S O Y L U E D E B İ Y A T

bitmeyen yolculuk

 

 

 

                                     bitmeyen yolculuk

 

 

 

Yıllar sonra iç sesinin çağrısına uyarak otobüs terminaline gidiyor, her kadından sonra biriktirdiği yalnızlıklarını sırtlayıp yüreğine,kimin veya neyin çağırdığını bilmeden.Yolculuklardan arınalı çok uzun zaman oldu.Hep bir heyecan ve iç sızısıyla çıkardı yolculuklarına,ömrünü verdiği kentlerin ucuz otogarlarında,oturduğu her bankın hikayesini düşünür;hangi ayrılıklara,hangi cinayetlere,hangi kavuşmalara,hangi aşklara konaklık ettiğini yorardı kafasında;

 

 

 


Şimdi bir hikâyenin izini bırakacaktı oturduğu bankta; ayaküstü rastlaştığı bir çift utangaç kahverengi gözle hiç konuşmadan otogar aşkını doğuracaktı. O,bunu her zaman yapardı. Her yolculuğa çıkışında otogarda yaşayacağı bir aşkı doğururdu. İçine akraba hüzünlerden yükünü almadan binmez otobüse ve her zaman otogarlarda âşık olacağı bir çift hüzünlü göz bulurdu ya da o hüzünlü gözler onu bulurdu…

 

 

 


Adına yolculayan aşklar derdi. Kimsenin kimseye borcunun olmadığı, bakışlarda başlardı bu aşklar, bakışlarda yaşanır ve bakışlara uğurlanırdı. Ama yaşayanlar bunu unutur muydu? O,hiçbir zaman unutmadı otogar aşklarını, yolculayan aşklarını…

 

 

 

Kimsenin, kimseye soru sormadığı; kimsenin, kimsenin geçmişini bilmediği, sormadığı… Anlamların ve anlamaların bakışlara yüklendiği aşkın tılsımlı gücünün, arzuların sözlere konu olmadığı, tene dokunmayan aşklar…

 

 

 


Her biri, diğerinin gözlerinde kendi hikâyesini yazardı. Neden burada olduklarının önemi yoktu, nereye gittiklerinin de, anlık yaşanması gereken tutkuyu, içlerine sindirmek için bakarken, neyin, nasıl anlatılacağını bilemeyen acemi gözler, tecrübeli gözlerin rıhtımına kendini bırakır bir o kadar ürkek…

 

 

 


O,bütün otogar aşklarını bilir ve hatırlardı. Hangi otogarda, hangi bankta, hangi yolculayan aşkı yaşadığını, aşklarının yüzlerini, saçlarını, giysilerini ve nasıl baktıklarını, gözlerinin renklerini, hüzünlerini ve şöyle derdi soranlara:

 

 

 

— hepsinin hüzünleri ayrıdır. Hiç birinin hüznü diğerine benzemez, hiç birinin aşkının diğerine benzemediği gibi…

 

 

 

—Yolculayan aşklar daha başlarken hüznünü içinde taşır. Derdi.

 

 

 

Bu kez gözlerinde ağırladığı hüzün narin bir kasaba kızına nakışlı;hüzünle örselenmiş zayıf yüzünün beyaz teni,omuz başlarına dokunan,ortadan ayırdığı ve yüzünün her ki yanına dökülen su dalgası mat saçlarının çerçevelediği egzotik bir yalnızlığı çağrıştırıyor…Bir şeylerden kaçar gibi ürkek,babasıyla paylaştığı banka eğreti bir şekilde ilişmiş oturuyor,O da karşısında ki bankta az sonra çıkacağı bilinmeyen yolculuğunun taşıyıcısını bekliyor,dikkatini çeken bu gözlere bakarken:

 

 

 

—kızı istemediği birine mi verecekler acaba? Diye soruyor boşluğa

 

 

 

Sonra kızın gözlerinde yakaladığı hüzünlü aşk ışığını soğururcasına bakıyor gözlerine, şu an, şurada özgür bir aşkı yaşamalıyız ve unutmamalısın hayatın boyunca ve ben de unutmayacağım diye söyleniyor gözlerinde…

 

 

 

Kız gözlerini babasına kaydırarak işaret ediyor, babası düşüncelere dalmış; sonra gözlerindeki anlamlı ışığı adamın sevgi ve tutku dolu bakışlarına katıyor;

 

 

 

Adamın:

 

 

 

— bu aşkı neden yaşamıyoruz? Sorusunu soran bakışlarına hüznün yüceliğini yansıtan bakışlarıyla yanıt veriyor…

 

 

 


Acılar,hüzünler,yaşanmışlıklar,yaşanmamışlıklar,mutluluklar,mutsuzluklartutkulu arzulayışlar,yüzyıllık yaşanmışlıkların tadını akıtıyorlar birbirlerine,birbirini hiç tanımayan ve öyküleri aykırı,ayrıksı olan insanlar öyküler kavşağı otogar banklarında yaşatıyorlar bir yudumluk…ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorlar,gülmüyorlar,ağlamıyorlar,yaşıyorlar sadece,o kadar güzel bakıyorlar ki acıların azaltıldığı, sevginin ve şefkatin tutkuyla harmanlandığı güzel anlar…

 

 

 


Gürültü ve hışırtılı, otogar duvarlarına çarparak insan beyninin içinde yankılanan ruhları parçalayan bir ses duyuluyor

 

 

 


—Ankara istikametinden İstanbul istikametine gidecek olan birses turizm’in yolcuları lütfen 43 numaralı perona geliniz! otobüsünüz beş dakika…

 

 

 

Evet, bu O’nun otobüsü bilinmeyene taşıyacak olan

 

 

 

Adam kalkıyor, kızla babası da kalkıyor; adam kıza ruhunun bütün güzelliklerini sunuyor ayrılmadan, kız babasının ardından gidiyor beton kolonların arasından her geçişinde geriye dönüp bakıyor

 

 

 

Adamın bakışları:

 

 

 

—Hoşça kal sevgili hoşça kal unutma beni

 

 

 

Kızın bakışları:

 

 

 

—Bırakıp gidiyorum yüreğimi unutma beni UNUTMA

 

 

 

 

 

 

Adam perondaki otobüse yöneliyor, yüzünde hüzünle çıkıyor üç basamaklı merdiveni, biletindeki numaraya bakıyor 43 numara cam kenarı, eylül ayı, otobüs hareket ediyor, yan tarafı boş…

 

 

 

Cama dayıyor başını yüz cama değiyor soğuk ürpertiyor

 

 

 

—Yine çoğalttım yalnızlığımı diyor.

 

 

 

Kaç kasaba, kaç şehir geçiyor gözlerinden her birinin silueti ayrı, öyküsü ayrı, sonbaharın bütün ritmi doğaya, şehirlere, kasabalara, yollara ve otogarlara yansıyor, sararan ekin tarlalarında milyarlarca yalnız başağın rüzgârla dansının aksi vuruyor cama oradan gözbebeklerine, oradan sarı bir hüzün değiyor yüreğine:

 

 

 

—Milyarlarca yalnızlık diyor.

 

 

 

Ağaçların yaprakları da sarıya çalıyor artık,

 

 

 

—Neden sararır sanki şu yapraklar diyor. Biraz öfke biraz şikâyetle

 

 

 

Uzakta çok uzaklarda yüksekçe bir tepede bir ağaç görüyor tek bir ağaç

 

 

 

— belki arada bir çoban gelip sırtını dayıyordur gövdesine diye düşünüyor
    yalnız bir ağaç yalnız…
    ne ağacı olabilir ki?
    Kim dikti acaba yol uğramaz kervan geçmez tepeye onu?
    Bir karga taşırken gagasından düşürmüş olabilir mi çekirdeğini?
Yola yakın iğde ağaçlarının hızla cama yapışıp kaybolan siluetlerine dalıyor gözleri, akşam siyah bir tül gibi iniyor ovalara, dağlara, kasabalara, yollara…muavin servis yapıyor,neskafe alıyor adam…hangi şehirden geçiyorlardı acaba?karanlığın değdiği bütün nesneler kaybolup gidiyor,çok uzaklarda yüksekçe bir yerlerde cılız bir ışık yanıyor,yalnız bir ışık;ateş böcekleri kalabalık olur diye düşünüyor yoksa yalnız bir ateş böceğimi?bir inziva ışığımı?kentsoylu bunalmışlıklardan arda kalan…dalıp gidiyor gözleri,uçurumlardan düşüyor kendi içine…muavinin omzuna dokunmasıyla uyanıyor;sabah olmuş,İstanbul otogarı koşturmacalar, bağırtılar sıkılıyor.burada aktarma yapacak biletini alıyor ve…

Evet, geldi o ses buraya getiriyor onu, işte yıllar önce yüreğinin atomlarına ayrıldığı yer burası, bavulu yok sadece yükünü taşıdığı biriktirilmiş yalnızlıklarının toplamı yüreği var kendisiyle getirdiği
—Çok değişmiş diyor

Yüksek katlı camdan binalar,o şirin ilçe gitmiş,ruhsuz bir kent gelmiş yerine,acının ve hüznün izlerini bırakacağınız,insancıl binalar,kaldırımlar yok,küçük dükkanlar kapanmış, dandy ve tipitip sakızları satan;parası olduğunda duble sıcak süt,peynirli su böreği, kıymalı, peynirli karışık kol böreğinden oluşan sabah kahvaltılarını yaptığı tokatlı börekçinin yerine az kaldı
—az kaldı diyor

 Ahşap tabanlı, kerpiç ve tahtadan yapılmış, asma katlı şirin binanın yok olmamış olmasını diliyor...
Yıllar önce orada onu beklemişti…
Yürüyor, hızlanıyor, sonra yavaşlıyor;
—Neden hızlı yürüyorum ki?
—Az kaldı.. az kaldı.. hadi hızlan biraz… Kalbi çatlayacak gibi atmaya başlıyor..
—şu büyük binayı geçtim mi o şirin binayı göreceğim, beş on adımlık mesafe kaldı.. hadi az kaldı...birazdan kirli sarı rengiyle yapışacak gözlerime ve bana:
—hoş geldin diyecek toprak ve ahşap kokulu gülüşüyle ha gayret hızlan biraz
 Sonra içeriye gireceğim, saçlarına aklar düşmüş, beli bükülmüş Hekim amca karşılayacak ; önce, çıkartamayacak beni , sonra ben:
—Hekim amca. diyeceğim 
—Bir duble sıcak süt, bir porsiyon peynirli su böreği, birde peynirli, kıymalı karışık kol böreği sonra yüzüme bakacak ve 
—vay hocam hoş gelmişsin. diyecek 
askerdeyken uğramıştın sonra uzun yıllar geçti. diyecek ve sarılacağız
 —ya ora da yok olduysa, direnemediyse bu vahşiliğe
—Ya Hekim amca öldüyse
—Ya ben öldüysem
—Ya o…
Kaldırımın bittiği yerde binanın sonu geliyor ve adımını atıyor ...

..........

Okul yerli yerinde hiçbir şeyi değişmemiş…
Okul bahçesinde yıllar önce kendisine göre belirlediği bir yerden sol içten on dört adım atıyor,on dört dökme betondan yapılı parke taşına içi parçalanarak basıyor,orada öylece kala kalıyor,burada tamı tamına burada o’na :
—Yok demişti.
Geceden tasarlamıştı söyleyeceklerini ve günlüğüne bir dostuna göstererek
 —Yarın Alev bana arkadaşlık teklif edecek ama ben reddeceğim demişti, 
dostunun:
 —delilik etme. uyarılarına rağmen şu notu düşmüştü günlüğünün sayfasına:
 —Yarın hayatımın en büyük hatasını yapacağım...
Alev sabah ders çıkışında o’na:
—Akşam konuşabilir miyiz? Diye sormuştu
O’da:
 —Olur, konuşalım demişti.
Akşam oluyor, Alev son dersin çıkışında O’nun yanına geliyor
 —Yürüyelim mi biraz.. diyor,
—Yürüyelim
Nazım Hikmetten, sanattan, şiirden konuşuyorlar, sosyalizmi tartışıyorlar biraz… Alev sonunda konuya giriyor:
—Senin arkadaşım olmanı istiyorum
Beklediği an gelip çatıyor, tasarladığı an şimdi olduğu gibiydi, birazdan tek vuruşla yıkacaktı karşısındakini, ama onu çok seviyordu, o hatayı yapacak mıydı? Yapmalı mıydı? Yapmalıydı. Kendine söz vermişti,üç yıllık yaşadığı platonik aşkın kendinde yarattığı,ezilmişliğinin ve kompleksinin intikamını alacaktı;
Nedenini böyle açıklamıştı arkadaşına ama o'na bu şekilde söylememişti:
—Bir kız beni üç yıl süründürdü, acı çektirdi ben de kadınlardan intikamımı alacağım, reddedeceğim... onlarda acı çeksinler demişti.
Alev’e döndü:
—Arkadaş değil miyiz zaten? dedi
Alev:
—ben öyle arkadaşlıktan bahsetmiyorum, özel arkadaşım olmanı istiyorum
İlk defa duyuyordu bir kadının erkeğe arkadaşlık teklif ettiğini, reddedecekti;
Ruhunda acıyan bir yan vardı.. bunu derinlerinde hissediyordu ama reddederek sevdiği bir kadın tarafından sevilmenin verdiği keyfi ve reddetmenin verdiği üstünlüğün tadını almayı da istiyordu bir yanı,—hayır. diyordu öbür yanı... yapma bunu, yapma. Acı çektirme kendine de o'nada... seviyorsun onu, niye böyle davranıyorsun?
 Aleve bakıyordu. Ruhu allak bullaktı çatışkılarla uğraşmaktan ve dudaklarından şu sözcükler dökülüverdi:
—Kabul etmeme hakkım var mı?
 İçi parçalanıyordu aslında, acıdan kıvranan ruhunun derinliklerinden bir ses haykırıyordu:
—KORKUYORUM!!!!!ya beni terk ederse; evet, sonunda kendine itiraf ediyordu korkusunu "ya beni terk ederse";terk edildiğinde düşeceği durumu,terkedilmişliğin vereceği acıyı düşünüyor ve korkuyordu,terk edilmenin vereceği acıyı göğüsleyemeyeceği için şimdiden karşısındaki sevdiği kadını reddederek acısını hafifletmeye çalışıyordu,komplekslerinin sürüklediği bu travmanın bir noktasında; 
 Alev, yüzündeki gergin ifadeyle ve anlam veremediği durumun şaşkınlığıyla ve hayır yanıtının verileceği endişesiyle,bunun ruhunda yaratacağı yıkıntının acısıyla o'nun yüzüne bakarak:
—Evet, elbette kabul etmeme hakkın var. diyebildi sessizce;
—O zaman kabul etmiyorum. sözcükleri döküldü dudaklarından
On dördüncü parkenin üzerine basarak söyledi bütün bunları; Alev ne kadar mücadele ettiyse de bunun nedenini o’nun ağzından duyamadı. Ama akıllı bir kadındı Alev, öyle kolayca söylenip başından savulacak birisi değildi.
Alev:
—O zaman neden bana; dişi bensin sen, dedin ?
Evet, zor sorular soruyordu seven bir adama, neden sevgini söylemiyorsun diye soruyordu
Sıkışmıştı O,kaçacak hiçbir yer bırakmıyordu Alev;sonra sorduğu soruyu kendisi yanıtlıyordu Alev:
—KORKUYORSUN SEN KORKUYORSUN; SEVMEKTEN KORKUYORSUN!!!!
evet akıllı bir kadındı Alev ve o’nu iyi tanıyordu.
Evet, korkuyordu hem delicesine korkuyordu…
O akşam eve gidip günlüğüne şu notu düştü:
—HAYATIMIN EN BÜYÜK HATASINI YAPTIM.
Yıllar sonra bir şiirinde:
 —iyi kadınları kim öldürüyor kuzum kim?
Diye yazacaktı aynaya bakarak

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
bugün 479 ziyaretçi (704 klik) burdaydı!
geri git ileri git hakkımda


online
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol