gerçekdışıcılık’ Adam Sanat, Temmuz 2002: 25-30, İstanbul

Arslanoğlu, K. ‘Türümüzün En Derin Açmazı: Zeka Geriliği’ Adam Sanat, Ekim 2002:62-80, İstanbul

A. GALİP, ‘Kaan Arslanoğlu Ve Genetik Devrim’ Adam Sanat, Eylül 2002:98-103, İstanbul

Çubukçu, A. ‘Sosyalist Gerçekçilik’ Evrensel Kültür, Ağustos 2002: 4-6, İstanbul

Şimşek, A. ‘Sosyalist Gerçekçiliğe Kavramsal Bir Bakış’ Gelenek, Kasım/Aralık 2001: 205-225, İstanbul

 

 

 

 

A. GALİP

 

                        sayfa:31                     

 

 

 

             

 

 

Yazdır

 

 

 

   

 

 


bugün 15 ziyaretçi (60 klik) burdaydı!
geri git ileri git hakkımda


online
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol