S O Y L U E D E B İ Y A T
küçük iskender söyleşisi
küçük İskender’le Söyleşi
“kötülüktür şiir çünkü”
Söyleşi: Özcan Erdoğan
Sevgili İskender; genelde şiirin ve özelde senin şiirinin güncel olanı yansıtması konusunda neler söyleyebilirsin? Başka bir deyişle şiir hangi zamanla ilgilidir? Güncellik şiirde neyi ifade eder? Şiir “bugün”le mi ilgilidir? “Bugün” şiirde ne tür farklılaşma ve dönüşmelerle ortaya çıkar?
Güncel olanı, popülist söylemin rantı olarak algılıyorsak eğer, şiirin güncel olanla, güne kaydı düşenle hiçbir matematiksel işbirliği yoktur; gün’ü zamanın belirli bir etabı diye adlandırırsak işte orada şiirin (tarihsel diyalektiğin öngördüğü) beslenme kaynaklarından biri olarak “çağ” olgusu önem kazanır. Şairin önünü kesen, onu yönlendiren ya da belirli bir tavrın insanı yapan yaptırımlar, şiirin genel perspektifini bozma, çarpıtma yetisinden yoksundur. Şiirin algıyla olan hesaplama katsayıları, “bugün”le yetinemeyecek kadar büyüktür; şair “bugün” ise, şiir “dün” ile “yarın” arasındaki bu etten köprüyü avcunun içinde tutan bir saldırı biçimidir. Beddua etmeyen, kehanette bulunmayan, umut aşılama lüksünü değerlendirmeyen, anlamı patolojik, hatta onkolojik boyutlara çekemeyen şair acı çeker; bu acı, etik veya estetik bir tatminsizlikten, sıkıntıdan değil, tam tersine şairin cehaletinden doğacaktır. Şair de şiiriyle birlikte level atlama mecburiyetini hissetmeli; zaferin, doyumun, paylaşımın ve mücadelenin büyük dolaşımı bu sihirli tavırda gizli; küçük dolaşım içinse, yani şairin kanının temizlenebilmesi de sokaktan, hayattan kopmamakla mümkün. “Bugün” olgusu burada yerini buluyor.
Birkaç yıl önce ’Alp Krizi kitabını bana verdiğinde “Her hüznü bir krize çeviren yalnızlıklarımız adına! ” diye yazmıştın. Yaşamındaki bu yalnızlık seni ve şiirini nereye götürüyor? Neden kriz? Krizin senin şiirini oluşturan asıl etken olduğunu söylesem. Ayrıca yalnızlık şairin ihtiyaç duyduğu durum mudur?
Şair meczup ya da ilahi bir dedektör değil ki yalnızlık onu tanımlayan bir ruh durumu olsun? ! Evet, yalnızlığın bir ıssızlık havasına bürünmesi, kişinin nesnelerle iletişiminde önemli adımların atılmasını sağlıyor; bunu reddedemeyiz. Kelimelerin yalnızlığı, o kelimelere muhtaç canlının kurumsallaşma, resmileşebilme hırsının sonucu. Gerçek ile Yaşanılan arasındaki çelişki, bu büyük uyumsuzluk elzem olan kaosu dışarda bırakıyor, yerine ilkel bir kriz yerleştiriyor. Evrimin geriye doğru çekilmesi de yükselen bir taşın düşmeye başlaması değil mi? Buralardaki kriz ne yazık ki yapıcı özelliğini yitirmiş, yıpratıcı ve zamanı küçük düşürücü bir hal almıştır. Ama boşuna suçlu aramamalı. Çünkü ortada bir suç değil, başı sonu belli bir tabiat macerası var.
Pek çok şiirinde, özellikle de Gözyaşlarım Nal Sesleri kitabındaki şiirlerde tekrarlar (kelime ya da kelime gurupları) fazla dikkat çekiyor. Bu tekrarların ifade bağlamında küçük İskender Şiiri'ne neler kattığını düşünüyorsun?
Bir tek ben değil ki, herkes yüzyıllardır “aynı şeyler”i söyledi; bunun altını çizmek için denenmiş bir tekniktir o. Concept’i psikiatri tescilli bir söylem. İfadeye ketum olmayan bir paranoya panoraması sokmak. Tekrar etmek, bireye insanî özellikler katar: Toprak kazmak, alkışlamak, nefes almak, ‘seni seviyorum’ demek, ağlamak. Eylemi çoğullamak, şiir içinde de anlama yaşama coşkusu veriyor; en azından inatçı kişiliğimin şiirime yansıması olarak da bakılabilir. Belki de ben şiir yazmıyor, o sayfalarda mürekkeple çocuk yetiştiriyorumdur.
Şiirinin oluşumunda gerek söz, gerekse “musikiye yakın”lık olarak dinlediğin Rock, Metal, Caz vb. müziklerin katkısı var mı? Şiirlerini bu müziklerle bütünleştirebiliyor musun? Ekleyeyim, şiirle müzik arasında ne tür bir ilişki kuruyorsun?
Müziksiz bir şiir, mümkün mü? ! Kimi zaman atonal olması bile müzikten kopamadığının kanıtı.
Elbette, çok besleniyorum; tınının şairin ya da nesir yazarının çok önemli bir kilit noktası olduğu kanaatindeyim; ifadeden de önce geliyor tını. Bir tür duruş biçimi. O duruş biçiminin getiri ve götürüleri ifade dediğimiz ipucunu sunuyor. Tasvir edilendeki ifade lezzeti, tınıdan kaynaklanmakta. Şiirle müzik arasındaki ilişki, şairle müzisyen arasındaki ilişkide daha net görünüyor: Müzisyen sır açıklar, şair sır tutar kainata dair.
Şiirin kendisi anarşisttir ama sen yazdığın şiirin anarşist bir şiir olduğunu düşünüyor musun? Bu bağlamda yazdıklarında belirginleşen acımasızlık ve şiddet anarşizmin yıkıcılığından mı güç alıyor?
Felsefedeki “kötü”yü açmak lazım bu yanıt için; batıdaki kötünün kaynağı insanın edimine daha fazla dayanıyor, doğuda ise kötü ahlaki, dini kriterleri ön plana alan bir kavram. Her iki kültür de isyana doğru giden bir kabullenememe perspektifinde, ancak, batıdaki kötü cezalandırmayı sürdürebiliyor; doğu da bu ağır bir cezayla kapanan bir mefhum. Kötü, vicdan muhasebesiyle bazen kendi kendini bile cezalandırabilir. Batı, bunu “speed”e, “looser”a, “seri katil imajı”na sürükleyebileyecek denli bilgiç bir eda, bir alaycılık sergileyebiliyor; megalomaninin kötüde tezahürü için altyapı hazırlamakta kusursuz bir ekip çalışmaları var; egzotik yanlarının olmayışı, kötü’yü adalet duygusuyla öç alandan çok, yerleşik sistemle çatışan, kapitalizmin nimetlerini yoksayan sapkın ruh diye tanıtmayı elverişli kılıyor. Avrupa, doğuyla ister istemez iletişim halinde; o yüzden oradaki kötü, Amerika’daki kötüden ayrılıyor; kilisenin ve din kurumunun oradaki kötü’yü açımlamasında doğu etkileri, Hıristiyan öğretileri bir parça ağırlık kazanıyor; mistizme göndermeler taşıyabiliyor. Georges Bataille, bir de bu gözle okunmalı. Acımasızlık ve anarşizm, birbirinden nasıl ayrıksıysa, kötü olma hali’nin de acımasızlık’tan ve anarşizmden ayrı bir platformda değerlendirilmesi, yorumlanması gerekir; benim yazdıklarımda acımasızlık ve anarşizmden kök alan yoğun bölgeler olsa da temelde kötü üzerinde duran ve düşünen bir sanat tarzını benimsediğimi ifade etmeliyim; yoksa, acımasız bir edebiyat olamayacağı gibi, anarşizmi de bir edebiyat akımının manifestosunun ilk maddesi yapmak, sonuçta yine edebiyatın ve edebiyatçının alanını daraltmaktan öteye geçemeyecektir. Anarşizm, bir politik tavırdır; acımasızlık, bir kişilik bozukluğudur; amma kötü, herşeyden önce estetik fenomenler için karşıt bir kriter olma büyüklüğünü her zaman taşıyacaktır.
Buna bağlı olarak şiirindeki cinselliğe, erotik ve pornografik öğelere ve onların oluşturduğu şiddet temelli dile ne diyeceksin?
Bu derece kösnül bir tavrımın olduğunu sanmıyorum; yazdıklarımda bilinçli olarak öne çıkan, öne çıkartılan yan o! Bireysel şiddeti, bireysel anarşizmi reddeden, hatta hakir gören birinin otosansüre de sıcak bakmayacağı açık; yalnızca rahat yazmanın ve kimsenin bu alanda bu kadar cesur davranmamış olmasının sonuçları; ne Cemal Süreya kadar erotik ne de divan şairleri kadar pornografiğim; ben yalnızca ortak sıkıntılar arz eden bir azınlığın yaşadığı, karşılaştığı, maruz kaldığı cinselliğe de yer veriyorum yazdıklarımda; hepsi bu. Elbette, Amsterdam’da Red Light’ta bir sik çeşmesi önünde durduğumda utanmıyorum; bunun Ortadoğu’da akmayacağını bilebilecek kadar farkındayım işin; benim kafam, bedenim değil, yaşadığım coğrafyadaki insanların ideolojileri ve paylaşım anlayışları karışık; bu, ister istemez bana da, hayatıma da, yazdıklarıma da, herşeyime yansıyor.
Şair-özne olarak küçük İskender Psikolojisi'nin şiirlerine bütünüyle yansıdığı iddia edilebilir mi? Şiirlerine bakarak yanıtlamanı istersem; kimdir küçük İskender?
küçük İskender’i bir yere oturtmamı istemeyin benden; bu, terbiyesizlik olur. Psikolojime dayanarak yazmıyorum ki, bir algı mekanizması, bir saptama formatı tesellisi gütmekteyim; ben benden olmayanı reddetmiyor, obsiyonlarım sonrası yoksaymayı öğrendiğimi söylüyorum. İmha değil, hiçleme küstahlığı. Hiddetlendirme, kışkırtma, baştan çıkartma, rolleri kırma ve böylece gerçek yüzleri ortaya çıkartma telaşı. Şiirimin içgüdüsü.
Şiirlideğnek’ in (1995) önsözünde “Şu kesinlikle bilinmelidir ki, ben bu şairleri oldukları ve şiirleri göründükleri gibi değil de, olmalarını, görünmelerini düşlediğim biçimde yorumladım. Açıkçası, dürüstçe, çoğunu da sevemedim.” diye yazmıştın. 2000'li yıllardayız, bu düşüncelerinde; şairler ve şiirlerde bir değişiklik, bir yenilik var mı?
Çoğu şairi ve çoğu şiiri sevmediğim gerçek; beni zıplatmayan, benim canımı acıtmayan, beni heyecanlandırmayan, beni yazmaya doğru heveslendirmeyen insanı ya da şiiri neden seveyim ki? ! Burada, bir edebiyatçı kimliğiyle değil, bir okur kimliğiyle cevaplıyorum bu soruyu. Karşılıksız iyilik diye bir kavram var; karşılıksız kötülük de karşıtçıkar beklenmeden yapılmalı; diyalektik bunu tezlemek zorunda. Belli bir nedene bağlı olmayan kötülüktür şiir çünkü; şairini de bekletmeden bu kötülüğe zaafı olan bir nesneye dönüştürür. Ok yaydan çıktı meselesi. Yay’la güdümlü yaşamak yerine, ok olup gitmek; bir duruma, bir duruşa hedeflenmek ve asıl önemlisi sunulanın, piyasası oluşmuş olanın dışına taşarak kendi gücünü, enerjini, sinerjiye gerek duymadan, ama sinerji mentalitesini özleye özleye sınamak. Mısra, anlam ve mecal, deneysel ya da tesadüfî değil; matematik isteyen, matematikten beslenen, matematikle varolan hususlar bunlar. Bir İkinci Yeni Coğrafyası, Atlası üzerinde hâlâ seksenlerin şairleri yaşıyorsa ve bundan memnunsalar, izahı zor bir endişeyle bakıyorum edebiyat dünyasına. YENİLENMEME, YENİLENMENİN TEHLİKESİ! Risk almaktan kaçınma, egaleyle yetinme! Yazılmış olanı yalnızca egale etmek doyurur mu üretken olanı? ! Hiçbir değişiklik, hiçbir yenilik göremiyorum; yerini sağlamlaştırma, bulunduğu arsada kat çıkma aşamaları; hep bunlarla geçti doksanlı yıllar. Laboratuvarları yoktu çünkü. Deneyseli reddeden, temkinli isimlerle geçirdik son yirmi yılı. Bunda sevilecek, sevinecek bir şey göremiyorum kendi namıma.
Mehmet H. Doğan’ın hazırladığı Yüzyılın Türk Şiiri Antolojisi’nin ikinci baskısından, bazı şairlerle birlikte sen de şiirlerini çektin. Neden? Bunu etik bir tavır olarak anlayabilir miyim? Hatta antoloji ve yıllıklarda yer almayı baştan reddetmek daha tutarlı bir davranış biçimi olmaz mı?
Antoloji ve yıllıklarda yer almamayı seçmek, ben bu güruhun dışındayım demektir; o yüzden baştan red, baştan tavır, etik olarak anlaşılabilir bir arazdır. Küstahlık içerir ve şairin kendi tasarrufundadır. Benim ve bazı diğer şairlerin bu tutumu, antolojiye alınmamış diğer şairleri yoksayan anlayışlar toplamına (derleyen, yayımlayan) karşı edebî bir tepkiydi. Kendisini edebiyat portföyünde en cilalı şahsiyet sananlar, sandırma çabasında olanlar ve ne yazık ki bunu harfiyen yerine getirenler, ellerindeki tuhaf kriter cetveliyle şairleri ölçüp biçtiler. Bu, tehlikedir. Biz de bu tehlike anında alarm olmayı tercih ettik. Kim yaptı, niye yaptı, kim bastı, niye bastı; bütün bunlar önemli değil; önemli olan: Bu neden yapıldı, nereye göndermeydi; özneyle uğraşmamalı, yüklemle, yüklemin işaret ettiği gizli özneyle tartışılmalı.
Şiirin bütün iktidar biçimlerini reddettiğini biliyoruz. Gerek şiir eleştirisi yapanlar, gerekse şiir yıllıkları hazırlayanlar şiir üstünden bir iktidar mı oluşturmaya çalışıyorlar?
Şiirin bir yaptırım gücü olduğuna inanmıyorum; istikrarlı bir erk taşımıyor. Sorudaki kimliklerin de bunun farkında olduğunu sanıyorum, ama ortada bir pasta varmış havası hakim ve masaya az çatal koyma hazırlığındalar yüzyıllardır; oysa okur, pastayı yemek değil, pastayı o adamların yüzüne yapıştırmak için an kolluyor.
Şimdiye kadar herhangi bir şiir ödülü için başvurmadın; ancak 2000 Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödülü ve 2002 Uluslararası Yalova Şiir Akşamları Ödülü’ne bu ödüllerin seçici kurullarınca lâyık görüldün (bazı ödüllerin seçici kurullarında da görev aldın) . Bu ödülleri reddetmeyerek ödül kurumunu; erkini ve otoritesini meşrulaştırmış olmadın mı? Şiirle yarışma, şiirle ödül arasında ne tür bir ilişki kurulabilir. Bu mümkün müdür?
Ödülün ne olduğu hep tartışıldı; Arıburnu Ödülü’nü istedim, çünkü Arıburnu’nun şair kimliği haricinde sinema kimliği, benim de iki dalla uğraşmam, çok insanî olarak beni oraya itti. Ayrıca o ana kadar o ödülün veriliş aşamalarında bulunmuştum ve doğru bir ödül olduğunu düşünüyordum. Sonradan orada da dümenlerin döndüğü ortaya çıktı; jürisinde olduğum halde filmleri seyretmediğim bir yıl ödül verildi. Bu yıl aynı şey Yalova’da da gerçekleşti ve buna yalnızca Nuri Taner karşı çıktı. Ne oy kullandım ne de Yalova’ya gittim, ama ödül verildi. Evet, her iki ödül de hakeden arkadaşlara gitti, ortada yöntem problemi var. Ödülün hoş bir duygu uyandırdığını kabulleniyorum ama jürilerden korkmaya başladım; zaten jüri denilince hep amerikan mahkemeleri gelirdi aklıma; yargı süreci. Yargılanmak belki hoş ama artık yargılamak istemiyorum. Yani hiçbir jüride olmayacağım bundan sonra. Ödül içtense neden olmasın? ! Ama nasıl ve ne kıstaslar baz alınarak verildiği noktası açık olmalı. Şeffaf olmalı. Ödül, bir rütbe, bir madalya değil, olsa olsa yeni bir yol haritası.
Yazdıkların geniş bir okuyucu kitlesine ulaşıyor. Bu bağlamda yazdıklarının bu derece popülerleşmesini yazdıklarına ve tavrına yönelik bir tehlike olarak görüyor musun? Popülerlik, yazdıklarını istemediğin anlamlandırmalara ve üretmelere açık tutmuş olmaz mı?
Hayır. Çünkü ben popüler değil, bir anlamda popülistim; popart’tan da beslenen bir bodyart’çıyım. Bana hayat kadar, börtü böcek kadar kadavra da lazım, dışkı da lazım. Hayatla tokalaşmak değil, onunla kucaklaşmak istiyorum. Burada bir tehlike var mı, elbette var, kendimi savunmasız bırakıyorum. Edebiyatçı olduğumu asla iddia etmedim, sanatçıyım demedim; yalnızca ifade etme yöntemlerinin yazıyla ve görsellikle olan ilişkileri üzerine tezler üretmeye çalıştım, çalışıyorum. Uç nedir? ! Onu bulma uğraşım, bulmaya çabalarken de elde ettiğim ipuçlarını diğer insanlarla paylaşmam, ne olarak adlandırılacaktır, insafınıza kalmış.
Yine yeraltına ve sokağa ilişkin hayatın ve o hayata ilişkin yazılanların, hem de bu hayatla hiçbir ilişkisi olmayan birileri tarafından tüketilmesini nasıl yorumluyorsun? Yeraltına ilişkin olanın yine orda kalması etik bir tavır olmaz mı?
Çok doğru bir soru. Yalnız, burada bana göre farklı olan yeraltı ile yerüstü arasında köprü kurarken bir ajans edasıyla yazmaktan çok, vizör vazifesi gören kimliklerin hiçlenmesi; yoksa anlatılanlar çeviri şiir tadından öteye geçemez. Bir dilin, bir kültürün, bir duruşun, bir tavrın çevirisi mümkün değildir; yeraltını yerüstüne çeviremezsiniz. Çevirmeye kalkışırsanız da bozarsınız; sonuçta ne orası doğru aktarılır ne de buradakiler orayı doğru anlar. Çok saydam bir kaleminizin olması gerekir, çok nötr bir gözle dillendirmelisiniz orayı. Uzantıları da can sıkıcı; hayatında bırakın kullanmayı, uyuşturucu bile görmemiş birileri kalkıp bu konuda yazı ya da şiir yazabiliyor. Bunlar katlanarak kuşaktan kuşağa birbirini yokeden biçimlere, kavramlara sürüklenebilir. Yeraltı elbette yazılabilir: Ama biyografik olmaması ana şart olmalı.
İmlasız’ın ilk sayısındaki çağrısı ve anarşist bir kültür-sanat-edebiyat dergisi üzerine neler söyleyebilirsin? Anarşist bir kültür-sanat-edebiyat mümkün mü?
Anarşi, pratiği asla yadsımayan politik bir hareket, felsefe ve düşünce biçimi olduğuna göre neden bir dergi biçimine de dönüşmesin? ! Bunun mümkün olup olmadığını bizlere kanıtlayacak olan sizlersiniz; ayrıksı bir noktada durmak sosyal ya da ekonomik çıkmazlar böylesi çabaları baltalayabilir ama, genç kuşaklardan bilgi, ürün ve emek desteği alabilen her dergi ayakta kalabilir sanıyorum. Radikal farklılıkların bir çatışmadan çok renklilik olduğunun bilincindeki arkadaşlar, umarım, her alanda bu tür yayımların çoğalmasını sağlarlar. Kim bilir, bir gün anarşist bilim dergisi bile çıkartılabilir.
Eklemek istediğin başka bir şey?
Üç yanı denizlerle çevrili bir ülkede dördüncü taraf deniz görmüyorsa, ben kahroluyorum.
Teşekkür ederim.
Ben de hepinize bol fikir kavgaları diliyorum. Kaptansız gemi nasıl gider, su’ya gösterin.
(İmlasız,3/Eylül-Ekim 2003)
küçük İskender’le Görüşme
“şiirsel söylemin güdümüne gireceğime şiirsel söylemi kendime kul etmeyi seviyorum”
Görüşme: Özcan Erdoğan
Sevgili İskender, ilk şiirin “Ahlaklaksızlık”ın Adam Sanat dergisinin 5. sayısında (Nisan 1986) yayımlanmasından bu yana 20 yıl geçti. Orhan Kahyaoğlu, Sombahar dergisinin 17.sayısında (1993) senin şiirinle ilgili bazı eleştirilerinin yanında “… alışılmış şiir kurgularını, şiir yapılarını fazlasıyla zorlayan ürünlerle gündemi tutuyor. Alışılmışı zorlayan bir şiir dili ve anlatımı var. Türk şiirinin bilinen dize yapısıyla hiç ilintisi olmayan ürünlere rastlıyor okurlar.” demişti. Şiirinin geldiği bu son evrede neler ekleyebilirsin bu tespitlere? Açmış olduğun bu kanalda, bugün bir küçük İskender kuşağından bahsedilebilir mi?
İskender’i bağlayan ve İskender’e bağlanan bir toplamdan bahsedilebilir diye başlayalım istersen; Orhan’ın saptamasındaki kelime tekrarları bile onun bu konudaki o zamanki flu düşüncelerini göstermiyor mu? ! Altını, üstünü çizdiği de şu: “Alışılmışı zorlayan! ” Rutinleştirilmiş davranış ve algı biçimlerinin genele uygulanabilirliğindeki başarıya karşı çıkmak, alışılmışın zorlanması diye adlandırılmamalı. Yanlış olur. Alışılmışı zorlamakla alışılmışın terkedilmesi çok ayrı. ‘İlintisiz ürünler’ vermek de zaten alışılmışın terkedilmesinin sonuçlarıdır. Elbette Orhan’ın bu sözleri ilk şiirden yedi yıl sonra söylediği ve aradan on üç yıl daha geçtiği unutulmamalı. Açıkca konuşmak gerek, lafı döndürmeyelim, son yirmi yılda bambaşka bir Türk Edebiyatı’nın kapılarını açtım; varolmayanla değil, varolmasına izin verilmeyenle yüzleştim. Bu söyleşide herkes benden akademik bir tavır bekleyebilir, buna izin vermeden konuşmayı tercih edeceğim; çünkü edebiyatı lafa boğanlarla, alıntılarla süslü gerçekler sayesinde kimlik edinmeyi becerenlerle, o küstah ortayaş yetmelerle aynı potada olmak istemiyorum. Şiirsel söylemin güdümüne gireceğime şiirsel söylemi kendime kul etmeyi seviyorum çünkü. Kimi zaman yüzüne bile bakmadım şiir kavramlarının; canım istedi, dilediğim gibi kullanıp bıraktım onları. Ölü kelimelerden beslendiğim kadar bu çağın kelimelerini de aldım edebiyata. Argoyu, pornografiyi, metropolü, teknolojiyi, jargonu, alttakini, tıbbı, Dicle ile Fırat’ta çağdaş türküyü, farklı cinsel kimliklerin deneyimlerini ekledim. Asıl anlamlarıyla. Dikkat edin, çoğu kelimeyi de ilk ben kullanmışımdır Türkçe şiirde. Çoğu kavram için de bu böyle. Nekrofili üzerine bana kadar bu konuda kim ürün vermiştir? ! Anakronizmi seksenlerde, doksanlarda kullanan kimdir? Yiğidi öldürüyorsanız hakkını vereceksiniz. Bu iş böyle. Rock soundu şiire bu denli iddialı İskender’le girdi. Sonrasındaki kuşak da bunu benimsedi. Bugün Efe Murad’ların yaptıklarının çoğunu kısmen de olsa seksenlerin başında yaptık. Hatta Oğuzhan Akay hala süklüm püklüm sürdürmekte. Açıp bakın ‘Papağana Silah Çekme! ’ye. Nesne ve ses ilişkisi, (o zamanlar kelime oyunu denmekteydi buna) barizdir. Erotika’nın ki ilk basım yılı 1991’dir, ara başlıklarından biri ‘cemkırıkları’dır; bugün birçok arkadaşın şiirinde buluş diye aynı söz birebir yeralıyor. Araştırarak okuyan okur, 2006’lardaki genç ve iyi şiirin kaynağının bu adamdan çıktığını görecektir. A, şüphesiz, ileri götürülecektir şiir, götürülüyor da, Efe de, Şakir de, Vural da, Öztek de, Ömer Şişman da, Cem Kurtuluş da çok iyi şeyler yazıyorlar bu alanda. Ben mükemmelim demiyorum, yanlış anlaşılmasın sakın; kapıyı açan ilk kişiyim. Unutmasınlar istiyorum. Mesele budur. Bir ‘küçük İskender şiiri ve müridleri’ şeklindeki yaklaşımı ben dahil kimse kabul etmez. Etmemeli. Komik ve gereksiz bir zırvalamaya yol açmayalım. Böyle bir şey ‘söz’ konusu değil, hepimiz için ‘alay’ konusu olur. Onların içinde de bence herkes tek. Yalın şair yani. Şiirimin geldiği yer, buna çocukdilli bir yanıt: Daha sonra geleceği yerden bir miktar uzakta olduğu. On yıl, elli yıl sonra da aynı yanıtı verebilirim. Bu biraz da şiirimi besleyen yan faktörlerin nereye gideceğine, onların gelişimine bağlı açıkcası.
Edip Cansever’in şiirlerinin, Nietzsche’nin düşüncelerinin sana ve şiirlerine olan katkısından, tabii bir de Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ının özellikle senin ilk kitaplarındaki izdüşümünden bahseder misin? Genel olarak şiirlerindeki metinlerarasılıklara da değinirsen sevinirim.
Metin ile şiir ilişkisi bir tercihin yansıması: Aklın aynası. Aldatılan, kandırılan, aşağılanan, tecrit edilen olmak yerine bütün bu yükümlülüklere sahipken teslimiyatı geciktirmek. Umut teslimiyatını geciktirebilmek. Şiirin bir otoritesi olmadığını söyleyebilmek. Hele şiir yazarken bunun iddiasını, işlevini filozoflara, siyasete batırmadan dile getirmek, anlamla, oluşumlarla şımarmamak, kibirlenmemek, muhafazarlığı reddederken faşizme yaranmamak sözünü ettiğin izdüşümün koordinatlarından. Son on yılda anarşizmin pratiği değişti: Pratiğin hedefi farklılaştı. Önce yandaşlarını yoket, sonra düşmanla uğraş mantığına gelindi. Ne yazık ki ya da ne mutlu ki, bunu ilk kez en canlı örneğiyle şiirde yaşıyoruz. Seksenlerin gizli yetenekleri, şimdilerde iki binlerin kalemleriyle bir olup, onları klanlaştırıp yandaşlarına saldırtıyor. Asıl metinlerarası ilişki budur. Onların metinlerarası - hırs kökenli- kurmaya çalıştıkları bu çarpık ve terbiyesiz ilişki biçimine uyum sağlayan, adapte olan metinlerden kaçınmak şart. Yalnızlaştırmaya başladıkları egoları değil, kıskandıkları ve kendilerine saklamayı tercih ettikleri yoksul duyarlıkları. Benim metinlerimin ve şiirlerimin hicvi, uç kolajla tanımlanabilir. Hepsinin altında bilimsel veri ve uygulanabilir, çözümlenebilir potansiyel vardır. Bugünün hastalıklı iktidar meraklısı sağ, sol şahsiyetleri, şiir komiserleri, şiir asteğmenleri bunu anlayamayacak kadar sanaldır.
Evet “Kahramanlar Ölü Doğar”, hedeflerimiz için bazı şeyleri göze almak gerekiyor. Senin hekimlikten, okullardan, aileden ve devletten kendini kopardığını, bunların karşısında şiirle örülmüş bir yaşamı yükselttiğini görüyorum. Gerçekten tüm bunların karşısına koyduğun asıl şey şiir miydi? 80 Sonrası’nın önde gelen kahramanlarından biri olarak kaybettiklerin neler oldu?
Matematiği kaybettim. Şiirle örülmüş bir yaşamım da yok, yanılıyorsun. Şiirle örülmüş yaşamı olanların en önce şiiri kaybettiğini görmüyorsan, boşuna yazıyor bunca insan. İnandıklarımla ördüm yaşamımı, örmeyi de sürdüreceğim. Bu bir koza değil ki. İçinde değişmem de beklenemez. Benden bu tür söyleşilerde klasikleşmiş açılımlar bekliyorsunuz; hayır, bunu yapmam. Yapmayacağım da. Kaybettiklerim bana özel. Genel değil. Tarihsel değil. Bunaldığım veya bunalmadığım için yazmıyorum. Yazmaktan hoşnutum. Okumaktan hoşnutum. Aynı durumdaki kimseleri de eleştirmeye niyetim yok. Kendini salakça edebiyatçı sananlarla, birilerine bok atmayı ‘beyin’ sananlarla sıkıntım olabilir. Çok Clark Kent gördüm. Takım elbiseyle dolaşıp seçenek sunan. Onlar kahraman. Gerçekten kahraman. Hayal kahramanı. Ama benim ölü doğan kahramanlarım onların arasından çıkmadı. Çıkması da güç. Ben on yedi yaşında asılanlardan, vurulanlardan, çeşitli nedenlerle, farklı yollarla çekip gitmeyi tercih edenlerden söz ediyorum. Ahkam kesenlerle kesilenler arasındaki ayrımda sıkışıp kalanlar, ah onlar, eminim çoğunu yirmi yıl sonra Hac yolunda göreceksiniz. Eminim. Adım kadar eminim. Erken söylüyorum. İnanın bana. Dedim ya, matematiğimi kaybettim. Sırf onlar yüzünden.
Bunlarla da ilgili olduğunu sandığım için sorayım. Neden asıl ismin olan ‘Derman İskender Över’i değil de ‘küçük İskender’ ismini tercih ettin?
Bu söyleşide bu tür bir soru. Çokca yanıtladığımı sanıyorum. Gereksiz.
Şiirlerinde sıkça başvurduğun tıbbi terimlerin, hastalık ve anatomi bilgisinin arkasında aldığın o tıp eğitiminin olduğu da inkâr edilemez sanırım. Buradan hareketle şiir ve sayrılık-sağaltım ve de ölüm konusunda neler söyleyebilirsin?
Savunma sisteminin zayıfladığı anları kollar hastalık: Şiir burada bizden yana değildir. Tam tersine zayıflıktan yararlanarak varoluşa sızan kötü’dür. Hissedilenin dozajını arttıran, gerçekliği abartı yoluyla saptıran, kısaca bulunmaması gerekenle işbirliğine girerek öze aykırı tahminlerin şekillenmesini sağlayan antijendir. Aurayı etkiler. Auranın stabil yapısıyla oynar. Aurasının akoru bozulmuş bireyler, toplumlar beklenilmeyen tepkilerle hareket edeceklerdir. Erdemin tanımı değişecektir. Algının yöntemleri değişecektir. Güç ve vetonun yeri değişecektir. Bütün bu değişim, kökünü poetik olana salmış sayrının kaynağını oluşturmaya yeter bile. Ölümü bir yanılsama, kriter farklılaşması diye adlandırmamızda etkin rol oynayacaktır bu. Terapi ya da tedavi: Şiirin bunlarla ve sonuçsuzlukla ilgisi yoktur ki. Sağlığı en başından reddeden şiir, yazan için de, okuyan için de bir çeşit azraildir. Can almayan. Hani denir ya, ‘azrail yokladı’ diye. Şiirin yokladığı, şiirin insanda evrene dair anlam saydığı bir sendromdan söz etmek akıllıca olur.
Bir de duyuları ve imgelemi harekete geçiren uyuşturucu ve alkolün şiirinle olan ilişkisinden bahseder misin?
Sıkı bir birliktelikleri yok. Alkole devamlılığım, sürekli yanlış anlaşılıyor. Yazarken, okurken ya da çalışırken alkol kullanmıyorum. Ayrıca herkesin düşündüğü kadar da içmiyorum. Hep bir içiyor görüntüsü olabilir. Bardakla, kadehle yakınlığım, nesnel ve sosyal. Elbette, normal alkol tüketicilerinden ayrıldığım noktalar var; kimsenin emrinde olmadığımdan, özgürlüğümün avantajlarından yararlanıyorum; örneğin o gün sabah içmek istiyorsam içebilirim. Bu da dışardan genellemenin kolaylığını sağlıyor kimi gözlere. Keyif için alkolle birlikteyim, bir bağımlılık saptanamadı. Uyuşturucuya gelince, beni yıpratan bir şey. Hepsini biliyorum, ancak kullandığım iddia edilemez. Denemedim mi? Denedim. Sonuçlarına yönelik bilgim var mı? Var. Müptelası mıyım? Hayır. Yazdıklarımda neden mi çok geçiyor? Bir aykırılıktan öte, yaratmaya çalıştığı ve becerdiği geçiş dönemi, tarzıma yakın özellikler barındırıyor. Halüsinatifleri ayırırsak, kokain benzerlerinin imsonia etkisi, canlının ölüme karşı direnişini temsil ediyor sayabiliriz. Şiirin akademik etütleri için her şairin laboratuvarında olması gerektiğine inanıyorum.
Sinemayla da yakından ilgilisin. Bazı sinema filmlerinde roller de aldın. Sinemanın şairi Andrei Tarkovski’nin sineması hakkında neler düşünüyorsun? Ya senin şiirlerindeki sinema? Sinema ve şiir arasında ne tür bir ilişki kuruyorsun?
İsimler üzerinden yürürsek, sinemada boğulma riskimiz artar ya da bu benim açımdan böyle. Sinema, izleyicisine bir röntgencilik olanağı tanır: Başka hayatlara, tarihe, masalsı olana, yadırganana, tiksinilene, idolleştirilene yakınlaşma, uzaktan da olsa gizlice sızma olanağı. Rüyanın, kabusun uyku harici, hatta gerekirse topluca seyredilme, görülebilme şansını ve tadını kimse inkâra kalkışmadığı için sinema ilerliyor. Sinemanın şiirle ilgisi yok; çünkü ikisi de aynı şey. İkiz kardeş farkı var aralarında. Aynı kıyafetle, aynı tezahür mekanizmalarıyla dolaşsalardı birbirlerinden ayıramazdık onları. Doğrudur diye iddia etmiyorum, bu benim yorumum. Diğer yorumlardaki ‘sektörel’ ve ‘editöryal’ açılımları pas geçemeyiz şüphesiz. O kısım, ticari boyut. Sömürgeci yanların eleştirisi. Bak, tiyatro da nesirle ikizdir; öyküyle, romanla. Belki de bu bakış, yazdıklarımın patikasıdır. Kestirme yoludur.
Son dönemde bilgisayar teknolojisindeki gelişmeye paralel olarak “görsel şiir” ya da “somut şiir” yine kendinden söz ettirmeye başladı (şiir olup olmadığıyla ilgili) . Halim Şafak geçen yıl yazdığı yazılarda bunun üzerine ısrarla gitti. Bu şiirle ilgili senin görüşlerini alabilir miyim?
On yıllar öncesinde yayımlanan Uçurum Dergisi’nden hatırlıyorum Somut Şiiri; cılız bir dikleniş olarak kaldığını not düşmüşlerdi. Animasyon tarafı etkileyici. Bu su götürmez. Üstelik şiirin tanımsızlığı elimizdeki kozken, şiirin nasıl yazılması gerektiği konusunda tezler üreterek bu tür pratikleri dışlamak, yok saymak benimle ilgisiz bir davranış. İçtenliğinden endişelenmiyorum, ama okur (ki ona artık okur değil, bakar ya da görür demek gerekecektir) sanırım, belli bir sıcaklık, belli açık kapılar, belli zayıf noktalar istiyor karşısındaki eserde. İçeri sızmasını, metne girmesini sağlayabilecek kırıklar. Yazılmış değil, yapılmış bir şeyin antreleri önceden belirlenmişse, tekrar tekrar okuma, okurken yenileştirme, yeniden keşfetme olasılıkları ortadan kalkıyor. Anladınız mı sanki bitiyor o şiir. Tüketiliyor. Bu noktada bir sıkıntı doğabilir. Yayımlananları merakla izliyorum, ancak puzzle diyebileceğim çalışmaların dışındakileri kendime çok yakın bulmuyorum açıkcası.
Şiirin yanı sıra özgür metin, roman, günce gibi türlerde eserlerin de var. Bunlar şiirlerinin bir arka planı gibi de duruyor. Ancak, bugün özellikle genç şairlerin öyküye ve romana yöneldiklerini görüyoruz. Bunda tecimsel kaygılar mı ağır basıyor? Ayrıca, bu türlere yönelen genç şairlerin şiirlerindeki nitelik her geçen gün biraz daha düşmüyor mu, ne dersin?
Tecimsel kaygılar mı ağır basıyor ne demek. Başka ne olabilir ki? Şiirlerindeki Türkçe yetersizliğinin su üstüne çıkmasını kolaylaştırıyorlar farkına varmadan. Bu, okur açısından önemli bir avantaj. Bendeki durum, sonradan oluşturulmuş değil: Gözlerim Sığmıyor Yüzüme bir şiir kitabıdır, yayım tarihi Mart 1988. Dedem Beni Korkuttu Hikâyeleri ise metinlerden, öykülerden oluşur, onun yayım tarihi de 1992. Birlikte götürdüğüm, birbirlerinden çok ayrılmayan, hatta birbirlerini yiyerek beslenen iki yanım. Küçük tekstlerim de öyle. Senaryolarım da. Biz bir aileyiz. Büyük oğlan, şiir.
Genç şairlerin paradan çok, katlanarak büyüyen bir tanınmışlığa ihtiyaç duyduklarını, hatta bunu hırsa dönüştürdüklerini sanıyorum. Kalabalıklarca beğenilmek için kalabalıkların diliyle, o dildeki hatalarla, o dildeki çarpıklıklarla, yüzeyselliklerle yazıyorlar. Yaptıklarının edebiyata katkısının olmadığını farkedecek kadar akıllı olanları da var aralarında bence; yoksa hiçbiri bile bile romanında ‘tanıştığımız ilk gün’ gibi bir saptamada bulunmazdı. Onlardan kurtulabilir miyiz? Bunu sormalıydın. Sıradanlığın çekiciliği halkın gözünden düştü mü, olabilir. Umutlu muyum? Hayır. Kalacaklar mı? Kalırlar. Çünkü, ilkellikten güç alıyorlar.
Bugünlerde bir tartışmayla da ilgili olduğu için sorayım: “Edebiyat yazarlığı bir meslek midir? '
Edebiyat yazarlığı tamlamasının iğretiliği bunun bir meslek olduğunun kanıtı sayılabilir. Emek, işe dönüşüyorsa, bu işle uğraşanların ayrı bir kategoride değerlendirilmesi gerekir. Biz başka mecralardayız.
Eklemek istediklerin varsa…
Benimle aynı zaman diliminde, aynı gezegende olmaktan mutlu olanlara şunu söyleyebilirim: Bizim tek kriminal yanımız, insan oluşumuzdur. Suç ortaklığını ret esnasındaki birlikteliğimiz için çok teşekkür ederim.
Ben de teşekkür ederim.
(Bireylikler,7)
paylaşan sibel EYLÜL