|
Klasik Akım, "Aydınlanmacılar" ve "Fransız Devrimi'nden sonra;
a. Toplumsal değişimler
b. Alman yazınının etkisi
c. Olumsuz eleştiriler ve bıkkınlık nedeniyle yıkıldı ve yerini romantizm aldı. Önce Nerval'in Du Bellay'ye (dolayısıyla Pleiade Okulu ve Klasik Akım'a) karşı eleştirisiyle başlayalım. Schlegel'den bir alıntı yapıyor Nerval: "Eğer Fransada şiir sonradan yeşediyse bu baŞarıya, ne İngilizlere, ne de bir baŞka halka öykünmediği için kavuştu. Bu sonucu, genel planda şiirin ruhuna, özel planda ise eski çağların Fransız yazınına dönüşle elde etti. Bir ulus şiirini son hedefe öyünme yoluyla asla yöneltemez. Hele de yabancı ir yazına yönelmekle, ona öykünmekle bu amaç gerçekleştirilemez.Çünkü o yabancı yazın gelişmişse,bu gelişimin kendi aydınlarının çabasıyla, kendi gelenek ve göreneği, kendi aktöre anlayışı sayesinde sağlamıştır. Demek ki başarı için, her halkın kendi şiirinin kaynağına inmesi, kendi geleneklerine yönelmesi yeter."
Ve Du Bellay'in, Pleiade Okulu'nun, yetkin Antik Yunan ve Roma dilinden sözcük alma ve Fransız Antik Yunan ve Roma şiirini özüyle ve biçimiyle aktarma tu tumunu şöyle eleştiriyor: "Kurumakta olan bir gövdeye yabancı dallar aşılamasını hararetle öneren du Bellay, bu gövdenin iyi bir bakımla yeniden yaşam bulup kendiliğinden meyve vereceğini düşünmemiş mi? Eski fransızcanm kökü kurumuş gibi, aynı şey eski fransızcanm kaynaklarından yararlanılarak yapılamazmış gibi, yunanca ve latinceye göre sözcük üretilmesini öngörüyor. Ode'larm, elegie'lerin, saty-re'lerin falan şiirimize sokulmasını destekliyor, sanki bu şiirsel biçimler başka adlar altında dilimizde yokmuş gibi. Antik yunan ve roma şiirlerini almamızı istiyor, sanki bütün bir Normandiya edebiyatı, şövalye yazını Orta Çağı yansıtan yapıtlarla dolup taşmıyormuş gibi. Trajedyayı övüyor, peki Orta Çağın mystere'leri ne güne duruyor? Bu mystere'ler Antik Çağ yapıtlarından daha özgür ve daha gerçekçi. Suçları bir dahinin kaleminden çıkmış olmamaları mı? (...) Pleiade Okulu şairleri aşırıya kaçmışlar, biçimle birlikte özü de almışlar. Antik yunan ve roma şiirini aktarmakla yetinmeyip, bu şiirin geçmişi dile getirmesini istemişler. Üstelik işledikleri geçmiş bizim geçmişimiz değil. Örneğin trajediler ünlü Oedipe ve Agamemnon gülerin acılarını yansıtmalıymış. Şiiri öyle bir yere getirdiler ki içinde yalnız mitolojinin tanrıları değil, bütün tanrılar cirit atıyor. Du Bellay, usta sözcükler kullanarak, yabancıları fethedelim diyordu ama o yabancılar gelip bizim surlarımıza dayandılar. Yavaş yavaş, giderek, ulusal özelliklerimizden, kendi dilimizden utanç duyar hale geldik. Öyle ki, temsillerde artık krallarımızı, kendi kahramanlarımızı bile roma elbiseleriyle sahneledik, anıtlarımızın altına latince yazılar yazdık. Klasik yunan ve roma yazını bizim gelenek ve göreneklerimizle, ulusal niteliğimizle uzlaşmadığı için, yukarda saydığım gülünç tersliklerden başka, edebiyatımız da istenilen derecede yaygınlaşıp ün kazanamadı. (...) Kuşkusuz Ronsard Okulu'na hoşgörüyle bakamayız. Halka özgü ve halkın ürünü ne varsa, analarına sövülü-yormuş gibi, Horace'cı bir çalımla itip, yazınımıza yunan ve latin türlerini soktular. Sadece soylu yazın önünde şapka çıkarıp, doğal ve gerçek olan ne varsa, bunlar sanat değil diye-ek, hepsine sırt çevirdiler. Doğaya ve bahara onaltıncı yüz yıl şairleri kadar hiçbir şair kıymadı. Doğa ve bahar adına yaptıkları tek şey, antik yunan ve roma şairlerinin bu konuda söylediklerini derlemek ve onlardan bilgelerin hoşlanacağı bir bütün oluşturmak oldu. Böylece, giderek, kendilerine ait tek bir düşünceyi bile söylemekten korkar hale geldiler. Nitekim zamanın bilge eleştiri ve yorumlarında da aynı şeyi görüyoruz. Bir şair yapıtında antik yunan ve roma şairlerine ne kadar çok öykünmüşse yapıtı da o denli göklere çıkarılmış. Bazı ressamlar vardır, tablolarını ustaların tablolarına benzeterek yaparlar, ortaya çıkan şiirler bu tür tablolar gibiydi. Örneğin bir insan mı çiziyorsun, kolu bir ustanın, başı başka bir ustanın, giysi kıvrımlarını diğer bir ustanın tablosundan alacaksın ve ortaya çıkan şey sanatın başyapıtı sayılacak. Üstüne üstlük, "düpedüz doğayı örnek alsan daha iyi değil miydi?" diyenleri de cahillikle suçlayacaksın. Bütün bunlara kızmamak elde mi?"
Şiire Romantizm Döneminde başlayan Gerard de Nerval'in bu eleştirisi Pleiade ve Klasik Akım şiirine karşı çıkan tüm şairlerin tepkisini dile getiren ortak bir ses gibidir.
Sosyal Değişimler
Fransız devrimine dek, Fransa'da ve bütün Avrupa ülkelerinde erk, soylular ve din adamlarının tekelinde. Sanayi devrimi ürünlerini henüz vermemiş, işçi sınıfı güçsüz. Nüfusun büyük çoğunluğunu Doğu ve Orta Avrupa'da köle, Batı Avrupa'da köylü denen tarım emekçileri ve zanaatçılar oluşturuyor.
Ticaret din adamlarına yasak, soylular ise ticareti hor görüyor. Yeni denizyollarının bulunması ticaret üstünlüğünü Asya'dan Avrupa'ya kaydırıyor, yeni ülkelerin açılması bu ülkelerin altın ve gümüşünü, mallarını, hammaddelerini sürekli Avrupa'ya taşıyordu. Böylece ayrıcalıklı soylular ve din adamlarının yanı sıra, parayı, anamalı, ekonomik gücü tekelinde bulunduran, yeni bir sınıf, zenginler sınıfı, burjuvazi doğdu. Sayıları ve sermayeleri gittikçe çoğalan, hazine açıklarını kapamak için kralların ve derebeylerin bile el açtıkları burjuvazi yönetimde de söz sahibi olmak istiyordu. Para sayesinde çocuklarına yüksek öğretim yaptırmışlar, eğitim eşitsizliğini kırmışlardı. Öğretim görevlileri, avukatlar, hekimler ve edebiyatçılar artık bu sınıftan çıkıyordu. Küçük yerlerin yönetiminde de bazı mevkileri tutmaya başlamışlardı. Düşün yaşamına egemen olan Jean-Jacques Rousseau, Voltaire, D'alembert, Diderot gibi kentsoylu aydınlar özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi kavramları yerleştirdiler, düşünsel ortamı hazırladılar. Öte yandan ekonomik sıkıntı içindeki saray, koyduğu vergilerle halktaki hoşnutsuzluğu artırıyordu. Onaltıncı Louis'nin, bir defaya özgü, bütün taşınmaz mallardan yüksek bir dolaysız vergi almaya kalkması soyluları da kızdırdı. Yüksek düzeydeki din adamlarıyla kendileri arasında büyük gelir ayrımının bulunması köy papazlarını öfkelendiriyordu, onlar da saraya karşıydılar. Ortam oluşmuştu. Burjuvazi Robespierre, Danton ve Marat'nın önderliğinde devrimi gerçekleştirdi. Krallık yıkıldı, yeni bir anayasa düzenlendi ve Birinci Cumhuriyet ilan edildi (1792). Başkaldırılar şiddetle bastırıldı. Giyotinler sürekli işledi. Soyluların ve ruhban sınıfının mallarına el kondu ve bu malları da alarak kentsoylular daha da zenginleşti. 1804 tarihli Fransız Medeni Kanunu (Code Çivile Française) ülkenin tüm kurum ve kuruluşlarını kentsoylular yararına değiştirdi. Din, evlenme, yerleşme, yer değiştirme, sanayi ve ticaret, özgür esaslara bağlandı. Vergi ve askerlik yönünden yasal eşitlik gerçekleştirildi. Loncalar, tarımsal yaşamı sınırlayan kurallar, kilise mahkemeleri kaldırıldı. Bu kuramsal değişikliklerin yanısıra, devrim, boyunduruk altındaki ülkelerde ulusçuluk kavramını da güçlendirdi. Fransa'nın işgal ettiği, Hollanda, İsviçre, Almanya, İtalya ve İspanya gibi ülkelere Fransız ordusuyla birlikte devrimin ilkelerini benimsemiş yeni bir yönetim de girdi.
Devrimler ve karşı devrimler birbirini izledi. Avrupa'daki bu hızlı değişim kralları korkuttu. İngiltere, Avusturya, Rusya ve Prusya, Fransa'ya karşı birleştiler. Napoleon yenildi (1814). Tahta yeniden Bourbon Hanedanı yerleşti. Ne var ki, fransız devriminin yaydığı düşünce öldürülemedi. Ve bütün ondokuzuncu yüzyıl, Fransa'da ve özellikle Batı Avrupa ülkelerinde, burjuvaziyle soylular ve ruhban sınıfı arasındaki çatışmalarla geçti. Soylular ve kralların erkini sınırlandırmak, halkın söz sahibi olmasını sağlayacak bir yönetim kurmak isteyenler "liberaller", kral ve soyluların mutlak erkini sürdürmesini isteyenler "tutucular" (conservateurs) adı altında kamplara ayrıldılar. Çoğunlukla, liberaller kentsoylulardan, tutucular ise kralcı soylulardan oluşuyordu. Yönetim bazen liberallerin, bazen tutucuların eline geçti. Ancak her iki kamp da bir konuda kesinlikle anlaşıyordu: Mülkiyet, dokunulmaz, kutsal bir haktır.
Bu siyasal savaşıma, gerek düşünceleri, gerek kişisel çıkarları doğrultusunda zamanın şair ve yazarları da katıldı. Chateaubriand sağcıların safında yer aldı, sağcıların lideri oldu. İçişleri ve dışişleri bakanlıkları yaptı. Kişisel çıkarlarına gölge düştüğü zaman cumhuriyetçilere yanaştı. Lamartine ve Hugo milletvekili oldular. Lamartine yüzyılın birinci yarısında, siyasette çok etken rol oynadı, 1848 Paris Devriminde geçici hükümet başkanı oldu. Yüzyılın ikinci yarısında ise Hugo ön plana çıktı. Napoleon'cu Stendhal elçilik görevleri aldı. Alfred ve Vigny ve Alfred de Musset Meclise giremeyince büyük düş kırıklığına uğrayıp halka küstüler, Baudelaire sosyalizme özendi, 1848 Paris ayaklanmasına katıldı, yüzü gözü barut içinde barikatlarda koşuyordu. Kamusal Esenlik (Salut Public) adlı sosyalist dergide yazılar yayınladı ama kısa zamanda politikadan soğudu. Leconte de Lisle, soylu bir aileden gelmesine rağmen sosyalist Phalange dergisinde yazdı.
Ondokuzuncu yüzyıl, yalnız Fransa'da değil bütün Batı Avrupa ve Orta Avrupa'da liberallerle tutucuların, bir başka deyimle burjuvaziyle aristokrasinin siyasal savaşımına tanık oldu ve burjuvazi giderek ağırlığını koydu. Yine de soylular ve ruhban sınıfı üstün sınıf olmaya devam etti.
İngiltere dışındaki Avrupa ülkelerinde nüfusun büyük çoğunluğunu köylüler oluşturuyordu. Köylüler Doğu ve Orta Avrupa'da köle durumundaydı. Ancak Batı Avrupa ile Fransa'da hazine arazilerinin küçük bir bölümünü almışlardı Tarım ürünleri fiyat artışından eşitsiz oranda da olsa yararlanıyorlardı. Gelenek ve göreneklerine çok bağlı bu insanlar, çağın siyasal eylemlerine ayak uyduramıyordu. Düşün akımları köylere uzanmıyor, siyasal savaşım kentlerde, özellikle büyük kentlerde yürütülüyordu.
Ticaret, su yoluyla yapılan ulaştırmadan yararlanarak gelişmesini sürdürüyor ve bu gelişmeler, burjuvazinin zenginliklerini büyütüyordu.
Sanayide teknik ilerlemeler sanayi işçilerinin sayısını çoğaltıyordu, ama yine de, bu işçilerin çoğunluğunu zanaatçılar oluşturuyordu. Ücretleri düşüktü ve sürekli işsiz kalma tehdidi altındaydılar. Grev yasaktı. Çalışma süresi uzundu. Sağlık koşulları çok kötüydü.
Sosyal Öğretiler
Düşün alanında sosyal görüşler de yavaş yavaş belirmeye başlamıştı. Saint-Simon (1760-1825) verimlilik kavramı üstüne kurulmuş bir düzeni savunuyor, Fourier (1772-1837) bireylerin uyumlu bir topluluk oluşturacağı yeni bir sosyal hücrenin, phalange'lerin kurulmasını istiyordu. Başlangıçta dinsel bir toplumculuğu (catholicisme social) savunan Lamennais, daha sonra Kilise ile bağlarını koparıp sosyalizmi seçti. "Mülkiyet hırsızlıktır" diyen Proudhon ise (1809-1865) bireycidir ve her türlü devlet sosyalizmine karşıdır. Marx 1848'de Engels'le birlikte, İngiltere'de Manifesto'yu yazdı.
Dinsel öğretiye karşıt öğretiler, liberal yönetimli ülkelerde açıktan açığa, mutlak monarşilerde ise gizli derneklerde yapılan toplantılarda tartışılıyordu.
Bilim; fizik, fizyoloji ve doğal bilimler alanında hızla ilerliyordu.
Gelenekler, görenekler, değer yargıları, kasabaların, kentlerin, toplumun yüzü hızla değişiyordu.
Yeni doğan bir sanat okulunun dinamiğini; toplumsal, siyasal ve kültürel, eskiyene karşı bıkkınlık ve sanatçının yenilik özlemi gibi iç etkenler ve yabancı ülkelerden esinlenmeler gibi dış etkenler oluşturur.
Onaltıncı yüzyılda başlayan ve onsekizinci yüzyıl sonuna dek süren Klâsik Okul, şiirin kaynağını eski çağda, Yunan ve Roma uygarlığında arıyor, ozanlar yapıtlarına komedya, tragedya, epitr, satir, fabl gibi isimler veriyorlardı. Şiir dili tumturaklıydı ve yüce kavramları işliyordu. Dizeye yunan ölçüleri egemendi. Biçim çabası önde geliyordu ve ozanlar "eski" (antique) biçimlerle yazıyorlardı. Şiirlerin teması yaşama övgü idi, ama bu övülen yaşam, sokaktaki adamı değil, soylunun, derebeyinin, soyluların içinden çıkan yiğitlerin, kişilerin yaşamıydı. Dinde reform din savaşlarına yol açmıştı ve yazın da dinin propaganda aracı olmaya yöneliyordu. Kısaca, soylular (aristocrates) ve din adamları (ruhban sınıfı) egemendi, şiir de, Klasisizm de soyluların sanatıydı, soyluların beğenisine yönelmişti.
Ondokuzuncu yüzyıl yaşamına kentsoylular ağırlığını koyunca, toplumsal değişimlere paralel olarak şiirdeki sanat akımı da değişti. Soyluların sanat ve beğenisinin ürünü olan Klasisizme karşı gençler ayaklandılar ve onun yerini burjuvazi duygularını dile getiren Romantizm Okulu aldı. Klasik şiir, temalarıyla olduğu kadar, aşırı biçimciliği, yeni topluma yabancı eski yunan ve roma dize sanatı ve "sonnet", "ballade" gibi şiir şekilleriyle de bıkkınlık uyandırmıştı. Gençler yeni biçimler denemek istiyordu. Romantizmin dinamiğine, bu iki iç etkene, bir üçüncü etken, dış etken eklendi. Almanya'da Goethe (1749-1832) ve Schiller (1759-1805) daha onsekizinci yüzyılın sonlarına doğru romantizmi kurmaya ve lirik şiirler yazmaya başlamışlardı. Bu yazarların yapıtları Fransızcaya çevriliyor ve Fransız ozanlarını etkiliyordu.
Onsekizinci yüzyıl, Fransız sanatında genellikle düzyazının egemen olduğu bir yüzyıldı. Voltaire, Montesquiou, Rousseau eski geleneğe karşıt, yeni düşüncenin ışığı altında romanlar, siyasal kitaplar, yergiler ve mektuplar kaleme alıyordu, ama şiirde henüz, Racine'lerin, Moliere'lerin saltanatlı dili ve duyguları egemendi. Şairler kendilerini eskilerin devamı sayıyor, Rönesansı sürdürüyordu. Temalarını soylular arasından çıkan yiğitlerin, din kişiliklerinin, tanrıların, yarıtanrılarm, din savaşları kahramanlarının, derebey ve şövalyelerin yaşam öyküleri, yüce kavramlar oluşturuyordu. Romantizmle birlikte:
Artık yalnız soyluların yaşam öyküleri değil, her şey şiirin konusu haline geldi.
Tumturaklı, klasik şiir dilinin yerini sade bir sesle yazılmış, kişisel duyguları, kentsoylum duygularını yansıtan diri ve canlı bir halk dili aldı.
Soylu kişilikler sürüldü, şiirde bireyin imgelemi, düşgücü ve duyarlığı, "ben"in kendinden geçişi ve kişisel lirizm egemen oldu.
Şairler biçime değil öze ağırlık verdiler.
Yunan ölçüsünün yerini oniki heceden oluşan ulusal Fransız ölçüsü, aleksandrin'ler aldı. Zengin uyaklar gözden düştü.
Romantik şiirin lirizminde doğa ve insan kaynaştı.
Sanat özgürleşti, tiyatro klasik trajedinin kurallarını bir yana attı.
Romantizmin şiirde kurucusu kabul edilen Hugo, tek düzen kuralcılığın yerine, daha yumuşak olan düzgün anlatımı koydu.
Şiir, insanın duygularını olduğu kadar, yoksulluğunu ve toplumsal sorunlarını da kendine dert edindi.
Romantik Şiir Lirik Şiir mi?
Romantik şiirin yukarda saydığım özellik ve nitelikleri öyle hemen açıklığa kavuşmadı. Çeşitli tanımları yapıldı. Akımın anayurdu Almanyadır. Romantik şiir sözünü de Fransaya, Almancadan Fransızcaya çeşitli çeviriler yapan ve edebiyatta adı kısaca Mme de Stael olarak geçen sanatçı bir Alman kadını soktu. İki yazısını aktaralım:
Klasik Şiir ve Romantik Şiir
Mme de STAEL
Almanya'ya yeni giren romantizm adı, kaynağında halk ozanlarının deyişleri bulunan şiir, şövalyelik kurumundan ve hristiyanlıktan doğan şiiri tanımlar. Edebiyat imparatorluğunu çoktanrıcılıkla hristiyanlığın, Kuzeyle Güneyin, eski çağla orta çağın, şövalyelik kurumuyla yunan ve roma kurumlarının paylaştığı gerçeğinden kalkmazsak antik zevkle çağdaş zevki felsefi bir görüş açısı altında asla değerlendiremeyiz.
Klasik sözcüğü bazan yetkinliğin eşanlamı olarak kullanılır. Ben burda başka bir sınıflama yaparak klasik şiire eskilerin şiiri, romantik şiire de, bir anlamda şövalyelik yazın geleneklerine bağlı şiir diyeceğim. Bu ayrım dünyanın şu iki çağına da uygun düşüyor: Hristiyanlığın kurulmasından önceki çağ ve hristiyanlığın kurulmasından sonraki çağ.
Latin uluslarının en kültürlüsü olan Fransız ulusu Yunan ve Romadan öykünülmüş klasik şiire doğru eğiliyor. Cermen uluslarının en seçkini olan İngiliz ulusu romantik şiiri ve şövalyelik şiirini seviyor ve bu türde yazılmış başyapıtlarıyla övünüyor. Bu iki türün hangisini yeğlemek gerekir, hangisi daha üstün, amacım bunu incelemek değil. Zevkler yalnız rastlantılara bağlı nedenlerden değil, imgelem ve düşüncenin ilk kaynaklarından türer.
Eskilerin destanlarında ve trajedilerinde sadelik vardır, çünkü eski insanlar doğayla özdeşleşiyor, yazgıya inanıyordu. Az düşünen insan ruhunun eylemini dışa taşıyor, vicdan bile dış nesneler aracılığıyla betimleniyordu. Örneğin Furie'ler meşaleleriyle suçluların başı üstüne vicdan azapları silkeler. Antik dönemde olay her şey demekti, modern çağlarda ise karakter ön plandadır.
Eski Çağda insan doğayı kişileştiriyor, Nymphe'ler sularda, hamadryade'ler ormanlarda oturuyordu. Doğaya gelince, o da insanı ele geçirmişti, insan sanki sele, şimşeğe, volkana dönmüştü, istemsiz bir itiyle deviniyordu. Eylemlerini yöneten düşünce değildi sanki. Kısaca eskilerin ruhunun gövdesi vardı ve bu ruhun tüm devinimleri güçlüydü, doğrudandı, tek hedefe yönelmişti.
Hristiyanlıkla gelişmiş insan kalbinin durumu aynı değil. Hristiyanlığın getirdiği pişmanlık duygusu içindeki çağdaş insan sürekli kendi içine kapanır...
Romantik şiirde sanat öğelerinin kaynakları pek çok yönden farklıdır. Birinde egemen olan yazgıdır, diğerinde ise egemen olan Tanrıdır. Yazgı insanların duygularını hiç mi hiç hesaba katmaz, Tanrı ise eylemleri yalnızca duygulara göre yargılar. Ölümlülerle her an mücadele halindeki sağır ve kör bir yazgının yapıtını ya da yüreğimizin sorular sorduğu ve yüreğimize cevaplar veren bir Yüce Varlık'ın buyruğu altındaki bu akıl düzenini dile getirmek gerektiğinde şair tümüyle başka yapıda bir dünya nasıl yaratmaz?
Antik şiir dış nesneler gibi sade ve belirgin olmak zorundadır. Hristiyanlık dönemi şiirinin, bulutlarda kaybolmamak için gökkuşağının tüm renklerine gereksinimi vardır. Antik şiir sanat yönünden daha bir katıksızdır, çağdaşların şiiri daha çok göz yaşı döktürür. Ama bizim sorunumuz klasik şiirle romantik şiirin özünü tartışmak değil. Ortaya koymak istediğimiz şu: şair klasik şiiri yazıyorsa yunan ve roma şiirini öykünmek zorundadır, romantik şiir ise esinlenme ürünüdür. Antik dönemin yazını çağdaşların ülkesinde göçmen yazınıdır, alınıp getirilmiş. Romantik yazın ise ülkemizde yerlidir. Onu doğuran bizim dinimiz ve bizim kuruluşlarımızdır. Yunan ve romayı öykünen yazarlar zevkin en ağır kuralları altına, boyunduruk altına girdiler. Çünkü böyle bir yapıtı yazarken ne kendi doğalarına, ne kendi anılarına başvurabilirler. Antik başyapıtların yazıldığı dönemde bu yapıtlara kan veren tüm siyasal ve dinsel koşullar farklıydı, antik şiiri öykünen şairlerin de eskilerin baş yapıtlarını zevkimize uyarlayabilecek yasalara uymaları gerekti. Antikiteye göre yazılmış bu şiirler, ne kadar yetkin olursa olsunlar, ulusal hiçbir yanları olmadığı için halka nadiren ulaşabilirler(...)
Romantik yazın yetkinleşmeye elverişli tek yazındır, çünkü kökü bizim toprağımızdadır, büyüyüp gelişecek ve yeniden can bulacak tek yazındır. Bizim dinimizi anlatır, bizim tarihimizi anımsatır. Kökeni eskidir ama antik değildir.
Klasik şiir bize dek ulaşmak için paganisme'in anılarından geçmek zorundadır. Cermenlerin şiiri güzel sanatların hristiyanlık çağıdır. Bizi heyecanlandırmak için kişisel izlenimlerimizden yararlanır. Onu esinleyen deha hemen yüreğimize seslenir, güçlü ve korkunç bir hayalet gibi bize bizim yaşamımızı gösterir."
Özetleyelim:
Klasik şiir Hristiyanlığm kurulmasından önceki çok tanrılı çağın, Romantik şiir ise Hristiyanlığm kurulmasından sonraki çağın şiiridir.
Klasik şiir ve Romantik şiirin anlattığı insanlar, kahramanlar birbirinden farklıdır. Antik dönemin insanı doğayla özdeşleşir, sel, şimşek ya da volkan gibidir.Devinimlerini istemi ve düşünce değil doğa yönetir. Vicdanı bile dış nesneler yönlendirir. Hristiyanlığm geliştirdiği çağdaş insan vicdan muhasebesi yapar, pişmanlıklar duyar, kendi içine kapanır.
Antik dönemin insanı doğayla özdeşleştiği, bu insanın devinimlerini kendi istemi, bilinci dışındaki doğa belirlediğine göre antik şiride olay ön plandadır, modern çağların şiirinde ise olay'm yerini karakter alır.
Klasik şiirle Romantik şiirin sanat öğeleri de birbirine benzemez. Klasik şiir öğesinde egemen olan yazgı, Romantik şiirde Tanrı'dır. Yazgı insanların duygularını hiç mi hiç hesaba katmaz, Tanrı ise eylemleri yalnızca duygulara göre yargılar.
Antik şiirin öznesi insan dış nesnelere bağımlı olduğuna göre, antik şiir, Klasik şiir de nesneler gibi sade ve belirgin olmak zorundadır. Sanat yönünden daha bir katıksızdır. Şair insan ruhunun karmaşasıyla karşı karşıya değildir, olayları anlatır, bu yüzden de kuyumculukla uğraşabilir. Hristiyanlık Döneminin çağdaş Romantik şiiri insan ruhuna seslenir, gözyaşı döktürür, bu nedenle gök kuşağının tüm renklerine gereksinim duyar, yani özü daha ayrıntılı bir biçimde dile getirmek zorundadır.
Antik şiiri yazan şair yunan ve roma şiirine öykünmek zorunda. Bu yazın göçmen yazın, alınıp getirilmiş. Onların yazıldığı dönemde, onlara kan veren tüm siyasal ve dinsel koşullar farklıydı. Antik şiiri yazanlar ne kendi doğalarına, ne kendi anılarına başvurabilirler. O halde, sanat kurallarının boyunduruğu altına girmek zorundalar. Antik kurallara göre yazılmış bu şiirler, ne kadar yetkin olsalar da, ulusal hiçbir yanları bulunmadığı için halka nadiren ulaşabilirler. Bu konuya ilerde değineceğiz. Tıpkı Klasik Okul'un Fransız şiirleri gibi, ülkemizde Divan Edebiyatının şiirleri de yabancı bir kaynaktan doğuyordu. Nasıl Klasik Akım kendi malı olmayan bir antik yunan ve roma şiirini özüyle ve biçimiyle benimsemişse, Divan Edebiyatı da, ulusal kaynaklara sırtını dönüp kapılarını yabancı bir şiire, İran ve Arap şiirine açmıştı. Bu yüzden de halka, nadiren bile ulaşamadı.
Romantik yazın, kökü yerel toprakta olduğu için yetkinleşmeye elverişli tek yazındır. Yerel gelenek ve göreneklerin, yerel tarihin ürünü.
Klasik Şiirin anlattıkları günün insanını heyecanlandıramaz, çünkü o çoktanrılı dönemin olaylarını dile getirir. Çağdaş romantik şiir ise Hristiyanlık Çağı'nın ürünü. Kişisel izlenilerimizi dile getirir ve bizi heyecanlandırır. Onu esinleyen deha doğrudan yüreğimize seslenir.
Erdoğan Alkan
(Şiir Sanatı, Yön Yay.,1995)
|
|